1931-1961 arasındaki yaz mevsimlerinde Büyükada’da yaşadıklarımı anlatan “Bir Zamanlar Büyükada” adlı kitabım, Adalı Yayınları tarafından yayımlanmıştı.
Güzel İstanbul’umuzun, eskiden mutena bir dinlenme yeri olan Adalar’ını son zamanlarda yazkış mesken tutan taze adalılarla, kitabımda bahsi geçen yıllanmış yazlıkçılar, anılarımla son derece ilgilenmektedirler. Bunun sebebi kanımca, bilhassa 1930 ile 1960 yılları arasında Büyükada’nın, bir sayfiye köyü olarak altın devrini yaşamış olmasındandır. Apartman kelimesinin, adalılarca henüz bilinmediği bir devir varmış, eski zaman içinde...
Geçen Kurban Bayramı arifesinde, Adalar Kent Konseyi-Büyükada Çelik Gülersoy Kültür ve Sanat Merkezi tarafından, bu mevzuda bir söyleşi yapmam için davet edildim. Konuşmama, Alman filozofu Nietzsche’nin bir sözü ile başlamıştım: “İnsan, unutmayı bir türlü öğrenemez.
Hep geçmişine bağlı kaldığı için, şaşar durur. İstediği kadar ileri yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.” Şimdi, bu zincir hakkındaki düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum. “Unut, kes, at, gitsin!” dediğimizde dahi unutulması mümkün olmayan, unutulamayanlar hakkında...
Bizi geçmişimizi ve anılarımızı yazmaya iten etken, bana göre, önemsediğimiz ve bizi mesut eden olayları kaleme aldığımızda, tekrar onları yaşamak arzusunun keyfine ilaveten, yaratılışımızda mevcut olan, gelecek nesillere yazılı bir şeyler bırakma içgüdüsüdür. Ne mutlu bize ki, beş bin yıl evvel atalarımız yazıyı keşfetmiş ve analarımız bize okuma-yazmayı öğretmiş ve günden güne gelişmekte olan iletişim kolaylığı sayesinde, ileride tarih denecek olan mevzuları, şimdilerde, olayın vuku bulduğu günde ve yerinde, an be an, kayıt etmek imkânına malikiz.
***
Belli bir yaştan sonra, içimizden gelen, kendi sesimizden, bir fısıldama duyarız: “Ben bu dünyaya ne diye geldim? Neler yaptım?
Neler bırakıyorum?” Geçim mücadelesiyle geçen uzun yıllar zarfında, bir kenarda yığılıp kalmış bastırılmış değişik duygular ve hayat boyu edinen tecrübeler, bir yaştan sonra, sanatsal ve felsefi değerlerle yoğrularak birdenbire ortaya çıkıyor ve yayılacak alan arıyor. Gün geçtikçe, farkına varılmadan, peşimizdeki zincire takılan yeni halkalardan oluşan ve ağırlaşan hatıralar, bizimle beraber yürüyor, bilgi ağacımızı yeşertiyor, değişik etkenlerden beklenmedik goncalar gelişiyor, meyve vermek için fırsat arıyor ve kişi, birden bire, ressam oluyor, heykeltıraş oluyor, kitap yazıyor, yardım vakıfları yönetiyor, bahçıvan olup yetiştirdiği sebzeyi yeme mutluluğuna erişiyor. Yeniden doğmuş başka biriymiş gibi, değişik bir kişiliğe, apayrı bir şahsiyete bürünüyor. Geçmişini, kökünü merak etmeye başlayanlar da var.
Ecdatlarının soy ağacını çizmeye koyuluyor, adım adım izlerini arayarak o yöreleri ziyaret ediyor, neredeyse bir arkeolog titizliğiyle bulgular arıyor.
Kökünü aramak, geçmişini önemsemek ve anlamaya çalışmak, başkasını da önemsemeye ve anlamaya yardım eder. Bunun için evvela kendimizi anlamamız, kendimizi tanımamız gerekmez mi? Acaba ne zaman, hangi gün, kendimizi kendimize, yaşamımızla tanıştırıldık? Belleğimizdeki ilk halka ne gün oluştu? İçeriğinde ne var? Araştıranınız var mı?
