Ayşe Sarısayın’ın son kitabı “Denize Yazıldı” Ağustos ayı içinde Can Yayınları’ndan çıktı. Kitabın üç ana ekseni olduğunu söylemek mümkün: Sıra dışı bir kadın olan Elif Daldeniz Baysan’ın kişiliği ve çokdillilikle, çoğul kültürlülükle yoğrulmuş yaşamöyküsü; dostlarıyla beraber Heybeliada’da, “adaevinde” kurdukları farklı yaşam biçimi ve “seçilmiş aile” kavramı; genç yaşta aramızdan ayrılmasına neden olan ölümcül hastalığı karşısındaki duruşu ve çevresinin bu süreçte ölümle baş etme çabaları...
Heybeliada’lı iki yazar, Ayşe Sarısayın ve Yiğit Bener adadaki yaşamı merkeze alarak bu üç eksenin kesişme noktalarını konuştular...
Yiğit Bener: Sence Elif’i Heybeliada’yı yaşam mekânı olarak seçmeye iten etkenler nelerdi? Başka bir deyişle, ada yaşantısı ve gelenekleriyle Elif’in yaşamöyküsünün kesişme noktaları nelerdi?
Ayşe Sarısayın: Ada yaşamını cazip kılan nedenlerin çoğu, hepimiz için ortak sanırım: Büyük kentin kalabalığı, gitgide artan keşmekeşi, yeşil kıyımı, beton kuşatması... Öncelikle bu karmaşadan uzaklaşma, nefes alma isteği. Doğayla iç içe yaşamak, rüzgâra, denize, martılara kulak vermek... Daha ötesi de var elbette: Ana karayla aramıza giren mesafe, dayanışmayı da gerektiriyor, anılarda kalmış mahalle hayatını yeniden öğreniyoruz. Ada yaşamında tuhaf bir ikilem var, bizi çeken de bu olsa gerek: Kalabalıklardan kaçmak, yalnız kalmak için gittiğimiz adada, farklı bir anlamda dışarıya açılıyoruz. Öte yandan sürgit iç yolculukları...
Elif’in iki ülke-iki dil arasında geçen çocukluğunda hem Türkiye’deki dede-anneanne evi, yani büyük aile, kalabalık sofralar var, hem de Almanya’daki babaevinin dört kişilik çekirdek aile yaşantısı. Kalabalık aile özlemi, adada karşılık buldu sanırım. Adalardaki doku gitgide değişse de farklı kültürlerin izlerine rastlanıyor hâlâ; bu yönüyle de Elif’in değişik kültürlere, inançlara açık yapısına uygun bir yerleşim.
Adaevini ve oradaki ortak yaşamı altı kişi, hep birlikte kotardık, bu kitabın yazılmasına neden olan ve kitabın omurgasını oluşturan ada masalını birlikte yaşadık. Dolayısıyla bu soruların yanıtlarını birlikte arayabiliriz. Üstelik senin çocukluğunda da iki ülke, Fransa ve Türkiye arasında geçişler var...
Yiğit Bener: Elif’le önemli ortak noktalarımızdan biri çevirmenlik mesleğiyse, diğeri de her yerde hem yabancı hem kendi evinde dünya vatandaşı olma özelliğiydi. Heybeliada ise hem bizlerin bu “yabancılık” duygusundan arındıran hem de ayrıksılığımızı umursamayan zaman ötesi, kucaklayıcı bir mekân. Ayrıca denizi oğluna Deniz adını koyacak kadar seven bir kadın olarak, tüm kıtalara açılan denizin ortasında yaşamaktan mutluydu Elif.
Adaevinde oluşturulan “seçilmiş aile” kavramını Elif’in nasıl yorumladığını düşünüyorsun?
Ayşe Sarısayın: Az önce de değindiğim gibi, büyük aile özlemi adaevinde oluşturduğumuz “seçilmiş aile”de buldu karşılığını. İşin tuhafı, başlangıçtaki seçimler büyük ölçüde rastlantısaldı; değerlerimiz ortak olsa da birbirimizi pek fazla tanımadan bir araya geldik, tanıma sürecinde zorlandık, hatta çatıştık da kimi zaman, ancak ada ortamının da verdiği enerjinin, birleştirici gücün yardımıyla asla pes etmedik. Her bir ferdinin kendi payına düşen bedeli ödediği, kendiliğinden değil de emekle, ilmek ilmek örülmüş “seçilmiş aile” böyle oluştu.
