Kudüs’ün Zeytindağı bölgesini, İsa’nın son akşam yemeğini yemeden önce dinlendiği zeytinlik ve yanı başındaki soğan mimarisi ile Rus tarzında yapılmış kiliseyi görüyor, içindeki ilginç tasvirleri seyrediyoruz.
Bugün Harem-ül Şerif’in (Mescid-i Aksa) bulunduğu yerde kurulan, yıkılıp tekrar kurulan sonra tekrar yıkılan Hz. Süleyman Tapınağı’nın Batı duvarı Yahudilerce kutsal sayılarak ‘Ağlama Duvarı’ deniyor, Yahudiler burada kaybettikleri tapınağın yasını tutuyorlar. Bu duvarın yer altındaki kısmında ise yaklaşık 500 metrelik bir tünel yer almakta. Duvarın taşlarının arasına küçük kağıtların içine yazılmış dilekler sıkıştırılıyor. Ağlama Duvarı’na doğru ilerlerken Yahudi çocuklarının çocukluktan çıkışı 13 yaş töreni olan Barmitzva törenini yapan bir grubun ilahiler eşliğinde başlarında kipalar ile ilerleyişine şahit oluyoruz.
Girişte tek sıra halinde bir kapıdan geçiyoruz. Erkekler ayrı, kadınlar ayrı bölümlerden giriyorlar. Ağlama Duvarı’nın önüne geliyoruz. Yahudi erkeklerin bir kısmı saçlarını yanlarından bukleler halinde uzatmış, başlarında genelde kipa denilen küçük takkeler veya siyah geniş farklı şapkalar var. Bu çeşitlilik bağlı bulundukları tarikata ve geldikleri yere göre değişiyor. Kalpaklılar Polonya Yahudileriymiş. Genellikle siyah takım elbise beyaz gömlekli; bazılarında alın hizasında siyah plastikten kutu gibi bir şey bağlı. Dindar Yahudi erkekleri kadınlara dokunmayı ve el sıkmayı günah sayarmış. Kadınların kıyafetleri kapalı, başlarında genelde bir şal veya türban var. Dindar olanların bazıları saçlarını kazıtıp peruk takıyor. Saç telinin görünmesini istemiyorlar. Bu tarz giyimli Yahudileri Tel Aviv’in dindar mahallesinde görmüştük. Kudüs’te ise bolca görüyoruz. Dilek dileyenler saygılı bir kendini kaptırmışlık içinde kimi hafif sallanıyor, bir kısmı başını duvara vuruyor, dualar okuyor.
Daha sonra demirli döner kapıdan kontrol memurlarının tetkikinden geçiyor merdivenlerden çıkıyor bir köprüden geçiyoruz. Hassas bir bölgedeyiz etrafta ağır tüfekleri ile İsrail askerleri var. Seyahatimizden henüz bir hafta önce tam burada çıkan çatışmada ölen ve yaralananlar olmuştu. Neyse ki rehberimiz buralara ve konuya çok hakim üst düzey bir rehber. Bizi herhangi bir tehlike ile karşılaştırmaz diyor ve ona çok güveniyoruz. Kendisi eski bir Adalı. Liseyi İstanbul’da okumuş, aynı kültürde yetişmişiz, bizden biri. Sonra İsrail’e yerleşmiş. Türk gruplara buraları tanıtıyor. Avlu kısmı herkese serbest. Sadece Müslüman olanlar başımız örtülü ve muhafazakâr kıyafetler içinde Mescid-i Aksa’nın avlusundan Camiye doğru yürüyoruz. Burada Süleyman mabedi varmış. Önce Romalılar Zeus tapınağı, daha sonra tapınak şövalyeleri bir kilise inşa etmek için mabedi yıkmışlar.
