Adalar etrafında küçük bir denizci takasında elimi serin sulara değdiriyorum. Sanki öykülerini okurken inceden bir yel esiyor, tenimi süpürüp ruhuma karışıyor yosun kokusu.
Yaşamın tekdüzeliği arasında Sait Faik’in hikayeleri doğuyor bahçelerime. Koca, yaşlı dünyanın fark edemediğimiz naifliğini anlatıyor. Bize, bizi anlatıyor mimoza dolu penceresinden. Sevgiyi, çiçeği, böceği, martıları anlatıyor. Çayının buğusunda yaşama karışıyor hikayeleri. Bir beklediği vardı bizden, belki de her gelen vapur sesinden. Ondandır belki bu ince serzeniş, kaleminden dökülen.
Bir garip Sait Faik gezer dururdu Ada sokaklarında. Yüzündeki kocaman gülümsemesiyle çiçek açtırırdı her geçtiği yola. Bir çocuğun gülüşünden, bir vapur düdüğünden umutlanırdı mesela. Küçücük kalbinde kocaman insanlığıyla yaşardı. Belki de aramızda olsa kim bilir bize neler anlatırdı? Sahi ya! Nasıl olurdu Sait Faik’le aynı dönemde yaşamak? 5.45 vapurunda karşılaşıp birlikte martıları izlemek, belki de hiç gelmeyecek olanı beraber beklemek... Sonra Ada’ya yanaşmak. Simitçiye selam vermek, Dede Stelyanos’la balıklardan söz etmek. Sandalla denize açılıp Sinağrit Baba’nın balıkçılara kök söktürmesini izlemek. Sabahları Ali’yle semaverde kaynayan çayı içip fabrikaya gitmek. Birlikte Oksiya’da sudan yeni çıkmış karabatakların kanatlarını kaldırabilmek için delicesine çırpınmalarına tanık olmak. Derme çatma bir masada Sotiri’nin getirdiği karideslerle ziyafet vermek. Sonra da akşam kızıllığında Heybeliada’ya karşı baş başa vermek...
Sadece düşlerimde bile olsa, bunları yaşamak güzel şey. Yalnızlık gerçekten de dünyayı doldurmuş. Her şeyin bir insanı sevmekle başladığı yerden geçti biz Sait Faik’le. Ben her şeyin bittiği yerdeyim düşlerimle.