Sevgili Dostlarım,
Bugünlerde, Musevi Cemaatinin Yaşlılar Yurdu’nda ve de Büyükada’nın Anadolu Kulübü Bahçesinde, yaşlı Yahudilerin aralarında konuştukları Judeo-Espanyol veya Ladino olarak adlandırılan lisan, can çekişmektedir.
Buna rağmen, geçtiğimiz 7 Şubat 2016 günü, İstanbul’da, ‘Uluslararası Ladino Günü’ kutlandı. Toplantıya önemli kişilerin iştirak etmesi, asırlardır, İspanya’dan Osmanlı topraklarına hicret eden Yahudilerin, beraber getirdikleri İspanyolca lisanına, yaşadıkları bölgedeki yerel lisanlardan aldıkları birçok kelimeyle harmanlayarak yarattıkları Ladino lisanını yaşatmak gayesi olduğu aşikârdı.
Lakin geçen Ağustos ayında, Adalar Belediyesinin davetlisi olarak Lale Sineması’nda seyrettiğimiz ‘Las Ultimas Palabras’ (Son Sözler) dokümanter filmi, bu tür bir gayenin müspet bir neticeye varamayacağını vurguluyordu.
Bu “agonie”, can çekişmenin bir müddet daha süreceğe benziyor. Ladino’yu bugüne kadar özenle kullanmaya çabalayan yaşlı vatandaşlarımızın ömürlerinin yeteceği günlere kadar…
Can çekişme kelimesini kullandığıma göre bu lisanın canlanacağına ümidim yok demek!
“Bir Zamanlar Büyükada” kitabımdan bir bölüm:
“Sokakta, vapurda, evlerin açık pencerelerinden dışarıya cömertçe yayılan, bir düzineye yakın değişik lisan duyulurdu. Balkonlarda oturup kahve keyfi yapan veya nakış, yün ören Adalı hanımlar, yüksek sesle konuştuklarında ve onları duyan komşular da kendi ana lisanlarıyla lafa karıştıklarında müthiş bir kakofoni (kötü ve ahenksiz ses) orkestrası doğardı. Hatta karşılıklı görüşmelerde Türkçe sorulan bir sual Fransızca, Ermenice, Rumca (Batı Anadolu Yunancası), İtalyanca veya Judeo Espanyol (Yahudi İspanyolcası) olarak cevaplandırıldığında, değişik bir lisanda tercümanlık yapmaya yeltenen başka hanımlar da lafa karışırdı.
Tahminimce bu tür uyduruk lisan kullananlar, ya çok dil biliyorum havasını vermek isteyen enteller ya da doğru kelimeyi aramak için kafa yormak istemeyen tembellerdi.
Daha da komik bir lisan ise aynı cümlenin içine değişik lisandaki kelimeleri yan yana koyarak derdini anlatmak isteyenlerin lisanıydı. Biz çocuklar, bu tür konuşanları alaya almak için kasten yanlarına sokulur ve: “Esterika hanum, gamaz ela poraki, isi il fe serin sin sol” cümlesini duyacakları kadar yüksek sesle söyledikten sonra, çimdiği yemeden süratle yanlarından kaçardık. (Türkçe, Ermenice, Yunanca, Judeo İspanyolca, Fransızca, tekrar Türkçe kelimelerden oluşmuş bir cümle, manası: “Ester Hanım, çabuk buradan gel, burası serin ve güneşsizdir.”)
Adalı olmayan misafirler, değişik lisanlardan alınmış karışık kelimelerden kurulan bu tür cümleleri dinlediklerinde, kendilerini Babil Kulesi şantiyesinde sansalar da, bizim adalılar Babil’deki inşaat işçilerinin aksine, bu lisanlarıyla, aralarında mükemmel anlaşıyorlardı.
Yeşilçam filmlerinde ve Akbaba mecmuası karikatür çizerlerinden Ramiz gibi bazı gazetecilerin yayınlarında öne çıkarılan, azınlıkların bu tür lisan ve şive bozuklukları, halk tarafından sıklıkla alaya alınıyordu. Bu durum, Avrupa’da yayılmakta olan antisemitik cereyanlarının bizlerde de zemin bulmasına sebep olmaktaydı.