Mescid-i Aksa’nın içine giriyoruz. Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler ve Memlukler zamanlarında bir ilim merkezi haline getirilmiş ve birçok İslam aliminin yetişmesine vesile olmuş Mescid-i Aksa, en son 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü ele geçirmesiyle Osmanlıların hakimiyeti altına girmiş ve tamiri, bakımları yapılmış, çinilerle süslenmiş. Sadece Müslüman olanları içeri alıyorlar. Bir grup Yahudi içeri girmek istiyor, kadınlar çığlık çığlığa Allahu Ekber sesleri ile engel oluyorlar. Ortam gerginleşiyor. Her dinin kutsal saydığı bu mekân paylaşılamıyor gibi. Avludaki askerler sakinliklerini koruyor, başımıza bir şey gelmeden bu defa da Kutbet-ül Sahra’ya doğru yürüyoruz. Avludan sonrasına yani caminin içine Müslüman olmayanları almıyorlar. Burası Müslümanlar için çok önemli. Hz. Muhammed’in Miraca yükseldiği yer.
Dışarı çıkıp bir falafelcide karnımızı doyuruyor, üzerimize çökmüş olan gerginlik ve kutsiyet, teslimiyet karışımı garip psikolojiden kurtuluyoruz.
Sonra Kıyamet Kilisesi’ne gidiyoruz. Hz. İsa’nın burada öldüğüne, buraya gömüldüğüne, burada dirildiğine ve buradan göğe yükseldiğine inanıldığından Kilise’nin Hıristiyanlar için önemi büyük. İşte bu yüzden, Kudüs’ün Hıristiyan cemaatleri Kilise’yi bir türlü paylaşamıyorlar. Hangi cemaatin, Kilise’nin hangi bölümünü, ne kadar süreyle kullanacağına dair çekişme o kadar eskiye dayanıyor ki, bir zamanlar buraları yöneten Osmanlılar, Kilise’nin cümle kapısının anahtarını Müslüman bir aileye vermişler. O günden bugüne gelenek bozulmamış, kapı her sabah törenle açılıp, her akşam törenle kilitleniyor.
Kapıdan girer girmez, hemen karşıda, yerde, Hz. İsa’nın cansız bedeninin çarmıhtan indirilip üzerine yatırıldığı söylenen büyükçe dikdörtgen bir taş var. Taşın etrafı ise mahşer yeri gibi. Dünyanın dört bir köşesinden gelen Hıristiyan hacılar, bu taşı öpüp, okşayıp, başında mum yakıp, taşın başında dua ediyorlar. Bir cemaatin ayini başlıyor. Papazlar dualar okuyorlar. Alev alev yanan bir mum dağından saçlarımızı zor kurtararak dolaşmaya devam ediyoruz. Her cemaatin ayrı bölümlerini görüyoruz.
Kudüs’ün dar sokaklarında dolaşıyoruz. Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı benzeri çarşılar, dar sokakların kenarına dizilmiş dükkânlar arasında kendimi Tahtakale veya Mahmutpaşa’da zannettiğim de olmuyor değil. Güzel olansa bu otantik yapının korunmuş olması. Hava 28-30 derece civarındayken begonvilli avlulardan geçiyoruz. Durup soğuk limonata içiyoruz. Kapalı çarşının bazı yerlerinde Romalılardan kalan sarnıçları görebiliyoruz. Bizdeki gibi medeniyetler üst üste kurulmuş. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce yürüdüğü rivayet edilen Azap Yolu’nu (Via Dolorosa) takip ederek yürüyoruz. Bu bölgede Müslüman ve Hıristiyan Mahalleleri neredeyse iç içe geçmiş durumdalar.
Daha sonra davudi sesli Kral David’in (Hz. Davut) mezarına gidiyoruz. Yahudiler ve Müslümanlar burada mezarı olduğuna inanıyor. Kilisenin dehlizlerinde ilerlerken erkek ve kadınlara ait ayrı bölümlerde Davut Peygamberin tabutunun devam ettiğini görüyoruz. Dindar Yahudi erkeklerin ilahileri kadınlar bölümünü ayıran paravanın arkasından duyuluyor. Tabutun üzerinde simden nakışlı bir örtü örtülü.
