Bir süredir kafamı meşgul eden, Corona ve Covit-19 kavramlarını içermeyen birkaç konu var. Bunlardan birini seçip yazma arzusuyla parmaklarım kaşınıyor, kendi kendime konuşup duruyorum ki nedenlerinden biri yalnızlıktır herhalde... Kafamdaki konuların bir birine gidiyor aklım, bir diğerine. Ya hoşuma giden ya da sinir olduğum bir şey olursa takılıyorum işte böyle. Birbirleriyle ilintilendirebilsem, dertop edip hepsini harmanlayacak ve bir nefeste yazıp kurtulacağım. Ama olmuyor bazen, ilgisiz kalıyorlar birbirlerine ve seçemiyorum. Sen de tek tek yaz, at bi köşeye, sırası geldikçe kullan, değil mi? Onu henüz beceremiyorum işte. Bunca yıldır yazıyorum, yaptığımı iş gibi görüp olaya profesyonelce yaklaşamıyorum. Aslında iç dökmek deyince ta derinlere de inebilirim doğrusu, bu gün Babalar Günü mesela ve artık benim babam yok.
Ezelden beri ekonomik uyanıklıklarla böyle özellikle şişirilen günlere önem vermem, bilenler bilir. Ama son zamanlarda bu elde olmayan yalnızlık durumu, sanırım beni biraz fazla hassaslaştırdı. Gelen giden yok, gelip gittiğim yok, yasak kalksa da ben pek dışarı çıkamıyorum çünkü klostrofobim yüzünden olmalı, ne kadar da uğraşsam asla maske takamıyorum, aylardır birkaç kez, baygınlık raddelerine gelerek markete gitmekten başka bir sosyal etkinliğim yok. Babamın mezarına bile gidemedim. Onu fena halde özledim ve hiç niyetim yokken sık sık onu düşünüp gözyaşlarıma yenildim.
Yazın gelmesi benim için sıcaktan şikayet etmekten başka bir şey ifade etmiyor. Bir dolu yazlık elbisem, ayakkabım, çantam dolapta duruyor, kırk yılda bir dışarı çıksam aynı şeyleri giyiyorum. Kafamı dağıtmak için Survivor izleyip oradakilerin serbestçe kucaklaşmalarına iç geçiriyorum. Ben sarılıp öpüşmeyi seven insanlardanım, kimselere sarılamamak, arada bir uğrayan, sosyal mesafeyi koruyarak birer kahve içtiğimiz kardeşimi öpememek beni deli ediyor. Geçen gün doğum günüydü telefonda kutladım. Yani genel anlamda bunalımda sayılabilirim. Tamam tamam, kestim. Gerekmiyor. Seçtiğim farklı konulara geleyim.
Şu sosyal paylaşım siteleri fena halde sinirimi bozuyor. Bu biiir. İnsanların özel hayatı adeta dünyaya ilan ediliyor. Kim, nerede, kiminle, ne yapıyor, ne giymiş, ne yiyor, ne diyor? Bir takipçilik, bir mukufçuluk ve resmen bir teşhirciliktir gidiyor. Herkes, her şeyi, herkese ötüyor yani tweet atıyor. Ay bi de dürtüyor yani poke ediyor. Çok takipçisi olmanın marifet sayıldığı İnstagram takıntısı da cabası... Şimdilerde malumunuz herkes insanlığı tehdit eden bir türlü kontrol altına alınamayan hastalık konusunda da uzman kesildi. Ay pardon, bu konudan söz etmeyecektim.
Dizilerin hayatımızı doğrudan etkilemesi sinirimi bozuyor. Bu ikiii. Aynı dizinin müdavimi olmayanlar kolay kolay bir araya gelemiyorlar. “O akşam benim dizim var” son derece geçerli bir mazeret oldu. Akan sular duruyor. Bazı diziler neden tutuyor, bazıları neden tutmuyor belli değil, gerçi bu aralar hiçbir dizinin yeni bölümü çekilemez oldu –ismi lazım değil- nedenden... Zaten yaz döneminde genelde tekrarlar olurdu ya bu kez denk geldi. Benim arada baktıklarım oluyor ama hiç birinin takipçisi değilim, değildim. Muhteşem Yüzyıl’ı sıkı izliyordum, fi tarihinde ama iyice ezdilerdi, sıkılmıştım sonlarına doğru artık. Bu, başlı başına bir yazı konusu olurdu ama nasılsa modası geçti. Yıllar önce TRT1’de oynayıp pat diye biten Şubat dizisini pek sevmiştim. İnternette falan varsa mutlaka izleyin derim. Bu da başka bir yazı konusudur. Bence bu ara Mucize Doktor iyi... Geçtim.
Hangi yıldı? Hani 21 Aralık’ta gezegenler aynı sıraya gelecekti, sıfır noktası olacaktı, dünya karanlığa gömülecekti, belki her şeyin sonu gelecekti? Hatta bir süre belki mutlak karanlık ve sıfır enerji durumundan sonra, ölen ölür kalan sağlar bizimdir şeklinde yepyeni bir dönem başlayacaktı. Ben bunları yıllar önce bir kez daha ilintilendirerek bir araya getirebilmeyi düşünürken şöyle bir şey olmuştu. Yerli diziler, neredeyse dört saat falan sürdüğünden, büyük bölümü genelde metraj olduğundan hiç beni çekmediğinden, şimdi artık var olmayan bir kanalda, en çok kırk dakika süren pek hoş yabancı dizilere takılmıştım. Onları izliyordum. Bir ay falan oldukça asap bozucu olan tanıtımı yapıldıktan sonra başlayan Revolution adlı bir diziye çakılmış kalmıştım bir ara. Çünkü önceleri pek farkında olmasam da tekrarlandıkça dikkatimi çekmeye başlayan tanıtımı şöyleydi: “25 Kasım’da bütün elektrikler kesilecek, dünya karanlığa gömülecek, tedbirinizi alın.” Bir gün bir nedenden, tüm dünyanın elektriği birden bire gidiyor. Sonrasında olanlar dizinin konusu.
