“Titanic gemisi batarken, kurtulanlar, boğulanların çığlıklarını duymamak için, filikalarda şarkı söyleyip tempo tutuyorlarmış. Modern çağın özeti gibi…” Bu; internet ortamında gözüme çarpan bir cümle… İlk kim söylemiş bilmiyorum. Not almışım, bir ara kullanırım diye ki gerçekten modern çağın özeti. Ben buna bir de Dostoyevski’den şöyle bir alıntı ekleyeceğim; “Önce biraz ağladılar ama alıştılar şimdi… Aşağılık insanoğlu, her şeye alışır.”
İçinde bulunduğumuz, sonu belli değil ve bu dergi çıkana kadar neler değişeceği bilinmez durum, sinir sistemimi ve akıl sağlığımı tehdit etse de, zorla soyutlayacağım kendimi. Örnekteki gibi olmasa da ve Dostoyevski’nin dediği kadar “aşağılık” diyemesem de kendime, yok sayarak her ‘şer’i, başka şeylerden söz edeceğim ben de. Bir bayram geçirdik mesela, uzun bir tatilimiz vardı. Ki artık günümüzde “bayram” demek yalnızca “tatil” demek oluyor, millet kaçıp kaçıp gitti bir yerlere. Gerçi döner dönmez fitil fitil burunlarından geldi ama… Neyse, dedim ya yok sayacağım bunları. Öncesiyle sonrasıyla, bizi başka hiçbir şey düşünemez hale getiren, çarpıcı darbe girişimi konusunu es geçeceğim.
Ben bu bayram tatilinde, kardeşimin kışkırtmasıyla, İstanbul’u turist gibi gezdim ve doğup büyüdüğüm şehre artık ne kadar yabancı kaldığımı fark ettim. Emekli için genel tatiller bir şey ifade etmez aslında, istediği zaman istediği yere gidebilir, tabii tuzu da kuruysa… Şimdi bu ‘kuru tuz’ meselesini hiç deşmeden geçip sadede geliyorum. Ben, yapı olarak biraz ev kedisiyim, günlerce burnumu bile dışarı çıkarmadan evimde oturabilirim, pek çok meşguliyetim vardır, hiç sıkılmam, tek derdim etrafımdaki gürültü olur. Bayram tatili sayesinde bizim oralar epey sessizdi ya, yayılıp eski günlere nostalji yapmaktı niyetim. Ama öyle olmadı, her fırsatta İstanbul’u dolaşmayı pek seven kardeşim, bu kez beni de ayarttı. Zaten nicedir, gençlikte hatta çocuklukta gezdiğimiz müzeleri falan bir de bu yaşta göresim vardı, sıkça konuşuyorduk bunu, klasikleri de baştan okumak ve o yaşımdaki etkilerini bu yaşımdakilerle kıyaslamak gibi bir arzum da var.
İlk gün Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Canım devletim sağ olsun biz yaştakilere müzelere giriş ve toplu ulaşım taşıtları kolaylığı da sağlamış nasılsa. Taksim’i geçtikten sonrası tıklım tıkıştı. Millet çoluk çocuk sokaklara dökülmüş, hiçbiri İstanbulluya benzemiyor. Kalabalığın bir kısmı adlarını bir türlü öğrenemediğim yeni İstanbul semtleri sakinleri, bir kısmı da turist. Hiçbiri bizim ta çocukluktan bildiğimiz turistlere benzemiyor. Ve öyle alışık ki herkes birbirine, bizi turist sanıyorlar, her gittiğimiz yerde İngilizce konuşmaya çalışıyorlardı.
Ülkemizde, turist gördü mü aklında kalan ortaokul İngilizcesiyle ısrarla konuşmaya meraklı tipler vardır ya onlardan biriyle metroda karşılaştık. Çok güldüm, anlatmasam çatlarım. Biz karşılıklı oturuyorduk, benim yanımda akça pakça havuç rengi yanığı, saç sakal karışmış, sırtında kameralar iri kıyım bir adam vardı. Belli; o eskiden bildiklerimiz gibi bir turist. Kardeşimin yanında da temiz pak, ütülü pembe gömlekli güleç bir adam. Aniden turiste “Ar yu İngiliş?” diye sordu. Adam “Çek republik” diye cevap verdi. Bizimki gülümsedi ama anlamadı. Tekrar sordu, aynı cevabı aldı. Dayanamadım “Çekoslovakya” dedim. Bu kez epey bi düşündükten sonra “Haa… Sipik İngiliş?” dedi, meğer ilk sormak istediği buymuş, adam “Yes” deyince “İstanbul gut” dedi. Sonrası müthiş; “Vat is yor neym?” “Peter. Yours?” cevap; “Vat is Mustafa.” Nasıl? Yer boşaldı, daha fazla bulaşmamak için kalktım oraya gittim. Arap turistler ise genelde başka dil bilmiyorlar, etraflarına “Mecbursunuz, öğreneceksiniz” muamelesi yapıyorlar. Neyse müzelere gelelim.
Vay be... Nasıl da doğup büyüdüğümüz şehirde turist gibi olmuşuz.
Allah Adaları daha beterinden korusun
Yazık ki Arkeoloji Müzesi’nin en ilginç kısımları yine onarımdaydı. Kalan kısımları öyle bir didik didik ettik ki, ev kedisi ben iyice tıknefes oldum. Merdiven, yokuş, in çık filan… Müzede gördüklerimi anlatmak gereksiz ama camekân içinde teşhir edilen isimsiz kemikler ve Gülhane yokuşu boyunca iki yana dizilmiş, yorulanların bank gibi kullandıkları hatta içlerine çöp attıkları isimsiz lahitler etkiledi beni. Kim bilir kimdiler… Sağlıklarında biri kehanette bulunup onlara “İnsanlar kemiklerinizi yüzyıllarca seyredecek” dese inanırlar mıydı? Girişteki bir lahtin Balyanlardan birine ait olduğunu da sonradan öğrendim.