Hatırlıyorum; o yıllarda ben küçük bir öğrenciyken, sınıf mümessillerine, iki yanında ‘Vatandaş Türkçe konuş ve konuştur’ yazılı ve bileğe geçirilebilen tahtadan halkalar dağıtılmıştı. Teneffüslerde yabancı kelime kullanan bir öğrenci yakalandığında, bu halka bileğine takılırdı. Zil çaldığında ise halka kimin bileğinde kalmışsa, bu çocuk sınıf öğretmeni tarafından cezalandırılırdı. Bu sistem arkadaş arası ispiyonculuğu yaygınlaştırıyordu.
Her ne kadar okullardaki ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ sloganı ile halk düzgün bir şekilde Türkçeyi konuşmaya zorlanmakta idiyse de, yeni Türkçenin eğitimini almamış olan eski nesil buna alışamıyordu. Kısa bir müddet sonra ise yeni nesil, mükemmel bir Türkçe ile kendini ifade edebilecek seviyeye gelecek ve hatta takdir edilecekti.
Yine de bu slogan ve bilek halkası cezası, yeni Türkçeyi düzgün konuşamayan yaşlılarca azınlıklara karşı ve hatta yabancı dil eğitimine karşı bir hareketmiş gibi algılandı ve bu olay buruk bir hatıra olarak zihinlerinde kaldı.”
Ladino günü toplantısına dönelim.
Toplantı boyunca, İstanbul Ladino’su lisanıyla sahnelenen eğlenceli skeçlerin anlayanları kahkahaya boğmalarına ilaveten, ciddi söz alanlar arasında Sayın İspanya Başkonsolosu Pablo Benavides’in, 1492’lerde Engisizyon’dan kaçan Yahudilerinin, İspanyolcayı, Osmanlı topraklarında ve Türkiye’de, bugüne kadar muhafaza ettiklerine teşekkür etmeleri, değerlendirmeye değer bir husustu.
İstanbul Cervantes Enstitüsü’nün Müdürü Sayın Pablo Martin Asuero’nun ise, beş küsur asır evvel dedelerinin İberik Yarımadası’nda yaşamış Yahudilerden arzu edenlerin, İspanya’ya dönüş yapabileceklerini, vatandaşlık vereceklerini ve bunun koşullarını teferruatıyla anlatmaları, atalarının beş asır önce yaptıklarının hatayı düzeltmek amacında olduklarının ifadesiydi, hatta özür mahiyetindeydi
Toplantıda, genç neslin bulunmaması göze çarpıyordu. Haklı idiler, zira orta yaşlılar dahi, kelimeleri, dolayısıyla şakaları anlamakta zorluk çekiyordu.
Çünkü beş yüz yirmi yıl kadar evvel, İspanyadan gelen Yahudiler, konuştukları Cervantes devrinin İspanyol lisanını, asırlar boyu yaşadıkları Osmanlı Devleti’nin hâkim sürdüğü topraklarında yaşayan yerli halkların lisanlarıyla yoğurtarak, Yahudi İspanyolcası veya Judeo-Espanyol veya Ladino adı verilen bu lisanı yeni nesil insanına öğretmediler.
Zaten eski nesil dahi bu lisanın okulu olmadığından, hiçbir zaman eğitimini almadı ve bu lehçe, kulaktan kulağa, nesilden nesile değişikliğe uğrayarak yayıldı veya gelişti veya soysuzlaştı diyebiliriz.
Peki, onlar nasıl yazışıyordu diye sorarsanız, Kutsal Kitaptaki İbrani harflerini kullandıklarını biliyoruz. İfade etmek istedikleri kelimenin fonetiğine İbrani alfabesinin harflerine uydurmakla Rashi olarak adlandırılan bir alfabe yarattılar. Asırlarca, Osmanlı topraklarında yaşayanlar, yazışmak için, telaffuzu İbrani harflerine oturtulmuş bu alfabe ile yazıştılar. Hesap- kitap ve ticareti, bu yöntemle yürüttüler.
Raşi’nin satırdaki yazılış şekli, Latin alfabesinde olduğu gibi soldan sağa değil, Arap ve İbrani alfabesinde olduğu gibi sağdan sola doğrudur. Yani telaffuz batıvari, yazışma şarkvari…
Yazışmalarda hem kitap yazısı hem de el yazısının değişik şekilleri kullanılıyordu.
