Kalın bir karton kutuyu masaya koydular. İçine bakıyorum. Çenelerinin altından başlayarak karın bölgeleri ve yüzleri kırık beyaz, sırt, kuyruk ve kafaları sarı sarman, birbirlerinin tıpa tıp aynısı iki kedi. Büyük olan anne olmalı, küçüğü oldukça çelimsiz. Annenin renkleri daha parlak ama her iki kedinin de sokak kedisi olmadığı aşikar. Karton kutudan çıkarınca yavru kedinin hafif hafif sendelediğini, kafası eğik, bir suç işlemiş gibi annesine korku dolu bakışlarla baktığını ve ondan uzak durmaya çabaladığını farkediyorum. Daha da dikkatli bakınca yavru kedinin sol arka bacağı ile karnının birleştiği yer ve boyun bölgesinde derin iki yara görüyorum. Karın bölgesindeki yara o kadar derin ki, iç organlarını görebiliyorum neredeyse. İçim sızlıyor.
‘’Bu yavru kediyi tedavi ettirmem lazım’’ diyorum. Kafamı kutudan kaldırıp, kutuyu masaya bırakanlarla göz göze geliyor ve donuk yüzlerinde bir ifade arıyorum. Gördüklerini duymuyorlar! ‘’Yakında bildiğiniz bir veteriner var mı?’’ diye soruyorum. Yüzlerde ısrarlı bir tepkisizlik.
Yavru kediyi kucağıma alıp çıkıyorum. ‘’Kim, neden yaptı bunu? Keşke kediyi taşıyabileceğim bir kafes olsaydı... Şehirde veteriner var mıydı? Birine sorsam mı?’’ Bir yandan kendi kendimle konuşuyor bir yandan da şehrin bomboş sokaklarında yürüyorum.
Çok da uzun olmadı fark edeli yaralarımı ve içimdeki ölü yavru kediyi. Biri diğerinin nedeni mi, müsebbibi kim bilmiyorum. Ne zaman anneme ya da aynı evde yaşadığımız bir kediye yaklaşırsam, tüm bedenimi dayanılmaz bir acı kaplardı da bir anlam veremezdim. Kimseye dokunamazdım. Bu dertten midir? Bilmem. Fark edememişim ne yaralarımı, ne de içimdeki ölüyü. Ta ki tüylerim kana bulanıncaya dek.
Gündoğusundan günbatısına doğru, geniş ovada yürüyorum. Leylaklar açtığında doğan Nurettin Orhan’dan hatıra üzüm hevengli Çayda Çıra heykeli, Eski Şehrin kurulduğu yüksek tepe ve onun da gerisindeki mor dağlar çok uzakta şimdi. Küçük tepelerdeki üzüm bağlarını, öbek öbek kayısı ağaçlarını, küçük dere boylarında seyrek söğüt ve kavak ağaçlarını, tarlalarda buğday firezleri ve kavun tarlalarını geçiyorum.
Ovanın kuzey batı ucunda sarp, çıplak ve kayalık, omuz omuza boz dağlar karşılıyor beni. Dağların arasındaki gizli bir geçitten geçince derin bir vadide buluyorum kendimi. Kendimi bildim bileli sıklıkla yoldaşım olan korku, vadinin bir yerinden karşıma çıkıp beni yolumdan eder endişesi ayaklarıma dolanıyor. Önce cılız, ilerledikçe çağıldayan dereyi izleyerek kovmaya çalışıyorum kafamdaki kokuşmuş o düşünceyi.
Dere boyunda taş ve kerpiç duvarlı toprak damlı evler oldukça seyrek. Güneş, evlerin bahçelerinde domates, biber fideleri eken insanların yüzlerine yoksulluğun, çaresizliğin, ve acının resmini derin fırça darbeleriyle nakşetmiş. Korku, sarp dağların tepesinde, kucağında yaralı yavru kedi taşıyan beni, aşağılayan, ezen bakışlarla izliyor. Kucağımdaki kediye doğru eğilerek bedenimi ve kediyi gizlemeye çalışıyorum. Bedenimin kontrolünü kaybetme endişesi yakama yapışıyor. Çenemde başlayan titreme, tüm vücuduma yayılıyor.
Vadinin sonunda, derenin suları, sessizce koca bir nehrin akıntısına kavuşuyor. Nehrin kıyısını dikine kesen, küçük bir tepenin güney yamacına kurulmuş kasabaya, tam göğsümün üstüne gelip de oturan bir endişe ile giriyorum.
