15 Nisan akşamı, ansızın Paris’te yaşayan bir arkadaşımdan bir video geldi. İnce uzun bir kuleyi alevler sarmış. Neresi olduğunu anlamaya çalışırken de çatır çatır yıkıldı. Etrafta bulunan binaların üstünden çekilmiş, yalnızca kule görünüyor. Ben burayı tanıyor gibiydim, yoksa... yoksa... Aman Allahım, olabilir miydi? “Neler oluyor?” gibi bir soruyu ancak yazabilmiştim ki, yürek yakan fotoğraflar ardı ardına dökülmeye başladı. Güzelim Notre Dame Katedrali cayır cayır yanıyordu. Hemen haber kanallarına baktım, daha tık yoktu. Kısa bir süre sonra başladı tabii ama sosyal medya vızır vızır işliyordu bile. Ben o ilk andan sonra resmen, canlı yayın izlemeye başladım olayı. Arkadaşım, oradaydı, bir yandan bana laf yetiştiriyor, bir yandan olanı biteni çekiyordu. Etraftaki insanların sesleri, sirenler, çatırtılar... Öyle etkileyiciydi ki gözyaşlarımı tutamadım. Onu ilk kez gördüğümde de gözyaşlarımı tutamadığımı hatırladım sonra. İyi ki de görmüşüm vaktinde.
Birkaç yıl önce dünyanın her yerine dağılmış, lisedeki sınıf arkadaşlarımızla Paris’te bir araya gelmiş, hasret gidermiş, birlikte gezip tozmuştuk. Bir gün Seine nehrinde tekne turundayız, hafiften bir yağmur çiseliyor. Bizim hatunlar içeride özlem dolu gevezeliklere dalmışlar. Kimine katılıyorum, kimi hiç ilgimi çekmiyor, hepsi farklı köprüleri fotoğraflamaya çalışıyorum. Derken, sevgili Marten Yorgantz (o da bizimleydi) yavaşça yanıma geldi ve “Bence sen şimdi dışarı çıkmalı ve sağ tarafta durmalısın. Birazdan Notre Dame görünecek, bunu kaçırmak istemezsin” dedi. Hemen dediğini yaptım ve aman kaçırmayayım diye dikkat kesildim. Ki kaçırmak ne mümkünmüş meğer... Öyle bir ihtişamla belirdi ki sağdaki tepede, dilim tutuldu. Canlı gibiydi. Muhteşem bir yaratık gibiydi. Doğru dürüst bir fotoğraf bile çekemeden hayranlıkla bakakaldım, biz uzaklaştıkça küçülerek kaybolup gidene kadar bir an bile gözlerimi ayıramadım. Gözyaşlarım, çiseleyen yağmura karıştı. İşte o anları asla unutmadım. İçeri girdiğimde arkadaşlarım şaşkınlıkla yüzüme bakıp “Ne oldu sana yahu? Tokat yemiş gibisin” dediler. “Notre Dame’ı gördüm” diye geveleyince de büsbütün şaşırdılar. Ben ne yapıp edip, mutlaka onu yakından görmeliydim.
O gün müydü ertesi gün mü hatırlamıyorum, Eiffel’e çıkmaya karar verildi. Eh Paris’e gitmişsen Eiffel’i yakından görmesen olur mu? Benim aklım Notre Dame’da ama kimse hevesli görünmüyor. Neyse gittik Eiffel’e, altında durduk, bir bilet kuyruğu var, aklınız durur. Yukarı çıkacağız ama o kuyruk yarım saat sürermiş, sonra da asansör kuyruğu var, o da elli dakika sürermiş. Üstelik de o gün hava rüzgârlı olduğundan yalnızca ikinci kata kadar çıkmaya izin varmış. Ne olacak yani Paris’e tepeden bakarsak? Yok kardeşim o kadar beklemek bana göre değil. “Ben Notre Dame’a gideceğim, kararlıyım, taksi tutacağım, gelen var mı?” dedim. Bir iki kişi razı gelince, orada yaşamakta olan arkadaşımız bizi arabasıyla götürmeye karar verdi. Ne de olsa misafiriz. Neyse nihayet, gittik.