Sabah acele ile yerleşip hızla çıktığımız otelimize biraz dinlenmek için geri dönüyoruz. Yüksek katta bulunan odamızın balkonundan baktığımda ışıklar içinde büyülü bir Kudüs manzarası ile karşılaşıyorum. Ezan sesleri çan seslerine, çan sesleri hazan seslerine karışıyor. Bu şehrin, insanın iliklerine kadar işleyen uhrevi bir enerjisi var. Akşam yemeği öncesi Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırmış olduğu şehir surlarını duvarlarında seyredeceğimiz muhteşem bir ses ve ışık gösterisi var. Ilık havaya rağmen hafifçe çiseleyen yağmurdan korunmak için verdikleri yağmurlukları giyiyoruz ve bu harika gösteriyi izliyoruz. Batı Roma İmparatoru Jüstinyen, karısı Teodora ile aksediyor sur duvarlarına Bizans giysileri içinde. Yahudi Kralı Herod, Osmanlılar, İngilizler, Kudüs’ü zapt etmeye gelen Haçlılar, paylaşılamayan Süleyman Tapınağı ve Kudüs’ün tarihi gözlerimizin önüne seriliyor. Gösteri bitiminde eski tren istasyonunda yer alan şık ve modern bir restoranda yemek yerken yaşadığımız olağanüstü on iki saatin değerlendirmesini yapıyoruz. Sabaha karşı ezan sesiyle uyanıyor, uyku sersemi ile nerede olduğumu şaşırıyorum.
20 Ekim sabahı erkenden yine yollardayız. Çölde yolculuk yapıyor, ara sıra develere rastlıyoruz. Dünya mirası kabul edilen Massada antik şehrine gidiyoruz. Hava İstanbul’un Temmuz sıcaklığı derecesinde. Önce ilgili kısa film gösterisini izliyoruz. Ünlü Yahudi Kralı Herod’un inşa ettirdiği yüksek kayalar üzerindeki tapınak, saray ve surlarla çevrili bir yerleşim yeri Massada. Teleferik ile çıkılıyor. Tapınağın minyatüründe zamanına göre çok gelişmiş su sarnıçları, banyolar ve diğer bölümleri tanıtılıyor.
Buradan Ölü Deniz’e gidiyoruz (Lut gölü). Plaj tesislerinden tuzlar ile kaplı kumsal bölümüne traktörlere binerek gidiyoruz. Göle girmek fantastik bir deneyim, tuz oranı o kadar fazla ki asla batmıyor insan, hep havada asılı kalıyorsunuz. Gözümüze aşırı tuzlu göl suyunu kaçırmamamız için bizi uyarıyorlar. Bir ara suyun itmesi ile yüzükoyun dönüyorum, panik oluyorum. Suda ayağımızın bastığı yerler tuz katmanlarından oluşuyor, rehberimiz daha önce gittiği bir tesisin çöktüğünü anlatıyor. Gölden çıktığımızda cildimizin yumuşacık ve parlak olduğunu fark ediyoruz. Tesislerde duş alıp yolumuza devam ediyoruz. Komün yaşamının merkezi Kibutzları görüyoruz. Burada ortak üretim yapılıyor, kazanç paylaşılıyor.
Şehre dönüp Kudüs Müzesi’ne gidiyoruz MÖ 1. yüzyılda Herod dönemi Kudüs’ün en parlak dönemi olmuş. İçeride zengin bir Yahudi kültürü, dinsel ritüelleri anlatan eşyalar var. Mesela yeleklerden sallanan kordonlar yüzlerce dini kuralı hatırlatıyormuş (Kudüs sokaklarında bu yelekleri giymiş pek çok kişi görmüştük, çok genç erkekler yeleklerindeki ipler savrularak hoplaya zıplaya yürüyorlardı). 9 kollu şamdanlar, torolar, çeşitli ülkelerde yaşayan Yahudilerin giydikleri giysiler var. Antik çağa ait objeler, klasik ve çağdaş ünlü ressamlara ait geniş bir tablo koleksiyonu ve dönem mobilyaları ile Kudüs Müzesi oldukça zengin bir görünümde.
