Ah İstanbul, İstanbul... Bilmem kaçıncı kez yine İstanbul. Seviyorum ne yapayım? Kıyamıyorum. Bunca istismara dayanamıyorum. Bitirdiler onu valla, artık hiçbir şiirselliği kalmadı. Artık dinlenemiyor öyle ‘gözleri kapalı’ falan... Duyulmuyor bile artık o ‘hafiften esen rüzgâr’ın sesi, etraftaki sonsuz kakofoni yüzünden... Şiirin devamı; “Beyaz bir ay doğuyor ‘gökdelenler’ arasından” olmalı. Bir karmaşa, bir çirkinliktir gidiyor. Sözde güzelleşmek için, ardı ardına yanlış estetik ameliyatlarla büsbütün çirkinleşip, ucubeye dönen kadınlara benziyor. Özellikle kadınlar diyorum, çünkü İstanbul dişidir. Yetmiyor, bir de dibini oyup duruyorlar. Dünyanın en büyük yer altı yoluna sahip olacakmışız, ne güzel... Nice önemli şehirden daha ilerideyiz.
Nefret ediyorum o yer altı yollarından. Ben onları hiç göremeden öleceğim. Klostrofobik olduğumu herkes bilir. Hele Marmaray’ı hiç görmeyeceğim. Uzun zamandır, İstanbul’un bir ucundan bir ucuna, hiç gün ışığı görmeden nasıl gidileceği anlatılıp duruyor. Tahayyül etmek bile kanımı donduruyor. Metro’ya Şişli – Taksim’den öte bile zor dayanıyorum, daha merdivenlerden inerken ter basıyor. Oradan her geçtiğimde, Taksim’deki Kadıköy otobüslerinin kalktığı yeraltı durağına şöyle bir bakıyorum. Mümkün değil, ben oraya giremem. Nasıl basık, nasıl boğucu... Bir de denizin dibinin de dibinden geçmeyi düşünün. Ölürüm. Kesin ölürüm. Korkmuyorlar da yahu orayı burayı oyarken, üstelik sözde deprem beklentisi de var. Marmara denizinden fay hattı geçiyordu hani? Eee? Oyuyorlar? Bir tüp geçit daha yapılacaktı... Ya da yapıldı ben bilmiyorum.
Ne olacak bu şehir? Dibini durmadan oyuyorlar, üstüne durmadan gökdelen dikiyorlar. Ay bir de ‘çılgın kanal’ projesi vardı değil mi? Nereden esmiştir? Neden esmiştir? Ekosistemi bozmak bir yana, Terkos gölünün kurumasını göze alarak, gitgide devleşen bu acayip şehri bir de susuz bırakmak kimin fikridir? Üç aylık suyumuz kalmış biliyor musunuz? Yağmur duasına mı çıksak ne yapsak? Bu nasıl yanlış, nasıl çarpık bir şehirleşmedir? Vatandaş olarak bir kişi de çıkıp “Pek memnunum, pek güzel oluyor” dese içim yanmayacak. Zaten vatandaşı dinleyen kim? Keşke vaktinde babam inşaatçı olsaydı, kardeşim de onun işini sürdürseydi, ne biçim köşe olurduk şimdi. İplemezdik bile o zaman, çarpığını, düzgününü.
Bu günlerde, kendimi zorlayarak, Salman Rushdie’nin ‘Utanç’ adlı kitabını okuyorum. Bakın, ben o “Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?” sorusunu “Kitap okurum” diye cevaplandıranlardan değilim. Ben boş zamanım olursa, boş boş otururum. Kitap okumak özel olarak zaman ayrılması gereken bir şeydir. Ay niye dedim ben bunları? Haa, ‘kendimi zorlayarak’ sözüne takıldım yazdıktan sonra. Bu yazı çizi işleri gözlerimi yoruyor da zorlanmam ondan, yoksa kitap çok etkileyici, adam çok iyi. Gerçi biraz yoruyor okuyucuyu ama bu; başına gelenlerden sonra, ‘zülf-i yar endişesiyle’, onu biraz ‘ustam nasıl oynayayım’cı yapmış olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu durum, ülkemiz koşulları düşünülünce, pek de anlaşılır bir şey. Neyse, niye birden buraya atladığımı açıklayayım.
