Bu ay da azıcık keyifli bir şey yazayım diyorum, şöyle hafif bir komiklik de içersin, biraz gülümsetsin... Olmuyor yahu, olmuyor. İlle içimi cız ettiren bir şey oturuyor yüreğimin orta yerine. Bu ay da yangınlar bitirdi beni. Neden anlamıyor insanoğlu ki yok olan her bir ağaç bir adım daha yaklaştırıyor dünyamızı felakete? Rant uğruna katledilen ağaçlar yetmez gibi bir de kaza yangınlarının sonu gelmez oldu. Ne kazası... Dikkatsizlik. Ne dikkatsizliği... Pespayelik. Resmen pespayelik.
Marmara Adası’ndakine hayıflanırken, canım Burgaz yangını, tuzu biberi oldu. Daha 17 yıl öncekinin acısı bile küllenmemişken... Her ağaç için üzülürüm ben, dünyanın neresinde olursa olsun ama Burgaz’ın ağaçları benim dostlarım, geçmişim, çocukluğumun, gençliğimin, aşklarımın tanıklarıdır. Başka yakar içimi. Hele de İndos ağaçları, çocukluktan yetişkinliğe, gölgelerinde, her sıkıntıdan soyutlanıp huzur bulduğum, kâh tek başıma sırlarımı fısıldadığım, kâh bir sevilenle kuytularını paylaştığım canım ağaçlarım.
Burgaz itfaiyesi, bildim bileli şaşmaz kural; yine fiyasko. Ya benzini biter, ya su pompası çalışmaz, ya deposunda su bulunmaz, ya hortumu delinir... Düşünün ki bayram diye tatile gitmiş çoğu, kamyonu kullanacak şoför bile yokmuş. İyi ki Burgaz halkı o toprak parçasını ana kucağı gibi sever, evlat gibi korur, gözetir. Pabuç bırakmamış bu alışılmış aksiliklere, canla başla koşturup, 17 yıl önceki büyük acının yaşanmasına izin vermemiş ve korkulandan daha kısa sürede bastırmış yangını.‘Neden çıkmış acaba?’ gibi anlamsız bir soru soranlara cevap veriyorum. Neden olacak yahu, tabii ki yine istilacıların sorumsuzluğundan. Son yıllarda bu şehirde, keyif demek mangal demek oldu. Bir de tavuk kanadı gibi nispeten ucuz bir lezzet de popüler olunca, bir avuç yeşillik bulan, arabasında her an hazır ve nazır tuttuğu mangalı tüttürüveriyor.
Küçükken biz de bayılırdık piknik yapmaya ama bir kez bile gelmemişti ailemizin aklına mangal yakmak. Annelerimiz evden her şeyi hazır ederdi; kuru köfteler, börekler, dolmalar filanlar falanlar, doldurur çantalara yayılırdık, ormana kıra... Hiç yangın çıkmazdı o yıllarda. Biliyor musunuz, Burgaz’da iskeleden çıkan, şöyle bir anons duyuyor: “Mesire yerleri dışında ateş yakmak yasaktır.” Peh! Ayol nere o “mesire yeri” dediğiniz? Adada özel mesire yerleri mi var? Sahil var orman var. Eee? Sen hepten yasaklasana ateş yakmayı? Bakın eskiden ada iskelelerinde inzibatlar vardı, gelenleri gözü tutmadı mı sokmazdı adaya. Böyle söyleyince ayrımcılık yapıyorsun diyorlar. Herkesin her güzellikten yararlanmaya hakkı vardır tabii ama edebiyle... Hepsi bu. Neyse... Yangın büyümeden söndürüldü ama fotoğraflarını gördüm yanan yerin, tam benim özellerim olan ağaçlar gitmiş. Dikerler elbet yenilerini ama onların yeniden orman halini almalarını göremem artık ben. Ben ve yaşıtlarım. Ve uçup gitti nice keyifli anlar barındıran anılar... Haydi günlerdir beni hüzünlendiren bir anıyı paylaşayım bari sizinle.