Veya bunlar gereksiz teferruat deyip unut, at gitsin diyebiliyor muyuz? Hele bir yaştan sonra...
Daha evvel de bu dergide yazdığım gibi, ana baba şefkatiyle geçen çocukluk süresi içerisinde, henüz hiçbir mesuliyet üstlenmemiş günlerde duyulan sesler, algılanan kokular, seyredilen manzaralar, hayat boyu unutulamıyor ve özenti ile hatırlanıyor.
Bu hatıraların yaşamımızla tanışmanın ilk etkenleri olduğu muhakkak… Ve zincirimizin ilk halkalarıdır. Bu etkenler, insanı, annesiyle, babasıyla, yakınlarıyla, ananeleriyle, kökleriyle folkloruyla, doğup büyüdüğü toprağıyla, etnolojik bir bağ kuruyor. Yaş ilerledikçe eklenen bunca halka yok sayılabilir mi?
Zaman geçtikçe artan tecrübelerle zincir zenginleşiyor, genişliyor, uzuyor ve hayat boyu, ayak bileklerimize bağlı şekilde sürükleniyor tarafımızdan... Bazen taşımaktan yorulduğumuzu hissetmemize rağmen, kesip atabiliyor muyuz? Aksine, çok defa karşı gelinemeyen bir güç olarak tüm benliğimizi sarmasına karşın acı-tatlı, belirli-belirsiz, gizli bir mutluluk da veriyor insana. Engel olunabilir mi?
Gençlik çağımızda önemsemediğimiz geçmiş zamana bağlılık veya çevremize hayranlık duyduğumuz ortama aşkla bağlanmak sendromu, ilerdeki yıllarda, hele de o yöreden uzaklaşmamız durumda daha da ağır hissediliyor, daha şiddetli bir duygu olarak kendini gösteriyor. Gurbet, hasret, sıla özlemi, nostalji, olarak ifade ettiğimiz bu duyumsama adına, nice şiirler, öyküler, romanlar yazıldı; nice filimler çevrildi, bugüne kadar...
Büyükada’nın eski yaşantısını anarken, aynen bu hisleri yaşar, eski adalılar. O altın devri unutamıyor insan. İstediğiniz kadar: “Üzülme, zaman değişti, eski kafalı olma, unut, at gitsin!” dense de sürüklediğimiz zincir kesilecek cinsten değil. İyi taraflarıyla, kötü yanlarıyla, birlikte yürüyoruz. Bu günlerde, Büyükada’da bulunduğumuzdan emin olmamıza rağmen, o yöreden çok uzaklarda, bambaşka bir yerde bulunuyormuşuz gibi geliyor eski adalılara. İşte “Bir Zamanlar Büyükada” kitabımda, o, uzaklarda kalan yöredeki yaşamdan bahsediyorum… Unutup zihnimden, belleğimden silemediğim olayları, kesip atamadığım görüntüleri anlatıyorum. Tüm yazdıklarım, her ne kadar şahsım etrafında gelişiyorsa da, 1931–1961 yılları arasında Büyükada’da yaşamış olan herhangi bir adalı, kendi adını benimkinin yerine koyduğunda, kendisini o ortamda buluyor, o günleri tekrar yaşadığını hissediyor. Konuşmamın sonunda, dinleyicilerden gelen alkışlar, bunu gösteriyordu.
***
Zihnimizde kaydolanları, kendi irademizle, tek bir ‘delete’ tuşuna basıp yok etmek imkânımız olmadığına göre, sürüklediğimiz zincirden tasvip etmediğimiz halkayı da kesip terk edemiyoruz yolda... Daha vahimi, bize karşı söylenen aykırı veya kırıcı bir sözü, iyi niyetli bir günümüzde “hatırlamak istemiyorum” diye düşündüğümüzde dahi, olayı tekrar hatırlamış oluyoruz. Unut, kes, at gitsin desek de!