Bu reklam dönüp dururken, o yılki 21 Aralık’ta dünyanın tüm enerji kaynaklarının tükeneceği söylentileri dolanmaya başlamıştı, hatırladınız mı? İnsanın düş gücü, mantığından bağımsız çalışır ya genelde... Vay canına, demiştim kendi kendime amma örtüştüler. Bölümlerden birinde sersefil bir adamın “Facebook’u kimin başlattığını sanıyorsun?” demesi düşündürücüydü.
Yine yıllar önce merak sardığım, artık sona ermiş olan ‘Person of İnterest’ adlı diziyi hatırladım sonra. Sadece kimlik numaralarıyla, herkesin izlenebileceği bir alet yapılıyor. Amacı olası cinayetleri önceden saptayıp engellemek olan bu projeyi devlet başlatıyor, sonra iptal ediliyor. Ama aleti yapan adam, öldürmek üzere eğitilmiş başka bir adamla bu projeyi gizlice sürdürüyor. İnsana, eğlendiriyormuş gibi yaparak, sürekli izleniyormuş duygusunu vermiyor mu? Biraz bilimkurgusal ama insanların kolayca izlenebilmesi bölümü ürkütücü...? Lafını etmeyeyim diyorum ama yine girdi araya; şimdi de malum hastalığın aşısı bulunursa, herkes mecbur edilecek ve aşı olan herkese çip takılacak denmiyor mu? Ki bu çip olayı nicedir hayvanlara uygulanıyor yani provası yapıldı.
O dizi, dünyadaki sosyal paylaşım çılgınlığıyla, diğer dizi de elektriklerin gitmesi ihtimaliyle pek güzel örtüşmüştü. Allahtan gerçekleşmedi ama bir gün gerçekleşmeyeceği ne malum? Tabii ki ilgiyle izlemiştim. İnsanların elektriksizliğe alışmaya başladıkları dönemden başlamıştı ve yer yer ‘flash back’lerle ilk anlara gidiliyordu. Tabii silahı olup da güçlü olanların, zorbalıkla topluluklara hâkimiyet kurmaları söz konusu oluyordu sonra, filan falan.
Beni en çok etkileyense dünyanın, tüm konforlarından yoksun hali olmuştu. Şehirler boşalmış, gökdelenler, uçaklar, ulaşım araçları hayalet gibi kalakalmışlar. İnsanlar doğaya yaklaşmış. İletişim yok. Musluklardan su akmıyor. İlaçlar yok. Para önemli değil. Sebze yetiştiriliyor, ava çıkılıyor. Kurgu tabii ama düşündürücü değil mi? Hele adamın biri bir ara “Ben Google’a sahiptim, bilmem kaç milyon dolarım vardı. Şimdi hepsini bir rulo tuvalet kâğıdı için verirdim” deyince, beynimde dönüp duran her şey birleşiverdi. Kısa süreli bir elektrik kesintisi bile neleri aksatıyor, bir düşünün. Ne olur? Bir gün her şeyi kaybedersek ne yaparız?
Malum kısıtlama durumları size de böyle şeyler çağrıştırmıyor mu? Her konforumuz var şimdilik, şükür ama iyice laçkalaştırsak da hâlâ sağlığımızı tehdit eden ciddi bir durum var ve özgürlüğümüz kısıtlandı. Dünyada komplo teorileri almış başını gidiyor, kendi ülkemizin insanı ise hiçbir zaman en doğrusunu bilmiyor, tehlikenin boyutunu asla kavrayamıyor. Sıcak veya serin bir eviniz, akan suyunuz ve iki lokma aşınız varsa şükredin deyip konuyu kapatabilirim ama hayatımın son çeyreğinin böyle geçme ihtimali epey ürkütüyor beni. Daha gücüm yerinde, kendi kabuğuma çekilip, anılarla yaşamaya razı gelme konumunda değilim. Yazıyorum, yazabiliyorum, evet, tembelliğim tutmazsa -ki bu aralar ürkütücü derecede hat safhada- resim yapıyorum ve yalnız olmak işime geliyor. İyi de, yeni kitabım biteli aylar oldu ve bir türlü çıkamıyor. Mesela...
Adalardaki zevksizlik örneği komik otobüsler konusu da var gündemde ama ona hiç girmeyeceğim, girsem çıkamam ve çok sinirimi bozuyor ve artık adalı değilim. Eee? Ne oluyor? İtiraf etmek istemesem de resmen bunalım takılıyorum. Konulara böyle girip girip derinine dalmadan çıkıyorum.
Eskiden hiç aklıma gelmezdi ama şimdi ölmeden önce yapmak istediğim şeyleri düşünüp endişeleniyorum. Mısır’a gitmek isterdim. Artık gidemem. İtalya’yı mutlaka gezmek isterdim. O daha olur belki, umudumu toptan kaybetmedim. Helikoptere binmek istiyorum. Zipline yapmak istiyorum. Bir yunusla yüzmek istiyorum. Bir balinayı yakından görmek istiyorum...
Şu anda kapımın önünden durmadan kornaya basan konvoy halindeki arabaların pencerelerinden yarı bellerine kadar sarkmış avaz avaz bağıran bir güruh geçiyor gümbür gümbür. Ya asker uğurlamasıdır ya düğün. “Bize bir şey olmaz” diyen bir güruh... Daha neler var... Ne yazık, yeterince dökemedim içimi...