İstedim ki Adalı okurları da bundan haberdar olsun. Unutmadan belirteyim, kulak arkası edilmeyecek en önemli mesele de şu; günümüzde ülkemizde vizyona giren her filme üç günlük ilgi hakkı veriliyormuş artık. Yani ilk üç gün sinema gerektiği kadar dolmazsa, kaldırıveriyorlarmış. Öyle ki asla “daha yeni başladı, nasılsa giderim” demeden, hemen koşup gitmek, salonları doldurmak lazım. Ne diyebilirim? Hayırlısı...
Efendim ben, iki yıl önce Nevşehir ve Kayseri’de çekilen bir film işine bulaştım dostlar. Bulaştım diyorum çünkü önce, senaryoda kullanılan dili, olayın geçtiği döneme uyarlamak, kimi şivelerle ilgili yol göstermek gibi yardımlarla başladım, sonra hiç niyetim yokken, kendimi kafa göz olayın içinde buldum.
Yakınlarım bilir, bunca yıllık tiyatrocuyum da kamera karşısında olmayı sevmem. Sinemanın mutfağı, kamera arkası ilgimi çeker ama ön taraf hiç bana göre değildir. Nedendir bilmem. Belki de kompleksten. Çünkü sahnedeyken, izleyenlerin seni nasıl görebileceğini bilirsin. Sinemada öyle mi? Yönetmen ne isterse osun, nasıl isterse öylesin. Neyse, fazla uzatmayayım da size unutulmaz bir deneyim olan şu filmden söz edeyim ki 1 Nisan’da nihayet vizyonda olacak.
Ela Alyamaç ve Aren Perdeci adlı iki çılgın tarafından, Anadolu’nun bir köyünde geçen, bir dönem filmi yapıldı iki yıl önce. Bu gençler, dil ve şive konusunda el vermemi istediklerinde, yazdıkları senaryoyu elime alıp “Şu şöyle söylenmeli, bu böyle söylenmeli” diye okudum. Sıra, yabancı bir misyoner kadın tiplemesinin sözlerini okumaya geldiğinde, ikisi bir ağızdan “Bu şiveyi senden başka kimse yapamaz” dediler. Eee? Ne olacak? Ben oynamam.
İtirazlarım para etmedi. Daha doğrusu gençleri sevdim ve de yüreklerini avuçlarına aldıklarını sezdim. Bilirsiniz, yürek avuca alındı mı benim için akan sular durur. Böylece bulaşmış oldum. Bir bulaştım pir bulaştım. Öyle ki, bir hafta kalacaktım, iki hafta kaldım. İçinde olduğum sahneler çekildi ve ben bırakıp dönemedim. İnanın, çok zor iş bu dostlar. En kıytırık film bile çok zor çekiliyor. İzlediğiniz her filmi değerlendirirken bunu aklınızdan sakın çıkarmayın. İki dakikası, hatta bazen 30 saniyesi en az beş saatlik emek.
Doğrusu çok heyecan verici bir deneyimdi, ah neler yaşandı neler... Tabii her biri, bir tiyatrocu olarak hiç alışık olmadığım ve epey yadırgadığım şeylerdi. Sonuç olarak, yapılan işten zevk aldım mı? Aldım. Bir daha yapar mıyım? Hayır. Tiyatro başka.
Bu filmin konusu, tehcir zamanı Anadolu’nun herhangi bir köyünde, iki çocuğun, hali vakti epey yerinde olan bir ailede, mutlu memnun ve tasasız yaşarken, birdenbire tek başlarına kalakalmalarının hikayesi. Oldukça nahif ve masalsı bir havada ele alınmış. Çocukların, bir yandan yaşama çabası verirken, kendileri dışında olan biten hiçbir şeyden habersiz annelerini aramaları çok özel bir dille anlatılıyor. Yaşanan büyük acılar ancak satır aralarından seziliyor.
Neyse daha fazla anlatmayacağım ama öyle ilginçlikler yaşandı ki onları her fırsatta anlatmadan duramıyorum. Bir kere bence, bu film işi, deli işi. Ama dürüst ve işini aşkla yapan delileri Allah seviyor, yardım ediyor. Hele yapılan işin kendi ruhu varsa ve bu işle, bir dolu ruh şad oluyorsa... Konuyla ilgili fazla konuşmama sözü vermeme rağmen, bir sahnenin çekimi sırasında yaşananları anlatmasam çatlarım. Okuyunca yukarıda söylediklerime hak vereceksiniz.
