“Oniki Adalar bir kutu mücevher olsa, ışıltısıyla en göz kamaştıranı Simi olurdu.”
Feribotumuz Simi’ye yaklaştığında, karşımda duran biblomsu ada için aklımdan ilk geçenler bunlar. Yunanlılar da çorak ve susuz bir kara parçasında insan eliyle yaratılmış estetik ve zarafet örneği Simi’yi “Ege’nin mücevheri” diye tanıtıyor. Ne zaman Yunan Adaları söz konusu olsa karşımıza pastel renkli evleri ile Simi’nin göz alıcı fotoğrafları çıkıyor. Ancak Simi’nin gemi yapımcılığı ve süngercilikle kalkındığı şatafatlı günlerin hatırası olan bu villaların büyük kısmı bugün ya terkedilmiş ya da butik otele dönüşmüş. Nüfusu 25 binlerden 2 bin 500’lere kadar gerileyen adanın sokakları turizm sezonu dışında ıssızlığı, 19. yüzyıldan kalma muhteşem villalar sessizliği yaşıyor.
Adalı’nın 101. sayısına konuk olan gazeteci-yazar Faik Gürses, “Sanat harikası bir ada” başlıklı yazısında, Simi’ye (Osmanlıların verdiği adla Sömbeki) hayranlığını dile getirirken, Datça kıyılarımızın hemen karşısındaki adada bulunan otel, lokanta ve plajlarla ilgili önerilere ağırlık vermişti. Biz de onun önerisine uyarak kızımla adanın en popüler butik oteli Aliki’de yer ayırttık. 16 Eylül günü Bodrum üzerinden Kos’a geçtik ve kişi başı 22 Euro ödediğimiz Dodekanisos Seaways’in hızlı feribotu ile yaklaşık bir buçuk saatlik yolculukla akşama doğru adaya vardık. Güneşin yumuşak ışıklarının vurduğu limanda, dağların yamaçlarını süsleyen, çoğu üçgen alınlıklı ve neoklasik tarzda inşa edilmiş villaların ışıltıları Ege’nin sularına yansıyordu. Feribotun bağlandığı noktada tam karşımızda bir saat kulesi, kulenin hemen arkasında da polis istasyonu vardı. Aynı zamanda adanın çarşısını oluşturan kordon boyunda kafeler ve lokantalar ile sünger, ahşap oyma gibi geleneksel ürünlerin satıldığı küçük dükkânlar yan yana sıralanmıştı. Saat kulesinin arkasından dolanıp, tersaneye bağlanan sahil yolu üzerindeki otelimize eşyalarımızı bıraktık. Otel odamızda ilk dikkatimi çeken, suyu tasarruflu kullanmamız için banyoya asılmış yazı oldu. İdari açıdan bağlı olduğu 21 deniz mili mesafedeki Rodos’tan gelen taşıma suyla çarklarını döndürmeye çalışan adada birkaç butik otel dışında büyük oteller inşa edilmemesinin en önemli nedeni de susuzluk. Otelimizin duvarlarında asılı eski gemi fotoğrafları arasında Büyükada vapuruna rastlamak ise bizim için sürpriz oldu.
Otelden çıkıp eski model araçların vızır vızır işlediği kordon boyunu takip ederek, arkeolojik sit alanı ilan edilmiş liman bölgesini bir uçtan bir uca arşınladık. Limanın iki yakasını küçük ve sevimli bir köprü birbirine bağlıyor. Üzerinde Yunan ve Avrupa Birliği bayraklarının dalgalandığı bu köprü aynı zamanda adalı küçük yaramazların tasarladıkları muziplikleri hayata geçirdikleri bir köşe; ben de onların gerdikleri bir ipe takılmaktan son anda kurtuldum. Köprünün biraz ilerisinde, Yunan heykeltıraş Kostas Valsamis’in genç balıkçı Michalaki heykeli yer alıyor.
Heykelin önünden plajlara yolcu taşıyan tekneler kalkıyor. Heykelin arka tarafındaki kafelerin arasından meyhaneler sokağına giriliyor. Dağlık ve kayalık bir yapıya sahip adanın yalı bölgesinden yukarı mahallesine yüzlerce basamaktan oluşan merdivenlerle ulaşılıyor.Simi’de ilk akşam yemeğimizi, otelimizle ortak olan, bitişikteki İtalyan Lokantası Vaporetta’da yedik. Benim seçimim olan kum midyeli spagetti (spagetti alle vongole) çok lezzetliydi. Ertesi sabah otelin deniz kıyısındaki masalarında kahvaltımızı yaptıktan sonra, bir tur şirketinden, 68 kilometrekare genişliğindeki adanın en önemli ziyaret merkezlerinden Panormitis’deki Moni Taksiharki Mikhail Manastırı’na gitmek üzere bilet satın aldık. Minibüsle çorak tepeleri aşarak, yer yer de çamlıklar ve zeytinliklerden geçerek 24 kilometre mesafedeki Panormitis’e doğru yol alırken, şoförümüz virajlı yollarda hız yapmaktan da arkasına dönerek yolculara laf yetiştirmekten de geri kalmadı. Denizciler için kutsal bir hac yeri sayılan manastırı ve her türlü otantik eşyanın sergilendiği müzesini gezdik. Manastırı ziyarete, yeni evli bir çift de gelinlik ve damatlıklarıyla gelmişti.