Kitabın bir yerinde yazar, kahramanlarından birinin, uzun süre uzak kaldıktan sonra Karaçi’ye döndüğünde karşılaştığı manzaradan nasıl etkilendiğini anlatıyor. Ne rastlantı ki o da şehri bir kadına benzeterek tarif ediyor. Aynen yazacağım, tıpkı İstanbul değil mi? Siz karar verin.
“Başkent büyümüş, Karaçi şişkolaşmıştı, öyle ki baştan beri orada oturanlar artık bu obez acuze metropolise baktıklarında, gençliklerinin dal gibi genç kız şehrini tanıyamıyorlardı. Sonu gelmez yayılmasının muazzam, yağlı katmerleri, ezelden beri var olan tuzlu bataklıkları yutmuştu (Biz bunun yerine kıyılarımızı koyabiliriz) kumsal boyunca, zenginlerin rengârenk sahil evleri, (Buna da gökdelenleri ekleyebiliriz) çıban gibi patlamıştı. Fazla abartılmış cazibesi yüzünden, bu boyalı hanıma koşa koşa gelen, sonra da fiyatının onlar için fazla yüksek olduğunu gören genç adamların asık suratıyla doluydu sokaklar. Alınlarına müsamahasız, vahşi bir şey oturmuştu ve sıcakta (bunu da ‘gece’ yapabiliriz, gerçi olması yakındır ama ne de olsa İstanbul her zaman sıcak değil) hayal kırıklıkları arasında yürümek ürkütücüydü.”
Nasıl? Adam sanki İstanbul’u tarif etmiyor mu? Ama benzetmeler ne kadar yerinde değil mi? ‘Obez acuze’ ‘yağlı katmerler’ ‘çıban gibi patlayan’ binalar... Ah çok etkilendim çok. Okudukça, İstanbul’u düşündüm hüzünle... ki artık onu dinlemek bile istemiyorum.
Geçenlerde, yurt dışında yaşayıp da bir türlü kopamayanlardan olan bir dostum, sıkça gidip gelmelerinde orada burada kalmak istemediğinden, geçen yıl satın aldığı stüdyo tipi evine davet etti beni. Yer; Vadistanbul. İlk defa gördüm. Gözlerime inanamadım. Orası İstanbul değil. Hatta Türkiye bile değil. Gözlerini bağlayıp götürseler, başka bir ülkeye geldim sanır insan kendini. Var böyle başka yerler, Sabiha Gökçen Havalimanı’na giderken görmüştüm birkaç kez. “Ay bilimkurgu filmlerinden fırlamış gibi her biri... Ama ilk kez bunlardan birinin içine girdim. Balkonda oturunca karşıda, havarayların, üst geçitlerin arasından hüzünle gülümseyen bir orman manzarası var. “Bak bu görünen de Belgrat Ormanı” dedi arkadaşım. “Ah” dedim “ah... bu oturduğumuz yer de Belgrat Ormanı farkında değil misin?” Kuş bakışı, kuş kadar görünen güzelim Belgrat Ormanı...
Bütün büyük şehirlerin kaderidir bu diye düşünenler olabilir ama hayır, bu kadar değil. Böylesi değil. Bu insafsızlıktır, bilinçsiz bir açgözlülüktür. Bir gün birileri bu gidişata “Dur” diyemeyecek mi? Siz bu dediklerimi abartılı buluyorsanız ya da koca İstanbul’u o açıdan inceleyemeyecek konumdaysanız, ya da dikkat bile edemiyorsanız; Yassıada’ya şöyle bir göz atın. Başka sözüm yok.