Kapısının önünde durup başınızı yukarı kaldırdığınızda, kalbiniz yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor. Kalabalıkla içeri girdiğinizdeyse, etraftakiler bir anda yok oluyorlar sanki. Uğultu gibi gelen tüm dış sesler kesilsin istedim o an, tek başıma köşesini bucağını dolaşmak istedim. Gördüğüm filmlerin etkisi belki, Victor Hugo’nun başarısı kuşkusuz, bu derece etkileyici kılıyor mekânı. Ama bir garip gücü var oranın ki vaktinde Victor Hugo’yu da etkilemiş olmalı ki öyle bir eser yaratmış. O her fotoğrafta gördüğümüz malum ön yüzü güzel tabii ama o tekneyle geçerken bana tokat atan arka taraftaki görüntü var ya o muuuhteşem bir şey. Oraya kadar gidip köşe bucak dolaştıktan sonra o arka tarafı da yakından görmek istedim. Bizimkiler bıktılar, tam karşısındaki cafe’ye girdiler. Tek başıma gidip bakmaya cesaret edemedim, o kadar büyük ki ta oralara kadar gidince başka bir semte varıyorsun adeta. Paris’te yaşayan başka bir arkadaşım olan Murat’ı aradım hemen, dükkânının o civarda olduğunu biliyordum. “Ne zaman ihtiyacın olursa gelirim” diyerek numarasını vermişti. On dakika içinde gelmişti bile. Nasıl bir keyifle incelemiştim o muhteşem arka yüzünü...
O cayır cayır yanan kule ve çatı tahtadandı. Paris’te eskiden var olan, şimdi yerinde yeller esen ormanın en eski en dayanıklı ağaçlarından yapılmış. O yüzden ona ‘Paris’in ormanı’ derlermiş. O da kül oldu gitti. 850 küsur yıl ne depremlere, ne savaşlara dayanmış, günümüzün teknolojisini sindiremedi. Onarım çalışmaları esnasında kullanılan teknolojik aletlerin elektrik aksamlarından biri kısa devre yapmışmış. Yani bir kıvılcım ve koca bir tarih; puff!
450 itfaiyeci ve tüm halk el birliğiyle çalıştılar ve 8,5 saat sonra nihayet söndü. Milyarlarca maddi yardım varmış, 5 yıldır sürmekte olan bir arşiv çalışması yapılmışmış, her bir detay iyice bilinmekteymiş, aynısı yapılabilirmiş. Ve tüm değerli eşyalar dışarı taşınmışmış. Ben canlı yayın şeklinde izlerken bir ara müthiş bir patlama oldu. Arkadaşım “Ah galiba o dev vitray patladı” dedi. Oysa o başka birçok vitray gibi sapasağlam dayanmış. Daha sağlam olsun diye demirden mi çelikten mi yapılması tartışılan o dantel misali oymalı tahta kulenin tepesinde flash dedikleri bir ok, onun da tepesinde demir bir horoz vardı. O da sapasağlam çıkmış enkazın arasından. Yangından sonra en küçük bir kıvılcımı tespit eden robotlar göndermişler içeriye. Daha önceleri neredeydiniz, demez mi insan?
Neyse, tastamam onarılmasını görmeye ömrüm yeter mi bilmem. İyi ki vaktinde görmüşüm. O kuleyi kesin çelikten yaparlar. Uluslararası bir anlaşmaya göre onarılan her eski eser için, onarıldığı dönemim malzemeleri kullanılmalıymış. Van’daki Ah Tamar Kilisesi de öyleydi, Doğubayazıt’taki İshak Paşa Sarayı da... Sevimsiz paslanmaz çelik ve pleksiglas konstrüksiyonlar -af buyurun- at şeyine kelebek konmuş gibi duruyorlardı. Bu gün de bir arkadaşım, tarihi dokusu yerle bir olmuş Diyarbakır’ın ve yıkılmış bir kilisenin fotoğrafını gönderdi.
Ah iflah olmaz insanoğlu ah!