Ertesi gün Topkapı Sarayı. Tıklım tıklım. Ama oranın da en ilginç yerleri mesela hazine dairesi onarımdaydı ve kapalıydı. 40 yıldır bitmez. İki genç kız bir görevliye yaklaşıp; “Hürrem’in dairesi nerde?” diye sordular. Genç görevli sinirli; “Öyle bir daire yok” dedi. Kızlar çok şaşırdılar; “Aaa yalan mı söylüyorlar ayol?” Adam büsbütün sinirlendi; “Yalan falan söylemiyorlar, tarih dersi değil, film yapıyorlar, filiiim” diye hafifçe çıkıştı. Belli çok bıkmış aynı sorulardan. Haremin dışında -ki hiç ilgi çekici değildir ve o da her daim onarımdadır- çokça merak edilen başka bir yer de Hamam. Eh dizide cinayetler falan işlendi ya orada. Valla bu dizi Topkapı Müzesi’ne ilgiyi arttırdı. Ama görevliler bununla ilgili soruları cevaplamaktan o derece illallah etmişler ki bizim gibi olgun molgun insanların her türlü sululuktan uzak sorularına uzun uzun cevaplar verirken, gözleri parlıyarak adeta “oh” diyorlardı. Bu şekilde öğrendiğim bir şey çok ilginçti.
Saray’ın bahçesinde bulunan bir heykelin önünde, yerde üzeri camla kaplı, etrafını ot bürümüş, yeraltına doğru inen merdivenler ilişti gözümüze. Görevliye sorduk “Bizans’tan kalma sarnıçlar ve bir saray var” dedi. Sarnıçları, manastırı, ta nerelere kadar giden yer altı geçitlerini duymuştum da sarayı bilemedim valla. O görevlinin yalancısıyım. Hatta yurt dışından kazılar yapıp oraları da gün ışığına çıkarma teklifleri gelirmiş boyuna da kabul etmezmiş bizimkiler. “Etmezlar tabii bu şekliyle para basıyorlar adeta, kaç sene kapalı kalacak kazı yapılırsa” dedi sonra belli ki cahil cahil sorulardan bıkmış, iki yaşını başını almış, kültürlü gibi görünen insana denk gelince, dertleşme moduna girdi. “Düşünsenize” diye devam etti “Altta başka bir saray üstte başka bir saray… Dünyada tek olur valla.” Saray mıdır değil midir araştırmadım doğrusu ama ‘altta müze, üstte müze’ kavramı zaten yeterince ilginç. Ama ülkemizin tarihi eserlere yaklaşımı malumdur, bu böyle gider işte. Dua etmeliyiz ki üzerleri örtülüp AVM yapılmasın.
Sonra Yerebatan Sarnıcı’na gittik. Oraya da lisedeyken gitmiştim, derme çatma tahta iskelelerde, korka korka yürünür, içinde sandalla dolaşılırdı. Şimdi sandal falan yok ama pek sağlam iskeleler, içeride kafeler, kebapçılar falan var. O karanlık, soğuk nemli yerde kim oturur da yemek yer bilmem. Işıklandırmayı yetersiz buldum, eskiden daha iyiydi, insanın gözleri zorlanıyor. En ilginci sütun ayağı olarak kullanılan iki Meduza’ydı; bir baş aşağı biri yan konulmuştu. Doğrudan gözlerine bakılmasın diye zahir :) Nereden, ne amaçla getirildiklerini kimse bilmiyor. Bir ilginçlik de dipteki iki karış karanlık suda yaşayan balık azmanları. Dev olmuşlar artık dev. Ekmekten başka bir şey yemeyi bilmiyorlar, büyük balık küçük balığı yutmuyor, ürüyorlar, büyüyorlar, ölmüyorlar. Her halde dünyayı o kadar sanıyorlar. Belgesellerde gördüğümüz yer altı mağaralarında zifir karanlıkta yaşayan; renksiz, gözsüz, ters yüzen balıklardan hallice… “Bu tombul balıkları yakalayıp yemek kimsenin aklına gelmez mi acaba?” diye sordum bir ara. Kardeşim, bir ada çocuğu olarak ve ada denizlerinin hakimi; Garbis Baba’nın oğlu olarak “Gelmiştir. Kesin denemişlerdir de… Onlar tatsız olur” dedi “bu kadar hareketsiz balığın eti saman gibidir. Hem bunlar ekmek aptalı.” Bu laflar aklıma bir dolu şey getiriyor ama yazmayacağım. En komiği de niyet için para atmaları…
Bir de ‘Sea Life’ denen yere gittik. Dev akvaryumlar arasında dolaşıyorsun. Köpekbalığından tutun, piranhaya, denizatına kadar her şey var. Güzeldi. Onlar da dünyayı orası sanıyorlar, sürekli tok tutuldukları içinmiş birbirlerini yemiyorlar. Bu kavram da neler çağrıştırıyor ama yazmayacağım. Etrafta gökdelenler, AVM’ler residanslar, kafeler filanlar falanlar var. Bildiğiniz Bayrampaşa ne hale gelmiş. Ay içimden neler geçiyor ama daha fazla sayfa işgal etmek istemiyorum. Ve de her şeyi şöyle özetliyorum: Vay be… Nasıl da doğup büyüdüğümüz şehirde turist gibi olmuşuz. Allah Adaları daha beterinden korusun.