Şimdi, şöyle bir sahne düşünün: Kimsesiz kalmış iki çocuk, hayalet şehir gibi bomboş bir köyün sokaklarında şaşkın şaşkın bakınarak yürüyorlar. O sırada olayın dramatik boyutunu güçlendirmek için, yağmur bastırmalı ve rüzgâr esmeli. Bunun için yağmur, rüzgâr ve şimşek makineleri var, kiralanıyor bunlar, fakat inandırıcılık için hava da güneşli olmamalı. Ürgüp bu, yaz günü, tepede her an cozur cozur güneş ve gökyüzü hep masmavi. O yüzden çekimin gün batarken yapılmasına karar verildi. Derken efendim, kararlaştırılan günün sabahı uyandık ki ne görelim? O güne kadar günlük güneşlik olan hava boz bulanık. Gökyüzünde öyle yoğun bulutlar var ki korku filmi dekoru gibi. Büyük bir sevinç ve şaşkınlıkla, hemen işe girişildi tabii.
Çekim saati gelene kadar gökyüzü kapkara bulutlarla büsbütün kaplandı. İki çocuk, dekor çarşıda yürümeye başladılar, oğlan elini kaldırıp avucunu açacak ve yağmur makinesi çalışmaya başlayacak. Tam yeri geldi, yönetmen “Yağmur!” diye talimat verdi ve... Şakır şakır gerçek yağmur yağmaya başladı. Şaşkınlık... Rüzgâr makinesini çalıştıracak oldular, anında gerçek rüzgâr fırtına halini aldı. Yönetmen, “Şimşek makinesi!” diye bağırdı, pat yukarıdan gerçek bir şimşek geldi. Gök gürültüsü, şimşek, rüzgâr, yağmur, hatta fırtına, hatta hortum... İnanılmaz... Resmen Allah yardımı... Çadırlar uçuyor, tutuyoruz, bağırıyoruz, ağlıyoruz. Çocuklar kurutulup yeniden çekiliyor. Orada kaç kişi varsa hepsi ağlıyor. Gözyaşları yağmura karışıyor.
Çekim bitti. “Kestik!” der demez, yağmur ve rüzgâr durdu. Güneş açtı. Her taraf bir anda kupkuru oldu. Nasıl? Sizce bunu unutmak mümkün mü? Bütün bu anlattıklarım kaç saniyelik bir sahne için yaşandı biliyor musunuz? 30 saniye. Ne nankör iş değil mi? Dedim ya; deli işi.
Böyle bir dolu mucize oldu çekim süresince, hepsini anlatsam sayfalar yetmez, belki kitap olur bir gün kim bilir... Belliydi ki gün yüzüne çıkmak isteyen, nice duygular yüklü bir konu bu ve kendi ruhu var ve kendi belirliyor her şeyi. Sanırım iyi bir şey çıktı ortaya, içinde olunca tarafsız olunamıyor ve umarım hak ettiği ilgiyi görür. Sonrasında biz burada “ne zaman gösterilecek” diye heyecanla beklerken -ki Kültür Bakanlığı destekli olduğu halde, hiç kolay olmuyormuş meğer- Amerika’da gösterime girdi ve 3 ödülle yurda döndü. Birkaç gereksiz ertelemeden sonra, nihayet kararlaştırılan kesin tarih 1 Nisan. Şaka değildir inşallah diyerek duyuruyoruz.
İstedim ki Adalı okurları da bundan haberdar olsun. Unutmadan belirteyim, kulak arkası edilmeyecek en önemli mesele de şu; günümüzde ülkemizde vizyona giren her filme üç günlük ilgi hakkı veriliyormuş artık. Yani ilk üç gün sinema gerektiği kadar dolmazsa, kaldırıveriyorlarmış. Öyle ki asla “daha yeni başladı, nasılsa giderim” demeden, hemen koşup gitmek, salonları doldurmak lazım. Ne diyebilirim? Hayırlısı...