Taş sokaklar, taş ve kerpiç duvarlı, oyuklu saç çatılı ve toprak damlı evler, dut ve kavak ağaçları, kasabanın üstüne düşen dağın gölgesi, sessizce akan nehir ve kıyısındaki balıkçı barınakları, defalarca okuduğum bir kitabın satırları arasında geziniyormuşum hissi veriyor bana. Hatırlamaya çalışıyorum. Hafızamdakilerle eşleşen görüntüler arttıkça içimdeki endişe, vücudumu esir alan, koyu bir sıkıntıya evriliyor. Belki tanıdığım birileri çıkarsa, biraz olsun rahatlarım diye etrafa bakınıyorum. Yok! Kimse dönüp bakmıyor...
Kasabanın yoksul mimari dokusu içinde ayrık otu gibi duran, hükümet konağı olduğunu tahmin ettiğim, üç katlı gri bir binanın da olduğu geniş caddenin sonunda, kapısında Belediye Veterineri yazan iki katlı taş binayı görüp içeri giriyorum. Kapıda görevli ile karşılaşıyorum. Geliş nedenimi anlamış olacak ki hiç bir şey sormadan yeşil örtü kaplı geniş masayı işaret ediyor. Yavru kediyi üzerine bırakıyorum. Gömleğim ve kedinin tüyleri kan içinde. Hiç bir şey söylemeden sokağa atıyorum kendimi.
Evde biz bizeyken pek konuşulmazdı. Ancak oldukça seyrek de olsa, misafir gelince, temmuz güneşi doğmuş gibi sımsıcak olurdu her yer. Ev halkı hırlamadan, mutlu bir şekilde birbirleriyle ve misafirlerle mır mır konuşmaya, patilerini ve tüylerini yalamaya başlardı. O an içimde küçük dereler akar, sıkıntıdan ve acıdan eser kalmazdı.
Yuvamız, şehrin dış mahallelerinden birinin, toprak yollarında yaz kış akan kirli sularla, ekşi ekşi kokan dar sokaklarından birindeydi. Gelenimiz gidenimiz olmadığı gibi biz de pek uğramazdık kimselere. Bunun nedenini, şehrin bu kadar dışını mesken tutmamızdan ve sokağımızın pejmürde halinden kaynaklandığını düşünür, yabaniliğimi ve içimdeki acıyı biraz da bununla ilişkilendirirdim.
Sokağa çıkıp kasabayı dikine kesen dar taş sokaklardan tepeye tırmanıyorum. Tepenin üstü tıraşlanmış ve düzüne de bir park kondurulmuş. İçindeki ağaçlar, çiçekler, bekçi kulübesi, kır kahvesi ve bahçe başka bir dünyadan koparılıp da buraya oturtulmuş gibi.
Kasaba, tepenin güney yamacına kurulmuş. Tepenin kuzey yamacı, oldukça sarp ve tam da karşısında insanı hayrete düşürecek azamette bir baraj gövdesi duruyor.
Tepedeki parka belediyenin koymuş olduğu piknik masalarından birine oturuyorum. Yürüdüğüm yol, bu kasaba... Gerçekliği kaybetmiş gibiyim.
Bir yanımın eli boğazımda, sıktıkça sıkıyor, nefessiz bırakıyor beni. Diğer yanım tatlı bir serinlik içinde. Yarım kalan, yaşayıp da hissedemediğim bir yaz akşamını, tam da bıraktığım yerden yeniden yaşamam gerektiğimi fısıldıyor kulağıma. Mazide kalan, lakin, tenime işlemiş bir hesabın peşinde, hesap vermeden, önemsemeden geçip gidenler ve kaybettiklerim geçiyor gözlerimin önünden. Karanlık bastırıyor. Uyuyakalıyorum.
Lise yıllarımdı. Yazları evden kaçabilmek için her yıl bir dersten bütünlemeye kalır ve eylüldeki sınav öncesinde arkadaşlarımla birlikte ders çalışacağız yalanıyla bir kaç haftalığına bu kasabaya gelirdim. Aynı okuldan iki arkadaşım da yazlarını bu kasabada geçirirlerdi. Keyiften değildi tabii ki. Benim de şehir merkezinin güneydoğusundaki o kasabada yazlarımı geçirmem gibi, onlar için de bir mecburiyetti bu.
