17. Asır
Fransız edebiyatının ölümsüz klasiklerinden Jean Racine’nin (1639-1699) ATHALİE adlı eserini okudunuz veya oyununu seyrettiniz mi? Perde kalkar kalkmaz kumandan Abner’in bu sözleri duyulur: Oui, je viens dans son temple adorer l’Eternel. (Evet, geldim mabedine ihtirasla sevmeye Tanrı’yı.)
Jean Racine, eserlerinin çoğunu, Tevrat’ta yazılı olaylardan ilham alarak nazım şeklinde yazdı. Athalie (1691) trajedisinin özeti, MÖ 8 asırda, ikiye ayrılmış Yahudi kavminin, güneyde tek Allaha inanan Kudüs’teki Kutsal Mabede bağlı Juda krallığı ile kuzeyde Baal tapınağının putlarına tapan Samari halkları arasındaki olayları konu etmektedir. Hırslı bir kraliçe olan Athalie, kuzey bölgesinde, putlara tapan rahip Mathan’ın da etkisiyle tüm ailesini, hatta Süleyman Peygamber’in soyundan olan kendi oğlunu dahi öldürtmekle mutlak kraliçe unvanını kapmak arzusunda. Güneyde, tek tanrıya saygılı Rahip Joad ile kumandan Abner ise, yıllardan beri öldüğü sanılan fakat bebekken Joad’ın karısı Josabet tarafından mutlak bir ölümden kurtarılan, Hazreti Süleyman soyundan gelen Athali’nin oğlu Joas’ı Kutsal Taht’a oturtmak için mücadele etmektedirler. Temsilin sonunda, ölümden kurtarılmış olan genç Joas kral ilan edilirken, Athalie, halk tarafından linç edilir, trajedi son bulur, perde iner.
Putlara tapanlarla tek tanrıya inananlar arasında sıkışıp kalan kumandan Abner’in, Kudüs’teki Kutsal Mabed’e vardığındaki ilk cümlesi olan: ‘Oui, je viens dans son temple adorer l’Eternel.’ Tirad’ı (bir fikir etrafında dönen uzunca cümle, söylem), önemine binaen, asırlardan beri sayısız sahne sanatkârlarının oyunculuk kabiliyetini ölçmek ve seyircileri heyecanlandırabilme derecesindeki başarılarını değerlendirmek bakımından, klasik sahnelerde ün kazanmıştır. Çünkü iki saatten fazla sürecek 1816 kıtalık Athalie oyununun seyirciye bırakacağı ilk izlenimidir.
Racine eserinde, Fransa’nın o yıllardaki politik çalkantılarına da göndermeler yapar.
19. Asır
Bu tür trajediler, Paris’te, Fransa Kralı XIV Louis tarafından kurulan Comédie Française salonlarında halen temsil edilmektedir. Binanın adresi defalarca değişmiş olmasına rağmen, bugüne kadar dünyanın en kaliteli sahne sanatkârları burada ağırlanmış ve değerlendirilmiştir.
Bir şayiaya göre, 19 asrın sonlarında, tiyatronun salon görevlisi Monsieur Paul, usta oyuncular tarafından defalarca temsil edilen Athalie trajedisini seyrede ede, kendisinin de bu meslekte başarılı olabileceğine ümitlenir. Hayran olduğu bölümleri ezberler ve oyuncu seçme sınavına girmek üzere müracaatta bulunur.
İmtihan günü yaklaşmaktayken, jüride bulunacak meşhurların adlarını öğrenir, fikirlerini almak için kulisteki odalarına uğrar, evlerine ziyaretlerine gider.
İlk müracaat ettiği Mme. Sarah Bernardh, giriş tirad’ını dinledikten sonra, ‘Evvela nefes alın Mösyö Pol!’ der.’Evet, geldim’ üzerinde vurgu yapmanız gereksiz, seyirci sizi zaten sahnede görmektedir. Esas olan Mabede gelmenizdir, vurgu, Mabet kelimesindedir!’ diye görüşünü belirtir.
Teşekkür ettikten sonra, bir de Mme. Mary Marquet’in fikrini alayım der. Bu artistin cevabı farklı olur: ‘Oğlum, siz zaten mabettesiniz, Racine’in söylemek istediği pagan mabetlerden vazgeçip, tek tanrılı mabede dönmenizdir. Vurgunun, fiilde olması gerekir’, tavsiyesini alır.