Bu lisanın içerisinde, yerel lehçelerden alınmış birçok kelime katıldığı için, temelde İberik yarımadasının orta çağ İspanyolcası hakimse de, örneği Arapça, Portekizce, İbranice, İtalyanca, Fransızca, Balkan lisanlarından bilhassa Grekçe ve Türkçe kelimelerin alınması ve geçerli bir gramerin, bir metod’un bulunmaması, bugünkü gençler için uyduruk bir lisan olarak algılanmasına yol açmaktadır.
Tek tek saymama hacet yok: Şöyle bir Osmanlı haritasına baksanız, yükselme devrindeki maksimum topraklarından, tüm Osmanlı Devletinin şehirlerinde değişik oranlarda da olsa, yaşamış olan yüz binlerce Yahudi’nin hangi lehçelerden kelime aldıklarını tahmin edebilirsiniz.
Bugüne gelirsek, hakiki antik İspanyolcayı, belki Yenidünyayı işgal eden İspanyol ecdatlarına hürmeten Meksika’nın bazı muhafazakâr yörelerinde yaşayanlarda rastlayabilirsiniz. Çünkü bugün, İspanyada konuşulan İspanyolca dahi, değişikliklere uğrayıp modernleşti, Ortaçağ’ın Fransızcası ve İngilizcesinin, zamanla değişikliğe uğrayıp bugün artık konuşulmadığı gibi.
Osmanlı İmparatorluğunun çöküş devrine yakın zamanlarda, dünyayı kültürleriyle fethetmek emelini taşıyan devrin Fransız hükümeti, Yahudileri kalkındırmak bahanesiyle tüm Osmanlı topraklarının önemli şehirlerinde ‘Allience İsraelite Universelle’ adı altında, okullar açtılar.
Şüphesiz, genel kültürü ve batı eğitimini Ortadoğu’ya yaymaları bakımından ve Fransızcayı Orta Doğu’ya taşımakla Yahudi olmayanların dahi devam ettikleri bu okulların faydaları yadsınamaz. Lakin eğitim alan kültürlü Yahudilerle, okula gidemeyen ve evlerinde Judeo-Espanyol, yani Ladino lisanını konuşanlar arasında bir uçurum açılma istidadı doğmak üzereyken, Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve Türkçe eğitim mecburiyeti sayesinde ortalık yatıştı.
Dolayısıyla, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Ladino lisanı, diğer azınlık cemaatlerinin aksine, okullarda okutulmadığı ve resmileşmediği için, Rumcaya ve Ermeniceye nazaran sokaklarda konuşulduğunda, daha çok baskı ve tepkiye neden olmuştu.
Şüphesiz, bu tepkiler yeni nesli, yabancı dil olarak İngilizceyi veya Almancayı seçmeye yöneltti. Dolayısıyla, yeni neslin, temeli olmayan Ladino’ya rağbet etmemesini, anlayışla karşılamak gerek.
Günümüzde iki milyon kadar Sefarad Yahudi’sinden sadece pek azının bu dili kullanmasına karşılık, nerdeyse tümü, “Sefarad Kültürü” olarak adlandırabileceğimiz, şarkılarını, yemeklerini, örf ve ananelerini, deyimlerini, düşünme tarzlarını bilhassa Anadolu’nun Türk karakterini, yurdumuzdan ayrılsalar dahi, büyük bir aşk ve özenle muhafaza etmektedirler.
İstanbul’da, Ladino’yu hakkıyla konuşabilen çok yaşlı bir nesil mevcut. Bu kişileri de, yukarıda bahsettiğin gibi, ya yaşlılar yurdunda veya Büyükada’nın Anadolu Kulübünde bulabilirsiniz. Golden Age veya Genç Emekliler adı altında küçük gruplar halinde toplanan kişiler dahi, Ladino’yu anlasalar da, doğru dürüst konuşamamaktadırlar. Zira Cumhuriyetten sonraki nesiller, gayet temiz bir Türkçe öğrenerek yetişmekte.
Gelecek bir yazımda, beş yüzyıldan fazla Osmanlı ve Türkiye topraklarında ve son asırda bilhassa Büyükada’da geliştikten sonra, bugün artık ölüme terk edilen Ladino’yu yaşatmak için değilse de, ölümünden evvel, bilgi ve doküman toplamak için yapılan çalışmalardan bahsetmek isterim.