Serço Ekşiyan ile ilk olarak Büyükada Adalar Kent Konseyi çok amaçlı salonunda Vordonisi Destanı adını verdiğim tek kişilik gösterim sırasında karşılaşmıştım. Bundan bir süre sonra onun da yer aldığı, Düzce Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün Sualtı Arkeolojisi alanında Dr. Ahmet Bilir önderliğinde yaptığı Vordonisi araştırmasına bir gün misafir olarak ben de katılmıştım. Tüple değil tabii, onları rahatsız etmeden, tepeden şnorkelle bakarak. Teknede bir ara sohbet ederken, gösteriden hayal kırıklığına uğrayarak çıktıklarını belirtmişti Ekşiyan ve Volkan Narcı. Tabii asıl mesele, gösteri olduğunu bilmelerine rağmen, bilimsel içerikli, gerçek bir şey beklemeleriymiş. Röportajımız boyunca Vordonisi ile ilgili bilimsel verileri çokça konuştuk. Vordonisi benim için heyecan verici bir olgu, bir ada kalıntısı...Benim Atlantis’im, benim Lemurya’m. Hatta onlar kadar üzerine spekülasyon yapılmadığı için, sınırsız özgürlük ve “uçma” alanı sağlıyor bana...Yalnızca bunu konuşmadık. Serço Ekşiyan, ömrünü denizler altında geçirmiş, adeta mercanlarla, yosunlarla, balıklarla birlikte meditasyon yapmış, meraklı, kültürlü, eskilerin deyişiyle: “nev’i şahsına münhasır” bir kişi. Bu İstanbul adalarında hala burayı terk etmeyen, bu kadim şehir ve denizle bütünleşmiş insanlar vardır. Onların da habitatı burasıdır. İşte Serço onlardan birisidir. 2 saatlik söyleşimizi internet uzamına ancak bu kadar sıkıştırıp özetleyebildim. Denizin bereketi gibi, Serço’nun da kelamının bereketi var. Bir gün onunla tanışırsanız, çok daha fazlasını paylaşırsınız... Ben çok şey öğrendim.
Senin ara sıra yaptığın bir espri var: “Adam olamadım ama balıkadam oldum” diyorsun. Oysaki balıkadamlık kolay bir iş değil. Nasıl ve nerede başladın?
1954 doğumluyum. 4 yaşıma kadar Tarabya’daydım. Burada değildim. 4 yaşıma kadar dahi denize koşma hevesim vardı. Evimiz Tarabya’da koyun içindeydi, küçücük bir cadde geçilerek kayıkhaneye inilirdi. 50’lerin trafiği az olmasına rağmen, birkaç kez caddeyi geçerken, ezilme tehlikesi atlatınca, annem babam “Bu burada ezilecek. Biz buradan gidelim!” demişler. Nereye gidecekler? Otomobil olmayan ada gibi bir yere. Asıl evimiz Şişli’deydi ama annem babam Boğaz sevdalısı oldukları için yazları Tarabya’daydık. Gitme kararından sonra bu sefer Şişli’den Büyükada’ya gelir olduk. Burada sahilde balık tutarak sonra bir maske(dalış maskesi) edinerek, denizin içine bakarak ve daha ileri gitme hevesiyle bu yola girdim. Ha, 62 – 66 yıllarında Maden’de Reşat Nuri Güntekin’in yalısına geçtik, yazlıkçı olarak. Bütün yazımı adanın o kısmında geçirirdim.
Kiracı mıydınız orada? Reşat Nuri’nin eşi sağ mıydı o zaman?
Evet. Hadiye Hanım, karısı, sağdı. Eski Osmanlı hanımefendisiydi... Orada bir yan komşumuz vardı; Bay Stelyo. Merbolin’in müdürüydü. O zıpkın ve maskeyle balık vururdu. Bir teknesi vardı ve bazen beni yanına alırdı. Kıyılarda balık vururduk. Bazen de vapur iskelesine gelirdik, çok karagöz vardı. Sargos diyelim... Daha küçüğüm ama balıklar, zıpkın falan, bir şekilde edinmeye çalıştım. 68 yılında annem bana bir zıpkın hediye etti. Tamamen bu işe karşı olmasına rağmen. Kış günüydü hem de! Yazı bekledim, yazın geldim bu sahillerde ispari vurdum, kefal vurdum... Liman için şuralardan taş dökülmeye başlandı. Sonra müteahhit işin içinden çıkamayıp bırakıp gidince, denizin ortasında bir yükselti oluştu. O yükseltiye, baktım, karagözler geldi. Taşlar tertemizdi, üstlerinde ay çekirdeği, kabak çekirdeği gibi midyecikler tutmuş. Bir sürü sargos onları çıtır çıtır yiyorlardı. Elimdeki küçük zıpkınla onları tutmaya çalışıyordum. Yaklaşamıyordum, kaçıyorlardı. Sonra gidip daha büyük bir zıpkın aldım. Ondan sonra yurtdışından bir havalı zıpkın getirttim, rica minnet...73’te de arkadaşım Bedo’dan küçük bir tüp aldım. Tüplü dalışa başladım. Onda sualtı ekipmanları vardı, aynı zamanda sualtı fotografçısıydı. 74’te askere gittim, 76’da geldim, bu sefer kendi tüpümü aldım.
Pekiyi para kazanıyor muydun bundan?
Balık vurduğum zaman satıyordum, o zaman da ne yapıyordum? İşte gidip yeni malzeme alıyordum. Malzeme de yok o zaman! 76 yılında Karaköy Yeraltı Geçidi’ndeki dükkana gittim. Dalış elbisesi almak istiyordum. Üst başka, alt başka, başlık başka... Toplama bir takım satın aldım. 2000 liraydı; kavga dövüş 1800 liraya aldım. Evin telefonunu sattım, telefon kıymetli o zaman... Elbiseyi bir giydim ki, üşümüyorum. Oooo, 1 saat, 2 saat suda kalabiliyorum! Halbuki ben üşürüm. Laf arasında söyleyeyim: Hayatta kimse beni mayoyla yüzerken göremez. Su 50 derece olsun, şuradan şuraya atlamam. Aklıma bile gelmez! Otomobil kullanmak aklıma bile gelmediği gibi... Ha, bu arada tabii ‘yok yılları‘, rahmetli arkadaşım bisikletçi Yücel’le gece dalışı için fener yapmaya karar verdik. Gece balık vurmak, bakalım nasıl oluyormuş?
Bunlar hep el yordamıyla mı? Bir ustan olmadı mı?
Yok, yok...
Dekoları* falan hep kendi kendine mi öğrendin?
Okudum, okudum...
Bedo Bey yardımcı oldu mu?
O malzeme yardımı yaptı. Zaten benden eskidir. Türkiye’de o zaman 2 – 3 tane adam vardı. Ondaki malzeme kimsede yoktu. Bedo’dan tabii dalış ve bekleme sürelerini öğrendim. Ayrıca öğrendiklerimi kafama yazmaya çalıştım.
Türkiye’de sanırım bir tek Şerif Sofular’ın dalış bilgileri kitabı vardı o yıllarda...
Var bende o. Ondan sadece deko tablosunu kullandım.