Ertesi gün, bir de Monsieur Jean Yonnel’e başvurur. Bu sanatkâr Racine’nin hedefinde, tek tanrıya inandırtmak fikri olduğunu hatırlatır. Dolayısıyla tirad’daki odak noktası, ‘amaca uygun olan Tanrı olmalı’ der, vurguyu bu son kelimeye verdikten sonra da sesini bir müddet daha uzatmasını önerir.
İmtihan günü gelip çattığında, bizim Pol, Jüride bulunan tüm üyeleri memnun etmek amacı ile avazı çıktığı kadar yüksek sesle bağırarak, tiradın bütün kelimelerine vurgu yapar. Seçici kurul, ağız birliğiyle Pol’ü kapı dışarı eder, adam karşılık verir, bu defa Comedie Française’teki memuriyetinden de kovulur ve Mösyö Pol’ün hevesi üzüntülü bir trajedi ile son bulur.
21. Asır
Marmara Denizi’ndeki, uzun yıllardan beri sayfiye yeri olarak kullanılan ve Ulu Tanrı’nın yarattığı en güzel eserlerinden sayılan, çamlarla örtülü pitoresk ve pastoral dokusu, zeytinlikleriyle, bağlarıyla tarihten beri dillere destan Büyükada, 21. asra yaklaşıldığında, bilge kişiler tarafından önerilen ek fonksiyonlar ve yeni yerleşen iyi niyetli aydın ve hevesli kişilerin kurduğu değişik derneklerin farklı hedeflerinin etkisiyle, bugüne gelir.
Adında ‘Büyük’ kelimesi bulunduğu için her şeye kadir sanılan zavallı ada, gelen bütün isteklere karşılık veremeyip, bu yükü kaldıramıyor ve bitap halde çırpınmakta!
Eğer ki:
- Çam ağaçları ve çamlıklar ihya edilseydi, birçok hastalığa karşı şifa adası olurdu.
- Zeytinlikler, bağlar bahçeler bakımlı kalsalardı, şarapçılık ve yağ merkezi olurdu.
- Kıyı balıkçılığı kontrollü teşvik edilip altın yumurta yumurtlayan tavuk misali doğa katledilmeseydi, su altı cenneti olurdu.
- Kedi ve köpeklerimizi hadım etmeseydik, evcil hayvan Zoo’su olurdu.
- Doğayı yarı vahşi halde yaşatabilseydik, ‘Slow City’ yavaş yaşam yöresi namıyla, doğa müzesi olurdu.
- Roma, Bizans, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti temaları işlenseydi, tarih müzesi olurdu.
- İbadethaneler öne çıkarılsaydı, değişik din ve inançların merkezi olurdu.
- Güzel sanatlar fakültesi kapatılmasaydı, sanat merkezi olurdu.
- Yazar ve şairlerimizi ön planda tutsaydık, edebiyatçılar merkezi olurdu.
- Müzik derneklerini teşvik etseydik, ‘Scala de Milano’ gibi ünlü bir sahnemiz olurdu.
- Film çekme platolarına biraz daha ağırlık verseydik, ‘Hollywood’ veya ‘Cine citta’ olurdu.
- Birkaç şatafatlı banka şubesi daha açılsaydı, finans merkezi olurdu.
- Lokantalara, barlara, meyhanelere bir düzen verilseydi ‘Gourmet’ (lezzetli yemek) merkezi olurdu.
- Sahillerine limanlar, doklara benzer iskeleler inşa edilmeyip doğal şekliyle deniz görünebilseydi, mavi yeşil renklerin cümbüşüyle sanatkârlara ilham kaynağı olurdu.
- Arta kalan sahillerde yerleştirilen yemekhane ve meyhaneler, karşı kaldırımda bulunan kendi dükkânlarına yapışık olsaydı, sahilleri gezi alanı ve plajlar cenneti olurdu.
- Bir üst seviyedeki caddedeki, tek manzara seyredilebilecek yolda, beton bina ve çatı üstü meyhanelerden arta kalan azıcık boşlukta, çoğu zaman, ‘buyurun içeri girebilirsiniz’ der gibi, kapağı yarı açık tabutuyla park eden yeşil cenaze arabası ve de bir düzine değişik tonajdaki motorlu nakil vasıtaların otoparkı olmasaydı, yörenin bir ada olduğuna inanılırdı.