Büyük kayanın dibindeki kahvehanenin bahçesindeydik. Barajın kapaklarından taşırılan suyun, kasabayı serinlettiği bir yaz akşamıydı. Bir yandan önümüzdeki dondurmaları kaşıklıyor bir yandan da yüksekçe bir sehpanın üzerindeki metal kasanın içinde duran televizyonda film izliyorduk. Televizyonun sesini okey, tavla, domino, iskambil kağıdı oynayanların bağrışmaları bastırıyordu arada. Gözümüz televizyon ekranında, pür dikkat filmin sesini duymaya çalışıyorduk. Uzun süre hapis yatmış, yaşamının en güzel yılları elinden alınmış, işkencede bir kolu sakatlanmış aktör, omuzlarındaki acılarla Ege’de bir sahil kasabasına gelir. Zeki Ökten, Ses filminde, oniki eylülün sakatladığı filmin baş aktörüne, Ege’nin mavi kıyılarında derman arattırır, yaralarını maviye boyayarak iyileştirmek ister gibidir. Baş aktör, kaçmaktan ziyade, kaybettirilen insanlığını bulma arayışındadır. Lakin celladına tam da o sahilde rastlayınca, sağaltmaya çalıştığı ruhundaki yaraların, kolunun sakatlığının ne kadar ötesinde olduğu çıkar ortaya.
Güneşin ilk ışıkları ile uyanıyorum. Dar sokaklardan aşağıya, kasabanın çarşısına doğru yürüyorum. Kasabanın sokakları henüz boş, evlerin pencereleri kapalı ve perdeleri örtülü. Ama neredeyse bütün evlerin kapıları açık. Envai çeşit ve renkte tül ve bezden perdeler, kapılarda rüzgarda dalgalanıyor. Kopmak zorunda kaldığım o kadim topraklarda, gün ışıdıktan sonra açılan kapıdan bereket girmez der, gün ışımadan evlerimizin kapısını açar ve açık bırakırdık yaz kış demeden. Sokaklarda ‘’Bereket’’ dediğimiz o gizemli varlığı arıyor gözlerim bir yandan, o günleri anarak.
Belediye Veterinerinin önündeyim. Yavru kediyi hatırlayıp içeri giriyorum. İşte! Kafeslerden birinin içinde. Dün kanlı bıraktığım tüyleri temizlenmiş. Yara bölgelerindeki tüyleri tıraşlı, yaraları kapatılmış. O yanındaki annesi mi? Şaşkınlık içindeyim. ‘’Anne kedi buraya kadar nasıl geldi?’’ diye söyleniyorum. Kedilerin evlerinden ne kadar uzağa bırakılırsa bırakılsınlar, evlerine geri dönebildiklerini duymuştum da... Bu da ne şimdi?
Kafese yaklaşıyorum. Anne kedi olduğunu sandığım kediyi daha yakından görmek için yavru kediyi kafesten çıkarıp kucağıma alıyorum. Yavru kedinin yanındaki kedi, karton kutuda gördüğüm anne kedi değil.
Eğer beni önemseselerdi, beyhude bir şekilde yaşamın anlamını başkalarının şefkat dolu olacağını umduğum kollarında aramazdım, belki de bu kadar derin yaralarım olmazdı.
Beni, o karton kutudan aldıklarında, ne varsa düne dair, tam da orada bıraktım. Yaralarım sarılıp sarmalanırken, yüzünü, kokusunu tanıdığım kimse yoktu yanımda. Lakin geçmişime dokunulmadan sarmalanan yaralar sağalır mı?
Ya içimdeki ölü? Onu toprağa gömemeden, onunla hesaplaşamadan, sebep ben değilim diye haykırmadan, içimdeki irini akıtamadan, yüreğimdeki yıkık duvarları nasıl çıkarım yeniden?
Dünyanın bu ucunda mavi sular akıyor onca ağır yüküyle. Sırtında yıkadığı dağların, ovaların, ağaçların ve insanların özlem ve hüzünleriyle, dağların arasında yankılanan tatlı bir uğultu bırakarak. Daha düne kadar içinde sürüklendiğim zaman tünelinde hissedemediğim, anlamlandıramadığım bir şey var renginde, uğultusunda. Umudum mavi sularda. Beni de yıkasa, temizlese... Dağlara, ovalara, vadilere dokunduğu gibi sabırla ve hiç bırakmadan. Arınabilir miyim, tüm kokuşmuş korkularımdan, dünden kalan yaralarımdan?
Kaçacak, göçecek başkaca da bir yer kalmadı. Ya bırakacağım her şey üstüme düşecek ya da olanı biteni inkar edip, korkunun karanlık sularına, eski bir sunağa, tekinsiz bir kurban gibi sunacağım kendimi.
Nisan 2017 - Maltepe, İSTANBUL