Dönüşte bizi 35 dakika rötarla manastırdan alan minibüs şoförümüzün koltuklar arasındaki boşluklara taburelerle dört yolcu daha oturtmakla kalmayıp bagaja da iki yolcu sığdırması karşısında pes dedik ve aynı virajlı yollardan balık istifi merkeze döndük. Gialos (Yialos) diye adlandırılan yalı bölgesinden yel değirmenlerinin dizili olduğu yukarı kasaba Khorio’daki (Chorio) ününü duyduğumuz Haritomeni Taverna’ya taksiyle gittik ancak lokanta öğlenleri çalışmıyordu. Ziyaret etmek istediğimiz Simi Müzesi de kapalıydı. Tırmanması zahmetli dik mermer basamaklardan kaleye doğru yürürken karşımıza çıkan Olive Tree Kafe’de soluklanıp, İngiliz işletmecisi genç hanımın tavsiyelerine uyarak ıspanaklı pay, kuskuslu salata ve humuslu dürüm yedik. Öğle yemeğinden sonra çıktığımız St. John Şövalyeleri’nin kalesi ile bitişiğindeki kilisenin de kapıları kilitliydi. Limana doğru inişe geçtiğimizde etrafta bakımsızlıktan harap hale gelmiş, kapılarına zincir vurulmuş pek çok villa ve çevrelerinde plastik şişelerle, ambalaj atıkları ile çöplüğe çevrilmiş küçük bahçeler gördük. 17. yüzyıldan itibaren yılda 500 adedi bulan gemi yapımı ve sünger avcılığı ile Oniki Adalar’ın en zenginlerinden biri haline gelen Simi’nin sakinlerinden büyük bölümü, buharlı gemilerin ve suni süngerlerin ortaya çıkışıyla yaşanan ekonomik gerileme üzerine adalarını terk etmiş. Bugün adadaki iki gemi yapım tersanesi az da olsa üretime devam ediyor, ayakta kalan diğer iki küçük sanayi kolu ise ahşap mobilya ve çan imalatına dayanıyor. Adanın en önemli gelir kaynağını turizm oluşturmaya başlayınca liman çevresindeki evler bir bir kafe, lokanta ya da hediyelik eşya dükkânına dönüştürülmüş. Aralarında zengin turistlere hitap eden tasarım butikler de var.Adanın kendi insan dokusunu, sokakların canlılığını, cıvıltısını kaybetmesinin hüznünü içimizde duyarak aynı merdivenlerden yalı bölgesine döndük. Daha sonra tersaneden ileriye yürüyerek, Nos plajına ulaştık. Plajın girişi iri çakıl taşları ile kaplıydı, suyu sığ iken birden beklenmedik derecede derinleşiyordu. Plaj koyun girişinde yer aldığından limana gelip giden yatları görebiliyorduk ve eylülün ikinci yarısında adaya gelen teknelerin neredeyse tamamı Türk bayraklıydı. Adanın bu mevsimde genelde sakin olmasına karşılık, Pire’den gelen Blue Star feribotu ya da dev yolcu gemilerinden biri yanaştığında liman hemen canlanıveriyor, lokantalar, kafeler, dükkânlar dolup taşıyor ve tek atlı beyaz şık faytonlarla, akülü mini tren, motosiklet ve otomobil kalabalığı arasında yola revan oluyordu.
Akşam yemeği için adanın Türkler arasında en popüler lokantası olan Manos Fish Restoran’a gittik. Arka masamızda oturan 3 Türk erkeğin internet bağlantısı olmadığı için “sıkıldık” diyerek yemek yemeden lokantadan ayrılmalarından sonra, başgarsonun diğer bir masadaki Amerikalı grupla “Turki”lerin bu davranışını “ti”ye almasına tanık olduk. Balık çorbası, kalamar, şarap sosunda midye ve peynir kızartması ile birer kadeh şarap için iki kişi 90 Euro hesap ödediğimiz restoran, Kos’taki benzerlerine kıyasla pahalıydı. Yemek üzerine lokantanın ikramıysa, dondurmalı revaniydi. Otelimize dönerken bir helikopter liman girişini dairesel turlarla tarıyordu, bunun kaçak göçmenlere karşı önlem olarak yapıldığını öğrendik.
Adadaki son günümüzde erkenden Panaghia tou Evangelismou Kilisesi’ne tırmandık ve avlusundan limanın büyüleyici manzarasını izledik. Bu büyüyü bozan adanın tüm enerjisini turizme dayandırırken, gerçek adalılarıyla birlikte sahiciliğini, içtenliğini yitirmesi, adeta sahte bir dünya yaratılmasıydı. Feribotla dönüş yolculuğumuzda, bizim çamları, köşkleri, eşsiz havasıyla muhteşem güzellikteki Büyükadamız’ı da içten içe aynı kurt kemirmiyor mu diye sormaktan kendimi alamadım.