Yorgo Andoniadis için
“Hoca... Fıstık gibi bir yer buldum, hazırlan, dalacaz beraber” dedi miydi, ne şık giyinmiş olmanın önemi kalırdı, ne taze makyajın, ne yeni ütülenmiş saçların. O yıllarda bele kadar salıverilmiş saçlar ütüleniyor, fön lüksü evlere girmemiş daha. 70’ler. 20’li yaşlar. ASSK Burgaz. Ben yüzme öğretmeniyim. “Hoca” demesi ondan. Feci dalıyorum, ciğerlerim bomba gibi, kimseler yenemiyor beni. Maraton şampiyonu Bora Özkök’ü bile yenmişim. İddia üzerine ikimizi suya sokmuşlar, tepemize dikilip kronometre tutmuşlar. Öyle yüzmeden, bir yerde durup nefes tutmak kolay değildir. Hedef belirlemek gayret verir, güç verir.
Ne hissettiğim, bu gün gibi aklımda. Bora’yla yüzyüzeyiz, kulübün iskelesinin ayağına tutunmuşuz. Hiç zorlanma belirtisi görmeyince yüzünde, daralır gibi oluyorum önce. Yukarı doğru bakıyorum, üzerimize eğilmiş kafalar görüyorum, Yorguli’yi seçiyorum, başparmağıyla ‘çok iyi’ gibi bir işaret yapıyor. Cesaretleniyorum. Akabinde Bora ağzını açıyor, ilk baloncuk çıkıyor, yüzünü buruşturuyor, bana bir rahatlama geliyor. Sonra pof diye salıveriyor nefesini ve yukarı fırlıyor. Oh, bundan sonrası saliseyle bile olsa, yenmek demek artık, patlayana kadar dururum. “Ulan boğulacak karı” diye saçımdan tutup yukarı çekiyor Bora, sinir içinde, bütün tikleri ayakta (tik’i vardı) ve “Aslanım Hoca beee!” diyen Yorguli’nin sesini duyuyorum. “Dedim size değil mi?” diyor, bahsi kazanmış. “Sen de denesene” diyorlar, Bora küfür ediyor. “Gerek yok, ciğer ölçülerimiz tutar bizim, o yendiyse ben de yenerim.” “E o zaman Hoca’yla ikiniz yarışın” diyenlere cevabı ise “Ben onunla yarışmam, ben onunla birlikte dalar keyfini yaşarım” oluyor.
Böyle çok özel bir keyfimiz vardı gençlikte o körük ciğerli, güzel yürekli koca adamla. Bana göre devdi canım Yorguli. Gençliğimizin Demis Roussos’uydu. Omuzuna otursam kuş konmuş gibi kalırdım ama ciğerlerimiz eşitti. Güzel bir aşkları oldu sevgili Silva’yla, evlendiler. Onlar da vatan bildikleri toprağı bırakıp gitmek zorunda kalanlardan... İyi ki son bir kez görebildim birkaç yıl önce, bir grup toplanıp Atina’ya gittiğimizde. Burgazada Sevgilim kitabımın ertesinde, anılar depreşince, bir dolu eski dost toplaştık Atina’da, geçen bulutu dert sandığımız, o güzel, o tasasız gençlik günlerimizi andık. Birbirimizin ak düşmüş saçlarını görmezden gelip, cıvıl cıvıl gençler olduk yeniden. Çok güldük çok ağladık, neredeyse bütün adanın orada olduğu o çok özel gecede. “Kız ne dalardık seninle, hatırlar mısın?” dedi Yorguli. Hatırlamaz olur muyum? Ve “Hani bir gün” diye başlayan ve unutulması mümkün olmayan maceralarımızdan birini anlattık etrafımızdakilere. Evet, size de anlatmalıyım, anlatıyorum. Bir dost gidince anılar depreşir ya, bu da onlardan.