Evet hocam, bütün bu İstanbul adalarının denizaltını avucunun içi gibi biliyorsun, değil mi?
Büyükada, Sedef, Neandros’u sokak sokak bilirim. Geri kalanlarına da kısmen daldım; ama iddialı değilim.
Marmara Bölgesi’nde başka yerde daldın mı?
Marmara Adası’nda 3 hafta daldık, tam 1980 darbesi olduğunda biz oradaydık. Karadeniz Cide’de daldım biraz ama bunlar beni oranın uzmanı yapamaz. 88 Yazında Bodrum’daydım. Dalış turizmiyle uğraştım. O bölgeyi bilen arkadaşlarla beraber yabancı turistleri dalışa götürüyorduk.
Yurtdışında?
80li yıllarda bir arkadaşımın Mykonos Psarou Beach’teki dalış merkezine gittim. Çantam omuzumda, onu ziyarete gittim. Hemen orada yer ayarladı bana. Yoğun bir turist potansiyeli vardı. Turistleri dalışa götürüyor getiriyoruz, birkaç gün yaptıktan sonra ; “Tamam ben döneyim!” dedim. “Yoo kal, kal, kal!” dedi. Neticede Mayıs ayından Cumhuriyet Bayramı’na kadar kaldım orada.
Onun dışında dünyanın başka sularında?
Gitmem. Aklıma bile gelmez!
Balıkadamlığın 50 seneyi buldu, diyebilir miyiz?
50 olmasa bile rahat 45 sene var. Ara vermeden yani...
Senin için sadece bir iş değil, tutku diyebiliriz, değil mi?
Tabii canım! Yani sevmeden yapılmaz bu iş, zorla yapılmaz. Bazen mesela aynı şeyi yapmaktan yoruluyorsun ama “Ne yapalım?” Ama mesela bu dalış eğitimi turist getir götür, eğitmek falan filan... Hep aynı!
Sanayi dalgıçlığı yaptın mı?
Sanayi dalgıçlığı benim branşım değil. Mesela doğalgaz projesi için İtalyanlar’la daldım.
Burada Adalar hattında mı?
Ambarlı’da... Ama benim işim değil.
Sende hiç öyle dalışın getirdiği bir deformasyon var mı?
Beyinde olabilir. (Çok gülüyor.) O ileride çıkacaktır herhalde. Daha çıkmadı ama biraz aksiliğim var, belki ondandır.(Gülüşüyoruz.) Bir de mesela bazı şeyleri tekrar tekrar söylerim ben farkındayım. Bu da yedekleme içgüdüsünden oluyor. Bende her şeyin yedeği vardır mesela...
Peki tek başına mı dalıyorsun?
Riskliymiş ama solo dalmak kadar müthiş keyifli bir şey olamaz. Bunu daha çok tercih ederim. Niye yalnız dalarım? Çünkü yukarıda da kimse olmasın. Yukarıdaki üşüdü mü, yukarıdaki sıkıldı mı yoksa yukarıdakinin çişi mi geldi? Bunları düşünemem. İşim vardı, çişim vardı. 4'te gidiyorum, 3’te gidiyorum. Baba böyle iş olmaz! Serbest olacaksın! Mykonos’taki arkadaşımın, gördüğüm kadarıyla, sistemiyle dalıyorum. Ana tüpün yanına bir tane de yedek küp koyuyorum. Tamamen bağımsız ve tamamen ayrı bir regülatör ile böyle yanımda duruyor.
Sendeki sistem trimiks falan mı?
Yo yo, normal kuru hava. Benim bir 15’lik tüpüm var sırtımda ve ben sırtlıkla dalarım. Ve Horse Collar dedikleri kafadan geçme, eski usul BC(Bi Si) ile dalarım. Ben onunla başladım, onunla gidiyorum. Eskiden yeleğe hava vermek için inflatörüm de yoktu. Ağızla veriyordum ama şimdi video çekim yaptığım için zor olacak diye inflatör kullanıyorum. Tek elde kamerayla yüzerliğimi de ayarlıyorum. Çünkü eskiden, film çekmediğim yıllar, ağızdan regülatörü çıkarıp yeleği şişirir indirir, böyle ayarlardım.
45 yılı aşkın bir deneyimin var bu işte. Kademe kademe ne oldu bu denize? Bu gelişimi en iyi gözlemleyen insanlardan birisi sensin. Sualtı habitatı nasıl bozuldu?
Benim zaten böyle içten gelen bir merakım var. Şimdi bakın şu paspas şurada ya, buraya gelse oturup düşünürüm, “Niye buraya geldi? Kim getirdi, ne zaman geldi? ” diye. Suyun altında da böyle ufak tefek değişiklikler olduğu zaman, “Lan bu böyle değildi, buraya nasıl geldi? Şöyle oldu böyle oldu...” diye düşünürüm. Kafa boş, hiçbir şey yok içinde. Bunlara yer ayırabilecek konumdayım yani... Kafan dolu olsa bunlarla uğraşamazsın. Kafan boş olmalı, evde de çorba kaynamalı. İdare edersin, no problem!
Şimdi gelelim, “ Deniz ne zaman bozulmaya başladı?”ya! Deniz öncelikle tabii İstanbul nüfusunun artmasıyla karasal atıklarla bozulmaya başladı. Bu ticari büyük balık avcılığı donanımlarının sınırsızlaşmasıyla devam etti ve günümüze kadar geldi. Eskiden her şey bir kere tabiiydi. Ağlar pamuktu, halatlar pamuktu, mantarlar tahtadan, Afrika'dan gelen bir tahtaydılar, kurşun kurşundu; toksikti. Amma velakin ağın kıymeti vardı. Ağa balıkçılar gözü gibi bakarlar. Yırtığını hemen meremet* ederler. Tamirini yaparlardı. Daha sonra yavaş yavaş bu naylon sentetik malzemeden ağlar geldi. Sentetik ağlar gelince dayanıklılıkları arttı, boyları büyüdü. Teknelerin de boyları büyüdü. Teknik donanımlar büyüdü. Sermayesi olanın bakkaldan, mesela mini markete ya da süpermarkete geçtiği gibi küçük balıkçı, orta balıkçı, büyük balıkçı oluştu. Parası olan donanımını büyüttü, tekneyi büyüttü, balık bulucu cihazlardan, taa ilkellerinden son model uzay teknolojisine geldi. Balığın kaçacak fırsatı kalmadı ama hepsi için değil, küçük balıkçılar bakkal gibi kaldı. Dayanabilen dayandı. Ama büyükler teknenin yukarısına köprü üstüne uzay merkezi gibi teknolojik donanımlar koydu. Bir de ağlarının derinliği büyüdü. Şimdi gırgır teknolojisi mesela, alttan büzmeli teknolojidir. Yani balığı bulur, balığı bulduktan sonra üstünden geçerek bir daire çizerek o dairenin içine balığı alır, hapseder. Balıkçılık dersi veriyor gibi olacak ama yani ne yaptığını anlatmak açısından... Silindirik bir daire ile 1,5 kilometre ağ dökerek kapatır o daireyi, altta kurşun üstte mantarlar... 130 metre falan ağ vardır. Çevirdiği yerde 40 - 50 metredir. Ne oldu? 70 – 80 metre de, o ağın fazlası etek gibi düşer. Düştüğü yerde mercanlar var, diğer canlılar var; onların üzerine dökülür.