Fi zamanların birinde, Ali, Veli’ye: ‘Veli eşeksin’ dediğinden dolayı Veli, kadıya şikâyette bulunmuştu. Şahitliğe gelen her bir çarşı sakininin: ‘Evet, dün çarşıdayken Ali’yi ben de duydum, Veli eşeksin dedi’ lafını duymaktan sıkılan Veli, birden dayanamayıp: ‘Kadı Efendi, ben vazgeçtim davamdan, dün Ali bana bir defa ‘eşeksin’ demişti, bugün tüm çarşı esnafı Veli eşeksin demekte’...
Fransız şairi Sully Prudhomme’un, bir fiskeden dolayı çatlayan vazosundan sızan su, sessizce tükenerek çiçeğinin solmasına sebep olmamış mıydı?
Kırılan kalbinden dolayı aşk ateşi sönmemiş miydi? Kızgınlık anında sarf edilen kırıcı bir lafın izi kalmıyor mu içimizde?
Aile ortamında, eşler arasında olduğu kadar, ticari ve siyasi ilişkilerde sarf edilen nice acı sözlerin, nice yersiz cümlelerin veya öfkeli anımızda ağzımızdan çıkan argo kelimelerin, ciddi dargınlıklara, beklenmeyen felaketlere dahi sebep olabildiğini tasavvur edebiliyor muyuz? İki tarafa da: ‘Unut, kes, at gitsin’ desek de unutulabiliyor mu?
Çocukluğumda, kardeşler arası olmuş bitmiş ve kapanmış bir anlaşmazlığı tekrar alevlendirdiğimizde veya can sıkıcı bir mevzua geri döndüğümüzde, Beybabamızın bir lafı vardı: ‘La kolika del perriko’ (Köpeğin kuyruğu).
Fırsat buldukça anlatırım. Hele de bu günlerde, çok gerekli!
Hikâyesi de şöyle: Bir hafta sonu, iki komşu aile, çoluk çocuklarıyla beraber Büyükada’nın Dadılar Çamlığı’na pikniğe gider. Örtüler çimenlere serilir, çaylar demlenir, anneler ve ablalar börekleri, dolmaları açana dek çocuklar çamların altında kozalak toplayarak koşar, zıplar, beyler de muhabbete dalmışken, ötede bulunan bir su birikintisinin üzerinden bir köpek geçer. Beylerden biri diğerine: ‘Dikkat ettin mi, köpek ne kadar akıllıymış ki, suyu geçerken kuyruğunu ıslatmamak için kaldırmış!’ der. Komşusu: ‘Yok daha neler, kuyruğu bal gibi suya değdi, hatta karşı tarafa geçtiğinde onu kurutmak için silkeledi bile’ deyince, diğeri; ‘Sen içkini içmeden şaşı görmüşsün’ karşılığını verince; ‘Güneş galiba başına vurdu’ cevabıyla münakaşa alevlenir ve kavgaya kadar gider. Hanımlar ve bacılar da taraf tutunca, yemeğe oturulmadan çanak çömlek toplanıp evlere dönülür, piknik sefası hüsranla biter, eşler ve çocuklar arası görüşmeler dahi yasaklanır.
Gel zaman git zaman, yolda karşılaşan bu iki komşu, bir köpeğin kuyruğundan ötürü darılmanın mantıksız olduğuna kanaat getirerek barışırlar ve bunu kutlamanın şerefine, hafta sonunda aileleriyle birlikte aynı çamlığın, aynı piknik alanında buluşmaya karar verirler.
Beyler rakı bardaklarıyla tokalaştıktan biraz sonra, biri diğerine: ‘Bak, artık arkadaşız, olan oldu, fakat kabul et ki, o gün köpeğin kuyruğu ıslanmıştı’ dediğinde, komşusu da: ‘Ben kör müyüm, kuyruğunu kaldırmıştı!’ ‘Uzatma şimdi lafı!’ ‘Uzatan sensin!’ sözlerinden sonra kavga tekrar alevlenir, yemek yenmeden çanak-çömlek, örtüler toplanıp eve dönülür ve ailece görüşmeler bir kez daha yasaklanır.
Bu ikinci kavgadan sonra komşular tekrar barışır, fakat köpeğin kuyruğu yüzünden yeniden kavgaya tutuşur ve bu durum bugüne kadar böyle devam etmekte...
Nice sevgi dolu, kavgasız, keyifli şen günlerimize...