Elif’in geçmişindeki iki farklı ülkeye, dile ve kültüre, daha sonra eklenen başka diller ve kültürler de var. Farklılıklara tanık olurken gelişen “öteki”ne saygı duygusu, anlama isteği ve merak var. Bir yazısında dile getirdiği gibi, çalışma alanı olarak çeviribilimi seçmesinde “gel-gitler çocukluğu” da belirleyici bir ölçüde. Çocukluğunun gel-gitlerini, iki ülke-iki dil arasındaki zorlayıcı geçişleri sonradan bir zenginliğe dönüştürmeyi başarmış. Bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyor: “Noel’i dini sebeplerle kutlamıyoruz, ama kültürel olarak Noel için her şeyimiz hazır. Yıl sonunun mistik havasını, daha önceleri ‘ateist’ düşüncenin hâkim olduğu evimize getirmeye çalışıyorum, çünkü bunu bir zenginlik olarak görüyorum, Alman köklerime müteşekkirim bu yüzden.” Adada “altı benzemez” olarak kurduğumuz yapıda hepimizin dostluğa bakışı aynıydı belki, dünya görüşlerimiz de öyle, ama her birimizin sadece karakteri değil, geldiği yer, kökleri, geçmişi farklıydı. Bu mozaik yapı, birbirimizden farklı oluşumuz da “seçilmiş aile”yi özellikli kılmış diye düşünüyorum.
Yiğit Bener: Adaevinde bir bakıma mesleğiyle farklı kültürlerin bileşkesinden oluşan yaşamını buluşturuyordu Elif, çünkü her birimiz kendi farklı kimliğimizi, özgün duygu ve düşüncelerimizi diğerlerinin özgün diline çevirerek birbirimizi anlamaya çalışıyorduk, zamanla bu ayrı dillerimizi de öğrendik hep birlikte.
Ölümcül hastalığıyla mücadele sürecinin büyük bir kısmını adaevinde geçirmesi, Elif için ne ifade etti sence? Ölüm kavramıyla yüzleşmede “seçilmiş aile”nin yaklaşımıyla geleneksel ailelerin yaklaşımı arasında farklar var mı?
Ayşe Sarısayın: Görebildiğim en büyük fark, birbirimize destek olmaya çalışırken, tercihlerimize, kararlarımıza saygı duymak, müdahale etmemek olsa gerek. İhtiyaca göre üstlenilen roller hep aynı kalmıyor, değişen ihtiyaçlara göre daha kolay değişebiliyor galiba.
Bu yapının Elif için ne ifade ettiğini, o dönemdeki yazışmalarımızda görmek mümkün. “Adaevine gelip giden birçok insanın gıpta ettiği bir birliktelik halini oluşturduk şu son üç yılda. Bu birlikteliğin insanı nasıl yaşama bağladığını, kişiye nasıl umut ve güç verdiğini, biz alt kattakiler son altı ayda tenimizde yaşadık,” diyor örneğin. “Bana hayatta kuyruğu hep dik tutmak yerine, yardım istemenin de bir erdem olduğunu öğrettiniz...” diyor bir başka e-postasında. İki yıla varan bu dönemi aynı soruna odaklanmış, birbirimize kenetlenmiş ve elimizden geleni yapma çabasıyla geçirmemizin önemini yadsıyamam elbette, ancak Elif’in sıra dışı kişiliğini de vurgulamak gerek. Elif’in ölümünün ardından yazdığın bir yazıda sen de dile getirmiştin bu özelliğini. “Ağır hastalığını ve yaklaşan ölümü karşılayışı herkes için gerçek bir ders niteliğindedir,” diyordun. “Bir buçuk yıl boyunca her gün bedenine ilaç niyetine zehir aldığı, ağır yan etkilere maruz kaldığı halde bir gün olsun adamakıllı isyan ettiğini, hatta yakındığını duymadık hiçbirimiz...”
Ama şu da var; sonrasında yaşadığımız yas sürecinde “seçilmiş aile” de merhem olamadı kaybın açtığı yaraları sarmaya... Ne yaptıysak başa çıkamadık bir eksikle yaşamayla...
Yiğit Bener: Ölüme giden süreç bizleri Elif’in etrafında kenetledi. Sonrasındaysa savrulduk, çünkü kaybımız ortak olmakla birlikte her birimizin bireysel yas süreci farklıydı. Kahkahalarla, koşa koşa gittiğimiz o adaevi kayıp duygusunu simgeleyen bir matem yerine dönüştü.
Ayşe Sarısayın: Evet, toparlanmamız da çok uzun sürdü.
Yiğit Bener: Bana kalırsa “seçilmiş aileyi” tamamen dağılmaktan alıkoyan ve sonunda toparlayan yine Elif’in anısı oldu. Elif Adaevinde senin tabirinle hep “bir eksik mor” olarak kalacak ve orası belki bize artık sadece matemi ve yokluğunu hatırlatacaktı. Öte yandan, yas süreci boyunca Elif’in ada dışındaki dostlarıyla da farklı bağlar kurduk, Elif’i daha farklı yönleriyle yeniden keşfettik, yitirdiğimiz dostumuza bir bakıma yeniden kavuştuk. Bu süreci taçlandıran da işte senin Elif’i bilmediğimiz yönleriyle de tüm dostlarına yeniden kazandıran, bir bakıma hepimizin anılarını, sevgisini ve yasını bir potada eriten, bizleri bir ölçüde sağaltan Denize Yazıldı kitabın oldu. Adaevi bu sayede hem “bir eksik mor”u bağrına basıp hem de yeni dostluklara da kucak açarak yeniden canlanmaya başladı.