Hah işte, tam da bu noktada zararları ve şu hayalet ağlar meselesine gelelim! Sen hayalet ağ projeleriyle de uğraştın...
Hayalet ağlar uluslararası bir sorundur. UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) ve FAO (Gıda ve Tarım Örgütü) verilerine göre; dünya denizlerine yılda 640.000 ton avlanma araçları terkediliyor. Biz de yöremizde arkadaşlarım Ercan Akpolat ve Volkan Narcı ile hayalet ağları yıllardır temizlemeye çalışıyoruz. Şimdiye kadar 29.000 m2 ağ temizliği yapmış bulunuyoruz. Peki hayalet ağlar nasıl oluşur? Eğer kayalık taşlık bir bölgeye ağ atılırsa yüzde 90 kurtarır, yüzde 10 dipteki taşlara takar. Tabii o taşların üzerinden sekerek geçerken de bütün habitatı mahveder. Traşlar. Çünkü ağı büzüyor, annadın mı? Ben denizin dibinde, yıllarca gidip geldiğim, koca koca buzdolabı gibi kayaların bazen ters dönmüş olduğunu gördüm. Bazen takılan ağları alamıyorlar. Ya kesmek zorunda kalıyorlar ya da kendiliğinden kopuyor. O da hayalet ağ konumuna geçiyor.
Bunun bir denetimi, yaptırımı yok mu? Sahil Muhafaza ne yapar?
Şimdi bakın her şey legal: Avlanma usulü, ağın boyu, her şey kanuni...
Mevsimine göre kanuni mi yapılıyor gerçekten?
Mevsim başlar, çalışırlar, mevsim biter, kapatırlar. Ama tabii yıllar geçtikçe teknolojisi sağlam olan takımlar çok balık tutar. Diğerleri de az balık tutar. İşte masraf kurtarıyor mu kurtarmıyor mu, bakarlar... Artık her sene bir umut. Bu sene şöyle olacak böyle olacak diye başlarlar. Ama hep aynı takımlar tutar. Buna dayanmak zor. Masraflar var, personel masrafı var. İyi balık tutanlar Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş gibi, Trabzonspor gibidirler. O takımlara tayfa olarak girmek zordur. Yani seçicidir reisler... Adam bilir: “Bu adam sağlam.” der, “Maaşımızı da verir, payımızı da verir, balık da tutarız”. Eskiden herkes tutardı, şimdi işte aradaki fark bu!
Adalar civarında ve genelde Marmara’da yaşayan türler hangileri?
Burada 70li yıllarda orkinos vardı, kılıç vardı, sinarit vardı, böcek vardı, ıstakoz vardı...
Böcek dediğin?
Istakoz gibi ama kıskaçları olmayan... Langouste, lobster dedikleri... Bütün taşlar, bütün taşlar balık doluydu. Habitatları vardı. Şimdi bak, tekrar balıkçılık dersi gibi oluyor ama denizin dibinde İngilizce terimiyle reef dedikleri, resif (récif ) Fransızcası; biz onlara eskiden beri taş ya da nişan deriz. İşte mesela, Kufos taşı, derin aygır taşı, kıyı aygır taşı gibi... Bunların isimlerini söylediğin zaman nerede olduğu bilinir. Hepsinin derinlikleri farklı olabilir ve oralarda yaşayan balıklar farklı farklıdır. Yazın o balıkların büyük bir kısmı daha sığ sulara gelir. Kışın tekrar aşağı inerler, kışın değil sonbaharda. Bunların da böyle bir göç yolu vardır. Defalarca takip ettim. Yazın gidersen o derin taşlarda kimse yok. Bunun sonbaharı ve ilkbaharı da vardır. Bunlar da böyle göç ederken hepsi birden bir kerede gelmez. Parti parti gelirler ve orası boşalır. Sonra da parti parti kıyı taşlar boşalır, aşağı doğru inerler, yukarı doğru çıkarlar. Bir de bunun Karadeniz'e çıkış, Karadeniz'e iniş yani anevasya katevasya dedikleri vardır. O sürü balıkları, benim söylediğim taş balıkları: Karagözler, sinaritler... Palamut gibi, lüfer gibi, istavrit gibi, uskumru gibi, kolyos gibi onlar yukarı çıkar ve inerler. Çanakkale'den dışarıya çıkarlar, tekrar gelirler. Bunlar orta su balıkları... Bir de dip balıkları, taş balıkları vardır. Onlar yerli, Anadolu'nun kekliği gibi, keklik göç etmez. Ama bıldırcın göç eder. Leylek göç eder ama kartal ve akbabalar hep aynı yerdedirler. Onlar göç etmez. Bu balıklarımız burada bir habitat teşkil eder. Bu kayaların her birinin kendi balıkları da vardır. Şimdi bu balıklar eksildi, çoğu kayboldu. Lipsoz dediğimiz o iskorpite benzeyen çirkin, portakal rengi, 6 - 7 kiloya kadar çıkabilecek taş balıkları sıfır. 2 yıl oldu tek tük bir yerde gördüm, bir tane başka bir yerde gördüm de, sevindim. Mesela ıstakozlar 76'da bittiler. Son ıstakozu 78'de gördüm. Böcekler ise sıfır!..
Çok avlanma bir sebep olabilir mi?
Yo yo yo avlanmayla bitmedi ama bir şey oldu. Kirlilikle olabilir. 78'de gittiler demiştim ya, 89 yılı mı neydi, tarihi şaşırabilirim, bir baktım bir yerde bir ıstakoz. Sonra bir yere daha bakayım dedim, pat orada da çıktı. Burgaz, Büyükada, Heybeli ve Neandros olmak üzere 21 tane ıstakoz bulmuştum. Tabii bunlara arada sırada gidiyordum, balık veriyordum. Yiyorlardı, seyrediyordum. O zaman kameram yoktu. Öylece artışını gördüm ve devam ettiler. Böcek geri gelmedi. Hiç bir tane yok, hiçbir yerde...
Peki Marmara'da veya adalar çevresinde hiç dev köpekbalığı oldu mu? Birkaç sene önce 2 metrelik camgöz yakaladılar. Kadıköy'de çarşının içinde sergileniyordu. Fotoğrafını da çekmiştim.
Eskiden vardı...
Ya da bir saldırı vakası var mı bildiğin?
Benim yaşadığım bir vaka da yok. Hiçbir gazetede de öyle bir şey yok... Domuz köpekbalığı var, bazen görüyoruz. Çok iri değildir. Nesli tükenmekte ve koruma altında olan bir türdür. Uysaldır. Onların fotoğraflarını da çektik Ateş Evirgen’le. Çok insan çekmek istiyor ama yapamıyor...
Zannediyorum sualtı fotoğrafı konusunda çok büyük bir veri tabanın var.
Arşivimin %5’idir fotoğraf. %95'i videodur ve aynı yeri elli kere çekmişimdir.
Sergilere, kitap çalışmalarına, projelere katıldın, pekiyi kendin hiç kitap yayınlamayı düşünmedin mi?