- Faytonlar sıkı kontrol altına alınıp, Sevilla atlarına benzer besili ve güzel beygirlere çektirilseydi, ‘Viyana At Okulu’ gibi atlarımızı terbiye eden bir merkez dahi olabilirdi.
- Bisiklete binme sporunun neticesinin, hastane veya ölüm olduğuna dair haberler yapılmasaydı, spor merkezi olur, belki de ‘Tour de France’ türü yarışma parkuru olurdu.
- Tahta evlerimizi ve köşklerimizi çimento ile sıvazlamayıp, ahşabını muntazaman boyatsaydık veya plastikle örterek, bir davete kiralık elbise ile gelen iflas etmiş asilzadelere benzetmeseydik, ‘Tarihi Köşkler Müzesi’ olurdu.
- Cadde ve sokaklara bakan bahçe parmaklarına bambu örgüsü, kontrplak veya saç levha yapıştırarak hapishane duvarlarına benzetmeseydik, gizlenen botanik bahçeleriyle iftihar etmiş olurdu.
- Dondurmacılar ve kebapçılar biraz daha çoğalabilseydi, ayakta atıştırma merkezi olurdu.
- Gelin hanım ile damat efendiyi yalnız fotoğraf çektirmek için değil de balayı günlerini de burada geçirmeleri için tavlayabilseydik, ‘yeni evliler adası’ olarak şöhret olurdu.
- Doğal gaz buraya ulaştırılmasaydı, ada denen bu toprak parçası, yaz kış oturulan bir civar kasabasına dönüşmezdi.
- Marmara Denizi’nin uzak iskelelerinden kalkan tekneler gün boyu burasını 365 günlük kalabalık bir panayır köyüne benzetmeselerdi, İsviçre’nin gölleri, İtalya’nın, Fransa’nın Cote d’Azur’ü gibi asalet unvanlarını devam ettiren yöreler gibi, mümtaz ününü muhafaza etmiş olurdu.
- Gelen kalabalığa erzak taşıyan liftlerle, iki, üç, dört tekerlekli vasıtalar sokakta bilinçsizce cirit atmayıp, anneler pusetleriyle çocuklarını rahatça gezdirir, küçüklerini güvenle sokaklarda serbest bırakabilselerdi, bebe büyütme cenneti olurdu.
- Yollar motorlu vasıtalarla, sokak ve kaldırımlar yemek masası ve çöp torbalarıyla işgal edilip yayalara yürümek imkânı bırakılsaydı, nezih bir emekliler yeri olurdu.
- Günlüğüne gelen ziyaretçiler, vapur çıkışındaki kalabalıkta, oflayarak puflayarak, gezi sonrasında da kan-ter içinde tekrar oflayarak puflayarak asık suratla adadan ayrılmasalardı, gülen insanlar cenneti olurdu.
- Kamyonların yükünden ezilen yollar kat be kat yükseltilerek, bu defa bina girişleri yol seviyesinin altına düşürülmeseydi ve kaldırımcılar, yürüyenlere deniz hasreti gidermek için olsa gerek, kaldırımları, rahat yürümeye mani olacak şekilde yer yer dalgalı yapmasalardı, engellilerin huzurla yaşayabilecekleri bir yöre olurdu.
- Arada bir hoparlörlerden radyofonik bir diksiyonla ‘Sayın Adalılar’ diyen okşayıcı kelimelerinin ardından vefat haberleri ve cenaze saati ile mezarlık defin adresini, ikişer kez belirtilmekle beraber, biraz da doğum haberleri anons edilseydi, sonları yakınlaşan emekliler, morallerinin çökmemesi için bir huzur evine yerleştirilmek üzere evlatları tarafından adadan alınmazdı.
- Ev sahibini kovan misafir misali, bu kadar ziyaretçinin atık ve dışkıları olmasaydı, eski adalılar, burayı terk etmezdi...
Zavallı Mösyö Pol! Ona nasihatte bulunan mümeyyizlerin tümünü tek tek memnun etmek isterken, imtihan odasından kovulmuştu.