Ayşe Sarısayın: Gerçekten böyle olduysa ya da olacaksa zamanla, ne güzel...
Yiğit Bener: Son olarak, Denize Yazıldı’yla senin daha önce kaleme aldığın Çok Şey Yarım Hâlâ ya da Erdal Öz: Unutulmaz bir Atlı, hatta O Aşk Dinmedi gibi eserlerin arasında temel bir bağlantı olduğunu düşünüyorum. Her birinde, yaşamöyküsünü ele aldığın aydın bireyin yaşantısıyla ürünleri ve temel uğraşı arasındaki bağların izini sürüyorsun, ona hem çevresinin gözünden bakmaya çalışıyorsun hem de kendi ilişkinizi ve duygularını kendine özgü anlatım yöntemleriyle ele alıyorsun, kendi tabirinle “anıları yoruyorsun”, bu bütünü ise yaşama dair daha genel kavramların bağlamına oturtuyorsun. Bu yaklaşım aslında öykülerinde ve romanında da daha örtük biçimde kendini gösteriyor. Senin için yaşamla yazı arasında ve yazıyla yaşamı ve ölümü -yok oluşu- sorgulama arasında nasıl bir bağlantı var?
Ayşe Sarısayın: Soruların en zor olanını sona saklamışsın sevgili Yiğit Bener! Yaşamla yazı arasındaki bağı açıklayabiliyorum az çok –ki seninle de sıkça konuştuğumuz konulardan biridir bu... Yaşadıklarımızın, sadece yaşadıklarımızın da değil, okuduklarımızın, izlediklerimizin, tanıklık ederek biriktirdiklerimizin yazıya yansıması, kimi zaman biz farkında olmadan metne “sızması”, kimi zaman –Denize Yazıldı’da olduğu gibi- neredeyse hiçbir değişime uğramadan aktarılması. Ya da senin Heyulanın Dönüşü romanındaki cenaze bölümü, kitapta da geçer, önce yazıldı da sonra yaşandı sanki!.. Elif’in cenazesi, o gün yaşanılanlar kurgu bir sahneyi gerçek kıldı adeta. “Yaşadıklarımızı yazarken, yazdıklarımızı mı yaşıyoruz?” sorusu...
Yazmak öncelikle kendimizi, ama elbette ki yaşamı da sorgulama sanatı, insanı anlama çabası. Ölüm ya da ölümlülük meselesi de yaşamın bir parçası, sonucu. Yaşamımda izler bırakmış, çok değer verdiğim edebiyat insanlarının –biri erken kaybettiğim babam, öteki geç tanıdığım, kısa sürede iyi bir dostluk kurduğum bir yazar, yayıncı- yaşamöykülerini yazma çabamda, yok oluşa bir tepki de vardır içten içe. Yok oluşa, yok oluşla unutulmaya... Sevgili dostum Selim İleri’nin edebiyattaki 50. yılı için kitapları üzerinden yaptığımız nehir söyleşi, O Aşk Dinmedi aynı formatta olmasa da, yazı-yaşam ilişkisi üzerinden onun yaşam serüvenine dair izler de taşıyor, haklısın. Yıllar yılı okuduğum, izlediğim bir yazarla, kitaplarını, hakkında yazılanları art arda okuyarak, anlattıklarını dinleyerek yeniden tanışma...
Denize Yazıldı önceki çalışmalardan farklı bir yerde durmakla birlikte –Elif çok daha sınırlı bir çevrenin tanıdığı, bildiği bir isim- beni bu kitabı yazmaya yönlendiren temel duygu aynı... Hemen her hayatın biricik olduğuna, eğilip baktığımızda her hayatın içinde onu biricik kılan yaşanmışlıklar göreceğimize inanıyorum. Elif’in hayatı, bu hayatlardan biriydi, üstelik gerek sıra dışı kişiliğiyle gerek akademik alandaki özgün çalışmalarıyla ardında derin izler bırakmış biriydi Elif. Bu kitabın yazılması fikri, Serhat Baysan’ın önerisiyle, Elif’i kaybettiğimizde henüz yedi yaşında olan oğulları Deniz’e annesini anlatmak üzere oluştu, ardından başka bir yola evrildi; yakınlarının katkılarıyla bu şekle büründü. Ancak tüm bunların ötesinde, Elif’in gidişiyle adaevinde oluşturduğumuz “o muhteşem hayat”ın değişmesi, bir insanın ölümünün benim şimdilik devam eden hayatımı da değiştirmesi de var. Bu değişim hem yazmaya zorladı beni, hem de yazmamı engelledi –araya uzun kesintiler, sancılı bekleyişler girdi. Pes etmeyip devam edebildiysem, yine adaevi ailesinin yüreklendirmeleri, desteği sayesinde. Noktayı koyabilmemde ise senin, yani editörümün katkısıyla...
Denize Yazıldı, yaşam ve ölüm sorgulamasının yazıyla en yoğun ilişkilendiği ve yazma sürecini en çok etkilediği çalışmam oldu galiba...
Söyleşi: Yiğit Bener