Kafamı yormam. Söyleyen iki - üç ayrı insan var, “ Kitap yaz! ”diye. Ben kitap yazarım, inanmazlar, bir; ikincisi, laf atarlar, siktir et!
Bize şu Vordonisi’yi biraz anlatır mısın?
Dün Yunanca bir web sayfasında Vordonos’taki manastırı yapan Patrik Fotios hakkında uzunca bir tarihsel yazı vardı. Vordonos’tan ise hiç bahsetmemişler. Ben de yazının altına Patrik Fotios’un hikayesini yazdım. Yirmi altı tane insan ilgilendi. Bilimsel bir sayfaydı.
Yunanca biliyorum tabii. Yunan harfleriyle yazamıyorum ama Latin harfleriyle Yunanca yazdım... Fotios, 800’lü yıllarda 5 + 5 olmak üzere, 2 dönem patriklik yapmış. Dönüşümlü çünkü öbür Ignatios patrik olmuş. Sonra bu tekrar olmuş... Sedef Adası’na giderken sol burunda ilk burunda orada kalıntılar vardır. Ignatios orada sürgün edilmiş, gözleri kör edilmiş. Ama yönetim değişikliği olduğu zaman Bizans'tan tekrar gelip almışlar. Getirmişler başa tabii. Tekrar devirmişler, tekrar Fotios gelmiş. Ignatios Neandros’taki Ay Yani şapelini yapandır. Küçükyalı’da apartmanların içinde olan Satyros Manastırı’nı yapandır.
Arkeopark olan yerde...
Evet.
İnternette birtakım bilgiler var. Mesela o harita doğru mu?
O haritada bir şey yok ki! Küçük bir kayalık gözüküyor barizce. Haritanın aslı Atina’da bir müzededir. O harita 1700 küsurlu yıllarda ya bir Norveçli ya da bir Alman tarafından çizilmiştir. Halbuki internette yazılanlar “Bizans’tan kalma, Patrikhane arşivinden falan...” diyor. Külliyen yalan, yanlış! Hatta biz ruhban okuluna çıktık hep beraber Volkan Narcı, Arkeolog Ahmet Bilir ve ekibiyle. Kütüphanede sorduk. Dedik : “Bir belge, kitap var mı? ”. Yazdı oraya; iki tane kitap çıktı. Kitapları açtım, iki kelime bahsediyor. Yani o kadar! Akillas Millas’ın Burgaz Kınalı diye bir kitabı var Yunanca, orada bahsediyor. Üç sayfa. Bir sürü efsaneler de var tabii.
Yerleşim alanı olmuş mu yoksa bir tek Fotios mu yaşamış?
Tabii, bir manastır kompleksi. Küçücük bir kilise değil. Ama tabii çok sığ, denizden yüksekliği çok az. Hani Maldiv gibi, onun da yüksekliği 1,5- 2 metredir.
Burada araştırma yaptıkları zaman Ahmet Bilir’e sormuştum Vordonisi’nin büyüklüğünü; “Sedefadası’ndan aşağı yukarı biraz daha büyük...” demişti, yanlış hatırlamıyorsam...
O öyle dedi, doğru. Dört kaya grubundan müteşekkildir.
Bir de bu eski balıkçıların Büyük Vordonos, Küçük Vordonos dedikleri nedir? Farklı mıymış?
Şu anda gözüken dört kaya grubu var. O kaya grubu daha önce belki tek parça yekpare idi. Belki. Bilmiyoruz. Şimdi ise dört ayrı parçadır fakat yaşantı en açıktakindedir. Suyun içinde insani yapılara demeyeceğim ama insani malzemeye rastlandı. Amforuyla tuğlasıyla kiremitiyle... Ana binanın yapısını bulamadık çünkü kazı iznimiz yoktu. Yüzey araştırması 3 yıl. Bu sene Ağustos’ta gene olacak. Niye olacak? Çünkü ben böyle güzel bir havada, güneşli bir havada en son dalış bittikten sonra dronumla yukarıdan baktım. Noktaları da tam bildiğim için. Şimdi başka bir sürü dron görüntüsü var. Hepsi yanlış. Dronla yanından geçip onun duvar olduğunu anlayamayacağımız kadar midyeler ile kaplı kütlelerin yukardan bakınca, çizgi gibi duvarın halini gördüm. Yanındayken midyeli kabuklu taş kaya gibi gözüküyor. Ne zaman ki yukarıdan bakıyorsun; sular pırıl pırıl, hava pırıl pırıl, hatları görüyorsun. İnsan yapıları hemen belli olur. Köşesini, çizgisini böyle basamak gibi yerleri orada gördüm. Hemen Ahmet’e gönderdim. “Bak Ahmet dedim, bulduk duvarları!” Sonra dalışlar bitti gitti ve daha sonra biz 2019 Ekimi’nde Atina’da Akdeniz Kültür ve Tabiat Mirasları diye bir konferansa katıldık. İkimiz gittik. Ahmet Bilir ile ben, Atina'da Akropolis Müzesi'nde 16, 17, 18 Ekim'de geçen 2019'da Türkiye'den bir tek biz vardık. Lübnan'dan gelenler vardı. Hırvatistan'dan, İspanya'dan, İtalya'dan gelenler, Yunanlılar zaten kalabalık... Amerika, Güney Amerika'dan, Mısır'dan gelenler vardı ve herkes çeşitli şeyler anlattı. Ağırlıklı olarak tabii hep kültür mirasları anlatıldı. Sadece bir Yunanlı çocuk tabiat mirasını anlatınca ben de mercanların naklini anlattım. Çünkü o çocuk mercan uzmanı idi. Pontuslu bir çocuktu. Konuştuk falan... Sonra bize sordu: “ Nasıl yapıyorsunuz mercan naklini? ” Ondan sonra üç gün üst üste, sabahları erken gittiğim zaman biri kalkıp biri oturuyordu yanımda ve soru soruyordu. Ve her gün Yunan Sualtı Arkeolojisi Başkanı, Bayan Pari Kalamara akşama kadar kaldığımız için bize teşekkür etti. Akşama kadar kalıyorduk çünkü başkalarını da dinliyorduk. Çok güzel şampanyalı kokteyl oluyordu falan... Güzel insanlarla tanıştık. Tanıdığım insanlar da vardı zaten. Onlarla da Ahmet’i tanıştırdım. Güzel bir tecrübe oldu. Ahmet orada Vordonos’u anlattı. Bir de Sedef Adası'ndaki Bizans batıklarını anlattı. Tuzla’da, Kalamış Marina'da çok eski şeyler var. Şu anda orası zor tabii. İşte o Kuzey Doğu Marmara Sualtı Mirası diye bir projenin parçasıydı. Vordonos’u da ben söyledim ona. Bir de orada 18 tane mermer kütle bulduk. Birisi vurmuş batmış. Ahşap tabii kaybolmuş, gözükmüyor. Dedim ki : “ Düz hatlar var. ”Düz hat insan yapısıdır ve tıraşladık. Çok midye vardı ve alttan mermerler çıktı. Örnekler aldık gönderdik; Marmara Saraylar Mermeri olarak çıktı. Yaş çıkmaz oradan. Çünkü o milyon yaşındadır. Sonra araştırmasını yaptım. Ne olduğunu falan filan da buldum.