Bir ara, Burgaz’la Heybeli’nin arasında da biraz Heybeli’nin kuyruk tarafına doğru, yabancı bandıralı pek fiyakalı, pek kocaman bir yat demirlemişti. Birkaç gün bakıp bakıp yüreğimizin yağlarının eridiği acayip lüks, gemi gibi bir yattı. Bir öğleden sonra, deniz faslını bitirip de giyinmiş, süslenmiş bir haldeyken Yorguli yanıma geldi “Hoca bu yat yarın gidiyormuş. Ben yanına kadar yüzdüm dün, bulunduğu yer çok güzel, tam bizlik valla, dalar mıyız? Hadi üşenme de mayonu giy gel” dedi. Üşenir miyim hiç? Hemen eve koşup, annemin uyarılarına tehditlerine aldırmadan mayomu giydim geldim. Girdik suya, ağır ağır, kendimizi yormadan keyifli keyifli vardık yanına. Burunun iki yanından salınmış çifte demirinin zincirine tutunup biraz dinlendik. Güvertede bizi izlemekte olan adama selam verdik “Bir, iki, üç” dedik ve daldık. Dibe kadar indik. Pek güzeldi, kumluktu, pırıl pırıldı. O yıllarda Marmara hep pırıl pırıldı. Yorguli “Altından geçer miyiz?” gibi bir işaret yaptı, daha nefes durumumuz idare ediyor. Epey derinlere kadar inen epey geniş teknenin altından süzüle süzüle geçtik. Diğer tarafta, dipten birer tutam yosun kopardık, vurduk ayağımızı yere, doğru yüzeye. Sonra büyük bir zevkle elimizdeki yosunu havaya fırlattık ve birbirimizi kutladık. Ve de o yandaki zincire tutunup sırtüstü uzandık ki iyice dinlenelim de kulübe dönerken tıknefes olmayalım.
Derken efendim öteki yandan gelen bir bağrışmayla irkildik. Birileri telaşla İngilizce bir şeyler söylüyor, birileri suya atlıyor, bir kargaşadır gidiyor. “Galiba” dedik “bunlar denize bir şey düşürdüler, hadi gidip çıkaralım”. Teknenin burnunu döndük, yanlarına yaklaştık. Amanın! Bizi gören feryadı basıyor. Biz yarıbuçuk İngilizcemizle “Durun, telaş etmeyin, kötü bir niyetimiz yok, yardıma geldik” gibi bir şeyler gevelemeye çalışırken anladık ki meğer bizi ararlarmış. Güvertede bizi izleyen adam bakmış ki iki kişi daldı ve de çıkmadı. E orası derin, tekne geniş, ne bilsin ki bizim ciğerler de geniş? Nasıl akıl etsin altından geçebileceğimizi? Anlayınca çok şaşırdılar, inanamadılar. İple ölçtüler 20 metreymiş. “Ohoo” dedik “20 metre bizim için ne ki?” “Ama teknenin eni de var... Ama tüpsüz...” İşte böyle.
Çok kasıldık sonradan. Pek keyiflendik. İnanmayanlar oldu. İspata kalktık. O yıllarda yarışların yapıldığı, iskeleyle çevrilmiş alan 50’ye 25’ti. Dinlenmişken boyuna dalardık, yorgunken enine. Neden hep beraber dalardık, bilmem. Belki birbirimizi tanık göstermek için, belki başımıza bir şey gelir endişesinden güvenlik için, hiç düşünmedik. Ama böyle bir dalma kardeşliğimiz vardı işte onunla.
Çok yandı içim ölüm haberini alınca. Birçok insanın içi yandı. Herkesinki kendine göre. Ölüm zaten acı veren bir şey ve çaresi yok ve her ölüm erken ölüm. Ama yaşıtların ölümü daha acı oluyor inanın. Evlat acısını saymıyorum, o hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Sıralı gidiş denen büyükanne, büyükbaba ölümleri genelde ilk şaşırtıcı acılarımız olur yaşarken. Sonra anne baba yaşıtları fena koyar, yaşıtların acısı ise cayır cayır yakar. Bu da öyle bir acı işte.
Canım dalma kardeşim, sen o diyarlarda ne yaptın bilmem ama ben senden sonra başka kimselerle dalmadım. Bu yaşta ise artık denemiyorum bile. Yalnızca “Biz eskiden Yorguli’yle ne dalardık be” demekle yetiniyorum. Güle güle güzel insan, güle güle kardeşim yolun ışık olsun. Allah sevenlerine sabır versin.