Akşam yemeğini bu defa Eski Kudüs’te yiyoruz. Bazı arkadaşlarımız bir restoranın ayrılmış bölümünde (Yahudi dinsel geleneğinde et ve süt mutfağı ayrılıyor) İtalyan tarzı yerken biz Kudüs’ün ünlü falafelcisi Moşiko’yu tercih ediyoruz. Eski şehirde insanların giysileri ve davranışları belirgin şekilde muhafazakâr. Yine de gençlerin takıldığı birkaç bar da var.
Ertesi günü sabah ilk durağımız Holokost Müzesi oluyor. 6 milyon Yahudi’nin Avrupa’nın göbeğinde öldürülmesi; sözün bittiği yerdeyiz. ‘Arbeit Macht Frei’ (çalışmak özgürleştirir) diyerek kandırılan insanlar. Çalışma kamplarının toplama kamplarına dönüşmesi, işkenceler, eziyetler; 250 kişinin tek bir odada uyumaya mecbur edilmesi, gaz odaları, insan yakma fırınları, dehşet, vahşet, fotoğraflar, video ve ses kayıtları… Zulüm, utanç, sadizmin doruk noktası, gözlerimden yaşlar boşanıyor, sözün bittiği yerdeyiz. İnsanoğlunun vahşi hayvanlardan kat be kat düşük noktası; onlar sadece yaşamak için öldürüyorlar, böyle sapkın bir amaç ve zevk için değil! Karanlık gökyüzünde parlayan ışık oldular onlar. İsimleri tek tek okunuyor ve biz karanlıkta el yordamı ile ilerliyoruz. Ve gün ışığına çıktığımızda sarsılmışız tüm bedenimizle...
21 Ekim sabahı bavullarımızı yanımıza alarak otelden ayrılıyoruz. Batı Şeria bölgesine geçeceğiz. Hz. İsa’nın doğduğu Bethlehem şehrini ziyaret edeceğiz. Kapıda güvenlik güçlerinin kontrolünden geçiyoruz. Sağ yanımızdaki upuzun sınır duvarı üzerinde televizyondan tanıdığım Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat ve Leyla Halid’i tasvir eden grafiti resimler, ağaçlar içinde tek katlı bahçeli güzel evler var. Hüzünlü ve yıpranmış, çok derin acılar yaşamış. Burada Arap etkisi çok hakim. Hediyelikçiler Arapça konuşuyor, nefis hurmalar satın alıyoruz. Bethlehem diğer adı ile Beytüllahim’de, Hz İsa’nın doğduğu varsayılan yerde, Roma döneminde yapılmış olan Doğuş Kilisesi’ne giriyoruz. İnsanlar eğilmiş mağara gibi bir yerde ilahiler söylüyorlar. Tam karşısında adaleti ile ünlü Hz. Ömer’in Camisi var. Sokaklarda falafel kızartıyorlar. Dönüşe geçiyoruz.
Dönüş 21.35 uçağı ile aynı havaalanından. 3 saat önce orada olmamız gerekiyor. Yol üzerinde en büyük tabaktaki humusu yaparak Guinnes Dünya Rekoru’nu kırmış olan Arap lokantasına uğruyor nefis Arap yemekleri ve ünlü humusunu ve tatlılarını yiyor, üzerine Arap kahvesi içiyoruz. Bahçelerinde begonviller açmış olan tipik bir Arap kasabasında yer alıyor bu lokanta. Kısa bir yolculuktan sonra havaalanına varıp sevgili rehberimiz Ruthy’ye veda ediyoruz. Sorunsuzca pasaporttan geçip uçağımıza biniyor, unutulmaz anılarımızı yanımıza alıp kutsal ve kadim topraklardan ayrılıyor ve İstanbul’a doğru yol alıyoruz.