Tarihte hangi dönemler arasında bu ada varmış? Yani suyun dibinde olmadan önce.
1010 yılında suların dibine gömülmüş. Bu kadar deprem profesörleri var. Hep konuşurlar, konuşurlar, 1010 Depremi’ni konu etmezler. Kaldı ki ben kaynaklarda, Yunanca kaynaklarda, Bizans kaynaklarında da okurum. Akşam oturup saatlerce okurum ki, nereden girdiğimi, nereden çıktığımı bilmem, ki elimizde done olsun diye...
Ada batar mı, çöker mi? Sular yükselmiştir diyenler var...Ç ökemez diyenler var...
Batma demeyeceğim. Tahmin ettiğim şu: Sallantı ve yıkıntı... Hayat bitti, duvarlar çöktü, ölen öldü, terk eden terk etti. Onun üzerine 1000 yıl geçti. Mesela bak lodos oldu ya geçen gün! Onun gibi biz ne lodoslar gördük...Keşke bir fırsatınız olsa da buradan Vordonos’u görebilseniz, neler oluyor o kayalıklarda!.. Başlar taa aşağıdan ve orada patlar! Her sene 3 lodos olsa, 3000 lodos yapar. İşte oradaki taşları, kayaları 1000 yılda darma duman etmiş... Nitekim tuğlalar, kiremitler, amfora parçaları bulduk. Ama yüzey araştırma izni var. Kazı izni yok. İnsan yapısı, mermer bloklar var. Bütün fotoğraflarını videolarını ben çektim. Hepsi bende. Ama yayınlamadım.
Vordonisi sözcüğünün kökeni ne? Nisi ada demek ama... Vordonos mu doğru Vordonisi mi?
Araştırıp araştırıp çıkamıyoruz işin içinden. Vordonos da denir, Vordonisi de. Ama biz kendi aramızda Vordonos derdik.
İstanbul Adaları çevresinde başka hiç sözü edilen kayıp bir ada var mı?
Yok. Onuncu ada bu. Tuzla adaları falan filan ayrı... Aslında bak onlar da ada sayılır ama onlar geçmiyor...
Biraz çocukluğunu anlatır mısın bize? O zamanların İstanbul'u ile bugünü kıyasladığında ne farklar görüyorsun?
Kalabalık ve herkesin hızlıca, bir yere yetişir gibi, bir havası var. Hepsi zannedersin ki NASA'ya proje yetiştirecek havasında. Hızlı giden, önüne geçmeye çalışan, senden önce bir yere girmeye çalışan insanlar. Eskiden böyle değildi.
Şişli'de nerdeydin?
Halaskargazi Caddesi'nde... Site Sineması’nın karşısında. Okul zamanı İstanbul’daydık, okul biter bitmez burada. Şişli'de benim evim Atatürk'ün evinden 3 apartman sonra, Osmanbey istikametindeydi. Bu kadar çok trafik yoktu. Karşıdan karşıya geçmek daha kolaydı. Site Sineması’nın inşaatını hatırlıyorum. Karşıda tek katlı dükkanlar vardı. Kasap vardı ya! Orada tek başına bir kasap dükkanı... Bizim apartmanı dedem yapmış. 53 yılında inşaatı bitmiş. 54'te ben doğdum, oraya girmişiz. Dedemindi bütün bina. Tahta binalar da vardı. Pakistan Konsolosluğu vardı mesela ve tahta binalar çoktu. Pakistan Konsolosu’nun oğluyla da arkadaştık. Top oynuyorduk caddede... Yani diyeceğim; daha az insan vardı ve yüzü gülen insanlardı...
Ya Tarabya? Pırıl pırıldı, öyle mi?
Tabii, tabii... Annem mesela yüzmeyi çok severdi. 10 tane erkekle bir de kadın olarak annem, karşıya yüzerlermiş. Annemin bir Vespa'sı vardı ya, 50li yıllar... Bir de Bamba diye bir kanişi vardı araba çarptı öldü!
Annen şapkacı mıydı?
Güney Palas’ta, Balık Pazarı'nın tam karşısında. Çiçek Pasajı'nın tam karşısında. Şu anda otel olduğunu sanıyorum... Altında da Bonmarşe vardı. 30'lu, 40'lı yıllar. Şapka olayı patlamış... Annem çok dikkatliydi, sanatkardı, hatırlıyorum. Güzel zamanlar...
O sektörde Ermeni ustalar mı baskındı?
Yok. Annem Rum’du... Femina diye, işyerinin kartviziti bende durur hala. 20 tane kız çalışıyordu yanında. Hoş geldin diyenler, çay içenler, mal getirenler, mal deneyenler, dikenler ve başlarında annem...
Peder bey ne iş yapıyordu?
Kayseriliydi. Kereste işi ve müteahhitlik yapardı. Yani dedem asıl işin başındaydı. Babam hayatı severdi. Günde iki kere tıraş olan bir adamdı.
Ticarette hiç gönlün olmadı mı?
Ben bir liramı hayatta iki lira yapmadım. Uğraşmadım. Yani böyle Kayseri Talaslı köken olmasına rağmen... Babama benzedim. Babam güzel hayat yaşadı.
Okumaya meraklısın. Eğitim temelini anlatır mısın lütfen? Bir de anne ve baban farklı milletlerdendi...
Bu ırk kaybolmasın diye çiftleştiler, beni aldılar
Çok kültürlü bir ortamda büyüdün...
Babam fanatik bir Ermeni değildi. Zaten Ermenice pek konuşmazdı. Robert Kolejliydi...
Niye konuşmuyordu ki?
Kiminle konuşacak? Evde kimse yok ki. Muhatabı yok. Ama belki arkadaşları arasında bir yerlerde konuşuyordu. Kendi aralarında da annemle Fransızca konuşurlardı, ben onların Ermenice konuştuğunu zannedip , “ Niye Ermenice konuşuyorsunuz? ” derdim. Çok iyi hatırlıyorum... Altı yaşıma kadar Ermenice bilmedim. Annemin babası Rum’du. Onunla ve annemle Rumca ve Türkçe öğrendim. Ermeni okuluna gönderdiler, Ermenice bilmiyorum. Anadolu'dan gelmiş bir Ermeni çocuğu gibi yani... Bir anaokuluna gittik, çat pat, bir yıl daha anaokuluna gittik. Hazırlık sınıfı yaparlar ya, İngilizce öğretimi gibi... Biraz Ermenice öğrendik tabii ve devam ettik; ilkokulu bitirdik. Daha sonra Tarhan Koleji'ne gittik. Orta kısmına. Liseye de geçtim, liseden de Hürriyet Koleji'ne geçtim. O yıllar kötü yıllardı, 70ler, her gün üniversite olayları... Bitirmedim, orayı da bıraktım. Annem : “ Sen buradan git! ” dedi. 1971- 72 falan... Beni dayıma, Atina’ya gönderdi. Gittik tabii orada buradaki gibi laylay lom yok, hemen bir işe girdim; çalışıyoruz falan filan... Tabii bu dediğim kış zamanıydı. Bahar geldi, kuşlar ötüyor. Çok güzel parklar vardı. Parkta ispinozları dinliyorum, “Ulan!” diyorum. “ Şimdi kim bilir adada ispinozlar nasıl ötüyor? Martılar yumurtladılar.... “Ben”, dedim,”... gidiyorum.” Mayıs’ın 5’iydi hatırlıyorum. Önemli bir gündü. Atladım geldim.