‘Burgazada Sevgilim’ kitabımda ‘İndos’ bölüm başlığıyla özel bir yer vermiştim o çok özel yere. Okumuş olanlar hatırlar. Ormanın içinde, Kumbaros Kayası’nı gören uçurumun kenarında, oralardan geçenlerin göremeyeceği bir kuytuda bir popoluk çukurca bir yerim olduğunu, küçükken hatta genç bir kızken orada oturup saatlerce kitabımla, resim defterimle kendimi dış dünyaya kapatıp, huzur bulduğumu anlatmıştım. Zaman zaman o kuytuyu çok özel insanlarla paylaştığımı da söylemiş hatta bir keresinde aşağıdan sandalıyla geçen babamın sesini duymuş, yakalandığımı sanıp çok korkmuş ve o sırada benimle olan ve kim olduğunu hatırlamadığım biriyle yerlere yatıp saklanmıştık falan demiştim. 10-12 yaşlarındaydık ve el ele tutuşmayı sevgili olmak sanırdık.
Kitap çıkınca Yunanistan’a göçmek zorunda kalan gençlik arkadaşlarımızla bir araya gelmiştik birkaç kez. Arada uzakları yakın eden sosyal medya sayesinde yazışır olduk kimileriyle. Bir gün “Bilmem beni hatırlar mısın” diye başlayan bir mesaj aldım oralardan. Belki hatırlamam diye çocukluk resmini falan koymuş. Ne bilsin zaten adını duyar duymaz tanıdığımı... Dino Kritikos. Ve ısrarla, İstanbul’a geldiğinde ki sık sık gelirmiş, benimle görüşmek istediğini belirtmiş. Neyse, telefon numaramı yazdım, geçti gitti. Derken bir gün gerçekten de aradı. Gelmiş ve de beni mutlaka görmek istermiş. Hemen evimin adresini verdim, Taksim’deki otellerden birinde kalıyormuş, fırladı geldi. Genelde gençlikte pek bir meftun olduğumuz insanları yıllar sonra, gördüğümüzde düş kırıklığına uğrarız, bilirsiniz, göbek salmış, saçı dökülmüş falan olur. Öyle değildi. Boylu poslu oldukça yakışıklı bir adam olmuştu. İyi bir mevki ve çoluk çocuk, torun tosun sahibi kalantor bir adam... Tabii duygulandık, ağlaştık, gülüştük, karşılıklı iltifatlar ettik. Sonunda “Şimdi sana bunca yıl sonra ısrarla seni görmek istememin nedenini anlatayım” diyerek başladı beni hepten allak bullak etmeye.
Bir yıl önce geldiğinde Beyoğlu’nda tur atarken daha önce adını hiç duymadığı bir gazete ilişmiş gözüne, alıp otele gelmiş. Bir de bakmış ki içinde benim kitabın tanıtım ilanı var. Zaten Burgaz kafadan etkilemiş de kapaktaki fotoğrafımı tanıyınca, hemen tekrar koşmuş kitabı almış. “Önce şöyle bir göz attım, içinde adı geçen insanlara takıldım, sonra ‘İndos’ bölüm başlığını görünce orayı okumaya başladım” dedi. Ve de tam o yukarıda sözünü ettiğim bölüme gelince “Bu beniiim, bu beniiim diye bağırmaya başladım” diye devam etti. Sonra da “Nasıl hatırlamazsın? Baban aşağıdan geçerken korkup yerlere yattığında ben vardım yanında” demez mi? Gerisi hepten salya sümük...
Bu olayın üstünden bir yıl daha geçti ki arada yazışıyorduk, abisi Sava aradı bir gün beni ve işte hayatın acımasız sürprizlerinden biri daha; “Çok üzgünüm Bercuhi Hanım ne yazık ki Dino’yu kaybettik. Son zamanlarda adınızı hiç düşürmezdi dilinden ve kitabınız başucunda dururdu, size bildirmem gerekir diye düşündüm” diyen sesi gitgide uzaklaştı sonra. Ne cevap verdiğimi bile hatırlamıyorum. Ya işte böyle. Hayat ne garip değil mi?
Bu yüzdendir, Burgaz’da yanan o ağaçların bu kadar yakması içimi.