Ne iş yapıyordun orada?
Akrabalarımın iplik atölyesinde büküm iplik makinelerinin başında duruyordum. Uzmanlık alanım olmayan bir işte sadece masrafımı çıkartayım diye...
Ne kadar kaldın?
Bir sene bile olmadı. Kışın gittim, baharda geldim. Annem şaşırdı. Neyse, sonra askere gittim. Sorun olmadı. 20 ay Amasya, Erzurum çok güzel geçti. Daha sonra da tekrar dalışlar...
Dedenle ilgili okuma hatıraların var...
O zamanlar 60'lı yıllarda buraya gelen dış matbuat vardı. Yunanca Klassika denen, içinde 30 - 40 sayfalık dünya klasiklerinden seçmeler olan fasiküllerdi. Mesela Sefiller vardı. Çok iyi hatırlıyorum, resimli, renkli ve yazılı, Tommiks - Teksas gibi, büyük ebattaydı. 60'lı yıllarda 2,5 liraydı. Her ay mı her hafta mı çıkardı? Dedeme okutmaya çalışırdım. Dedem bana okurdu. Tabii kelimeleri biliyorsun çat pat, kelimenin yarısını okuyunca tamamını da getirebiliyordum ama dedem okurdu, ben de takip ederdim. Daha sonra dedem katarakt ameliyatı oldu, gözü kapandı. Her gün aldığı Apoyevmatini gazetesini okuyamaz olunca bana öğrettiği Yunanca'dan ben ona Apoyevmatini gazetesini her gün okumaya başladım.
Ermenicen?
Ermenice’yi kullanmamaktan, yavaş yavaş yazıyı unutmak üzereyim. Zor okuyorum ama konuşurum. Yunanca ise, okula gitmediğim halde ansiklopedi bile okuyabilirim. Eskiden Yunanlı turistler gelirdi, Milto Restoran’da otururduk, balıklarla ilgili yardımcı olmaya çalışırdım. “ Çok güzel Yunanca konuşuyorsunuz. ” derlerdi. Ben de derdim ki : “ Siz de çok güzel konuşuyorsunuz.”” Şok olurlardı. Bir tek siz mi konuşabilirsiniz yani?
Bildiğin başka diller?
İngilizce, Fransızca.. .İtalyanca da anlaşırım, İspanyolca da...Kullanmak lazım tabii, kullanmazsan unutuluyor. Eskiden Mykonos’tayken mesela günde 14 saat İngilizce dalış dersleri anlatıyordum.
En çok hatırladığın şeyler Tarabya’ya mı, Şişli’ye mi, Büyükada’ya mı ait?
Ben size Büyükada anlatayım! Mesela: 15 yaşlarındayken akşamları aşağıya, iskeleye inilirdi. Gençler ya Yordan’da ya İnci’de toplanırdı. Şimdiki Yapı Kredi Bankası'nın olduğu yerde Yordan Pastanesi, şimdiki PTT’nin deniz tarafından altındaysa İnci Pastanesi vardı. Hep aynı insanlar, hep aynı gruplar, 15’likler, 18’likler 20’likler gibi... Kumaş pantolonsuz inmek ayıptı. Aileler arası hemen tenkide uğrardın. Ben de kot giyerdim. O zaman yurtdışından gelirdi. Ben uymazdım. Şimdi de mantığım aynıdır. Bana birisi bir şey söyleyecekse bana borç vermiş veya alacağı olmalı. Yani benim üzerimde bir tahakkümü olabiliyorsa, bana borç verdiyse boynum kıldan ince! Yoksa bana kimse bir şey söyleyemez! Tabi hakaret etmiyoruz kimseye...
Bağımsız kişiliklisin yani...
Aralık ayı, yay burcu, herhalde ondandır. Bak şimdi, bir de şu vardı: Sabahları buradan ağırlıklı olarak ekaliyetlerin diyelim; babaları işe giderdi. Sabah 7:30 – 8 gibi ekspres ile İstanbul'a inerler. Akşam da 18 – 18:30’da burada olacak şekilde bir ekspresle dönerler. Tabii çok farklı olan, daha önce gelenler de vardı o ayrı. Patronların patronları onlar. 3 ya da 4’te de gelebilirlerdi ama esas 18:30’da müthiş bir çıkış olurdu. Çıkışta da anneler çocuklarını yanına alır, baba sanki 6 ay önce Amerika'ya gitmiş, karşılamaya geliyormuş gibi... Ulan, sabah gittin, daha ne olsun işte? Akşam dönüyor. Yani bunun için giyinecek, süslenecek çocukları, yanına alacak... Sonra da oradan çıkış, restorana gidiş.
Çok plaj var mıydı?
Yörükali vardı o kadar. Oraya da vapur çalışırdı. Ayrı bir küçük vapur vardı. Tıpkı o Amerikan filmlerindeki gibi annemle piknik sepetini alır, plaja giderdik.
Orijinal ismi Yorgouli mi?
Evet. Yorgouli Yorgocuk demektir. Mehmet – Mehmetçik gibi. Ay Yorgi de Yücetepe oldu. Bir de bir uyarıda bulunayım: Ay Yorgi’ye lütfen Aya Yorgi demeyin! Ayios Yorgos’tur. Kısaltılmışı Ay Yorgi’dir. Çünkü Aya derseniz, hemen o feminen (dişi) olur. Yunanca ’da maskülen (erkek) feminen (dişi) olayı vardır. Aya Sofiya olabilir mesela çünkü o dişi...Bir Fransız’ın da Çanakkale’ye Kanakkale demesine karşıyım mesela...Bazen öyle söyleyen var.
Okumayı seviyorsun...
Daha çok tarih okumayı seviyorum. Ayrıca bilimsel konular, özellikle şu son yıllarda küresel ısınmayla ilgili okuyorum. Buzlar eriyor, sular yükseliyor yavaş yavaş, buharlaşmanın küresel ısınmadan dolayı arttığını, bunun da denizdeki tuzluluğu arttıracağı, bazı yerlerde ilk eriyen buzulların olduğu yerde tuzu çok düşürdüğü için de oraya adapte olamayan balıkların öldüğünü, besin zincirinin eksildiğini biliyoruz.
Bizim zamanımızda Cousteau efsaneydi. Senin hiç öyle bir bilimsel araştırma ekibine katılmak gibi bir hayalin oldu mu?
Keşke, keşke! Bedava yemek yiyeyim, yeterdi bana...
Edebiyatla aran nasıl?
Eskiden çok daha fazla gerçek kitap okurdum. Şimdi internet var, lisan da bildiğim için... Oradan oraya atlıyorum, kafa dağılıyor. Anadolu hikayelerini çok severim. Mesela Yaşar Kemal'in Tanyeri Horozları olsun, Karıncanın Su İçtiği olsun... En çok aklımda kalan Necati Cumalı’nın Makedonya 1900’ü... Dedemin yani Rum dedemin, Balkan köylerinin hikayeleri bunlar. Babam, dedem orayı hep anlatırdı işte. Çok güzel bir kitaptır. Ama dediğim gibi; konularımız hep aynı. Ayının 40 tane türküsü varmış, 40’ı da armut üstüneymiş. Benimki de deniz üstüne...
1958'den beri buradasın. Bütün bu değişimler için ne diyorsun? Büyükada'nın bugünü için ne diyorsun ve gelecek için öngörülerin var mı? Ümitli misin? Ümitsiz misin?
Bakın şimdi burası eskiden bir sayfiye yeriydi. Şimdi ise değil. Okullar kapandığında birdenbire dolan, okullar açıldığında da birden bire boşalan bir köy gibiydi. Herkesin birbirini tanıdığı bir köydü, yeni katılanlar olsa dahi, önceden de buradakilerle tanışıklığı olan insanlardı. Sokakta gezen çocuğun kimin olduğunu anasını babasını dedesini bile bilirdin. Mesela bugün burada 10 tane çocuk oynuyor diyelim! Bu evde yemek piştiyse o kadın sadece oğluna : “ Kosta gel yemeğe! ”demezdi. “Gelin yemeğe! ”derdi. Ahmet’i de Kosta’sı da Yani’si de gelirdiler. Bunlar çok klasik laflardır ama bu böyleydi ya! Ama öğleden sonra yatma vardı, çok. işkenceydi. Üçe dörde kadar mecburen uyuyacaksın... Biz de Teksas, Tommiks alır okurduk falan. Ya da ne bileyim, “Mustafa’lara gidiyoruz. Orada yatacağız.” derdik. Hapis var dı da içerde yatan yoktu. Makara, gırgır, o zamanı geçirirdik... Yani bu ada gerçekten herkesin birbirini tanıdığı bir adaydı. Gidenler oldu, yerine gelenler oldu. Burada eskiden bir hizmet alan sınıfı bir de hizmet veren sınıfı vardı. Çok eskiye gidersek, yani bu köşklerin, zenginlerin bir tane balıkçısı vardı, kadrolu. Bir tane faytoncusu vardı. Seyisi vardı, bahçıvanı vardı, aşçısı vardı. Bunlar yazın buradaydılar. Aşçı İstanbul'a gider. Ama bahçıvan, arabacı gitmez. Bahçıvan ne yapar? Zaman zaman bahçeden topladığı güzel bir demeti arada bir Madam’a götürür; bir bahşiş alır. Tekrara adaya döner. Balıkçısı balıkları toplar. Çünkü balık kullanılıyor. Bir sepet yapar, götürür getirir, bahşişini alır gelir. Sonra tabii bunların içinde sanatkarlar da vardı. Sanatkar derken ses sanatçısı demiyorum. Mesela marangozlar, ahşap ustaları, inşaat demircileri, efendim kalıpçılar, demirciler, ne bileyim sıvacısı, fayansçısı, mermercisi ağırlıklı olarak hep Rumlar’dı ve bunlar keyif adamlarıydı. Şimdi bak, benim için çok önemli bir kıstastır: Bu ustalar inşaatta beraber çalışıyorlardı değil mi? Öğlen paydos vakti 12'de geldi mi hemen aşağı inerlerdi. Kalem kulaklarının arkasında Milto’ya giderler otururlar. İki tane ançüez, iki zeytin, bir beyaz peynir, tak tak tak saat 1’e 5 kala kalkar inşaata giderlerdi. Bak bu bir işe de saygı... Yani adam kulağında kalemiyle gelir; içeceği kadarını bilir yani. Şimdi bilemiyorum oturursa kalkar mı bir usta...V eya kalkar oraya gelir mi? Öyle bir düşünce de yok...Sonra yavaş yavaş yeni insanlar geldiler. Daha sonra çalışmaya gelenlerin aileleri de geldiler. Bazıları adapte oldu, bazıları olmadı veya olamaz. Mümkün değil. Burayı bir atlama tahtası görüyor. “ Geleceğim burada para kazanacağım, karşıya gideceğim. Başka bir yerde bir ev alacağım.” düşüncesinde... Çöpünü de atar pisliğini de atar. Bana neci!
Peki, bu bozulmayı toparlayacak bir yerel kadro, bir ekip, bir şey görebiliyor musun?
Bunu kadro madro düzenleyemez. Yasaklarla da olmaz. Ceza yerine mükafat vereceksin.
Bir de mesela burası doğa ve deniz demek...
Tüm dünya değişti, sen bakma! Ben Mykonos’da 6 yaz 6 sezon geçirdim. Gene gider gelirim. Her gidişimde Mykonos’un değiştiğini de gördüm. Eskiden Mykonos’da bir tane dondurmacı vardı. Şimdi on tane. Bir tane dönerci yoktu. Şimdi 10 tane dönerci var. İstanbul da değişti, Paris de değişti, her yer değişti. Bunun önüne geçilemez. Yeter ki adapte ol kardeşim yani!...
Şöyle bir şey düşündüğün oluyor mu? Acaba yarın nostaljisi yapılacak olan da bugünkü bu bozulmuş ortam olabilir mi? Yani 50 yıl sonra bugünün bizim şikayet ettiğimiz adası için: “ Yahu ne güzeldi! ” diyebilirler.
Tabii, tabii! Şimdi balık bitti, balık yok diyoruz ya. Bunu 30 sene önceki balıkçılar da söylüyordu. Bak şimdi balık dediniz ya, sabah buradan 5:50 vapuruyla kasalarla balık giderdi. En son hatırladığım yani 80'li, 90'lı yıllar... Adanın yerli balıkçıları mevsimine göre kırlangıçını, kalkanını, pisisini, lüferini, karagözünü, sinaritini, mercanını, lipsozunu, ıstakozlarını, kılıçlarını gönderirdi. Ben de gidiyordum. Çünkü balık götürüyordum. Balıkhane ilk başta Unkapanı'ndaydı. Sonra Kumkapı’daydı. Şimdi de çok uzaklara gitti. Kumkapı’ya giderken trenle veya taksiyle gidilir; kasalar konulurdu falan. Balıkhanede en cavcavlı saat gecenin 3 - 4 arasıdır. Mezatın en hareketli saatleri; herkes alacak ve gidecek. Sadece adadan ciddi kafa balıklar gelecek diye ada balıkçılarını beklemişlerdir. Bir bakarsın otellerden restoranlardan adamlar gelir, satın alırlardı. Şimdi bir tane balık gitmiyor. Bütün İstanbul'dan balıklar, balıkhaneden buraya geliyor. Aynı şekilde buradan çiçek mezatına envai çeşit çiçek giderdi. O çiçek kasaları da birer tabut gibidir. Şimdi bir tane çiçek gitmiyor. Burada kaç tane camekan vardı. Sera yani. Kolay iş değil, bütün gece soba yanacak çiçekler ölmesin diye. Bir gece hata olsun, bütün mahsul biterdi. Mesela mimoza zamanı. Öyle kimse mimozanın dallarını kırmazdı, kesilirdi. Şimdi çatır çutur kırıyorlar. Balık da bitti, çiçek de... Bir ara balıkçı kooperatifinde uzun masa kurulur, 50 kişinin yediği mangal partileri yapılırdı. Neyle? Donmuş Norveç uskumruyla!
Bu olumsuzluklar seni etkiliyor mu? Gitsem dediğin oluyor mu?
Etkilemiyor... Sadece siyasi gerginlikler beni etkiliyor. Huzursuzluk, güvensizlik veriyor. Yoksa hava şartlarından dolayı hiçbir bir yere gitmeyi düşünmedim. Burada taş yağsa, beni etkilemez. Balıkçı barınağına geliyorum olumsuzlukları görmüyorum. Ama siyasi sıkıntı bazen bana “ Çek git!” dedirtiyor. Bekar olsaydım burada bir dakika durmazdım. Ama diyorum sana kültürden değil hava kirliliğinden değil, burada her gün kömür de yaksalar yine burada yaşarım. Bizim tv kanallarını izlemiyorum mesela... Yabancı kanalları izliyorum. Dünyadan haberim oluyor.
Biraz da efsane Horoz Reis'ten bahseder misin?
Horoz Reis’e Dayday derdik, Dayday Ermenice bir kelime. Amca gibi, dayı gibi bir şeydir. Çok pozitif bir adamdı. Hiç öyle negatif zamanını, gününü görmedik.
Çok yardımsevermiş.
Yardımseverlik zaten pozitiflikten gelir. Negatif adam yardım etmez. Mesela bizim rahmetli Yücel arkadaşımızın babasının bir sandalı vardı. O itfaiyenin önünde dururdu. Uzun, 7 metre, babası vermezdi. Biz de kürekle dalmaya giderdik, balık vurmaya, tüpsüz, yıllar önce... Giderdim Dayday’a , “ Bana bir çift kürek verir misin?”” derdim. Şimdiki o Vahap Bakkal’ın yanında onun kürekleri vardı. Giderdik oradan alırdık. Buradan Eskibağ’ın oraya kürekle giderdik. Balık vururduk. Öğleden sonra da poyraz çıkardı. Vasta kürek, vasta kürek!.. geri döner, itfaiyenin karşında ırgat vardı, tahtasını takar, sandalı yukarı çekerdik. Ertesi gün yine Vasta kürek, vasta kürek karşıya...
Vasta kürek ne demek?
Rumca “Tut” anlamında; “ Tut küreği!” yani... Çok tabirler Cenevizliler’den ve Yunanlılar’dan kalmadır. İtalyanca tabirler de var. Bunların hepsi niye biliyor musun? Bir olayı bir kelimeyle anlatmak lazım. Süre çok önemli ya! Tek kelimeyle olayı anlatıyor. Denizde zaman ve karar vermek çok önemli ama doğru karar... Dünyada en hızlı karar veren insanlar, motosikletçiler ve balıkadamlar ama doğru verirse tabii (Gülerek)...Veremezse, El Fatiha!
Son bir şeyler söyleyeyim: Bu bizim dalış yapıp ağ var mı yok mu, takılmış mı diye baktığımız, taşlar vardır. Ama bu taşları herkes bilmez ve denizin ortasındaki adreslerdir bunlar. Eskiler birbirine söyleye söyleye bulmuştur, kimisi birisinden duymuştur kimisi kendisi bulmuştur ve bunu saklar. Başkası gelip de orada balık tutmasın! Ana konu balık tutmasın da değildir. Usta birisi güzel bir karagöz tutarken acemi adam yanına gelir ve karagözü yukarı alırken kopartırsa iki saat orada ses kesilir. Balık kaçar. Usta adam yanına usta geldi mi korkmaz, acemi gelirse yer değiştirir. Evet bu taşları araştırarak bulan ustalar herkese söylemezdi. Bana rahmetli Niko Ağabey çoğunu söylemiştir. Pirzola Niko derlerdi. Gençken o kadar zayıfmış ki, kemikleri sayılıyormuş. Bir güven telkin ettiğim için bana yerlerini söyledi. Çünkü gidip orada ona bir zarar vermeyeceğim için, sadece ineyim bakayım diye... Niko Ağabey, “ Bak şurada bir taş var! ” diyordu, gidiyorduk kerterizleri alıyorduk. Şimdi GPS diye bir alet var, şak diye buluyorsun. (Global Positioning System: Türkçe karşılığıyla Küresel Konumlama Sistemi.)
Mesela şu sisli havada ben o kerterizleri göremem. Onun için GPS de taşıyorum. Bir kısım kerterizleri ve taşları da Atina'ya gidip öğrenmiştim. Nasıl mı? Heybelilerin bir kahvesi vardı Faliro semtinde. Büyük bir komün gibi diyelim. Hepsi aynı semtte yaşıyorlardı. Deniz kenarıdır. İstanbullularla bunların arasında çok fark vardı, şimdi kalmadı. Kasabı bile farklıydı. Ben gittim kahveye, bakıyorum, tanıdık var mı diye... Büyükadalı arkadaşlar götürdü beni.
Bunların içinde yaşlı balıkçıları buluyordum, gidiyordum yanına. “ Yasu Barba, n'aber ne yapıyorsun? Balıklar nasıldı? Ne tutardınız? ” Bir başlıyorduk... Benim anlattığım gibi non-stop anlatan da var, konuşmayan da var. Ama biz onu kıvama getiriyorduk. “Şöyle balık vardı, böyle balık vardı...”, “Peki Barba bu taş nerede?” Düşünürdü biraz, nasıl olsa bu işten ekmeğini yemiş, bir daha dönüp bakamaz. Anlatırdı: “Bak oğlum, hani caminin minaresi var ya işte o minare ile şurası arası. Agop’un ya da Mustafa Efendi'nin evinin bilmem nesi diye kerteriz söylerlerdi, hemen yazardım. Tak tak tak şu taş? Ne taşı? Kaç kulaç? Şu kadar kulaç...Onlar metre bilmezdi. Onları kıvama getiriyor ve böyle böyle bilmediğim kerterizleri de öğreniyordum. Bu bir meraktı. Sonra tabii bazıları işte fos çıktı. Niye? Çünkü mesela bana demiş ki : “ Küçük Çamlıca'daki mezarlık selvileri...” Baba, şimdi gel sen de oradaki mezarlık selvilerini bul bakayım! Her yer bina! “ Shell gaz deposu var...” dedi mesela. Yahu gaz deposu mu kalmış? Ama biz tahmin yürütüyorduk. Yine de bunlardan da faydalandık. Şimdi de araştırma için gittiğimizde, lokum gibi hemen buluyoruz. Neye benziyor, biliyor musun? Birisi çok güzel bir beste yapmış. Sen alıp tıngır tıngır çalıyorsun. İyi de sen yazsaydın ya bu gitar konçertosunu! Evet, o günlerden bugünlere geldik. O ihtiyar balıkçılar yoktur artık. Biz de ufak ufak işte ilerliyoruz. Yaş olarak yolun yarısındayız. İdare edeceğiz... Bu konu bitmez...
Eyvallah, ağzına sağlık!
Notlar:
* Deco: Deko beklemesi ya da emniyet beklemesi. Vurgun yememek için, tasnif edilmiş belli derinliklerde belli bekleme süreleridir. Su üstüne direkt çıkılmaz.
* Merhamet etmek olarak galatlaşmış, onarmak anlamında balıkçı tabiri. Doğrusu meremet etmektir.