Nasıl da acımasızca telef ettiler Yırca’daki o canım zeytin ağaçlarını değil mi? Hem de nasıl ‘astığı astık, kestiği kestik’ bir zorbalıkla. Akşam saatlerinde, baskın yapar gibi iki otobüs dolusu özel güvenlik nezaretinde, o uzay canavarı gibi iş makineleriyle, bir giriştiler ki katliama, durdurabilene aşk olsun. Ah nasıl da sızladı yüreğim, üzeri iri iri zeytinlerle dolu ağaçlar devrildikçe… Tel örgülerle çevrilen kesim alanına kimsenin girmesine izin vermediler. O teller jiletliymiş üstelik biliyor musunuz? Mayın tarlalarının etrafına bile öyle teller koymuyorlar yahu… Günlerdir, ekmek tekneleri olan ‘can’ları korumak için gece gündüz nöbet tutan çevre sakinlerini perişan ettiler. O canlar ki en büyük medeniyetlerin bile ekmek tekneleri olmuştur daima. Arkeologlar “Bir yerde zeytin ağaçları varsa, bu mutlaka orada eskiden büyük bir medeniyet olduğunun işaretidir” demezler mi?
Tabii yine, her zamanki gibi, her haksızlığa itiraz hareketinin sonucu olan malum terane yaşandı; arbede, çatışma, gaz… Dozerlerle altı bin zeytin ağacı, çaresizce çırpınan, itilip kakılan sahiplerinin yaşlı gözleri önünde katledildikten sonra, jandarma lütfen olaya intikal etti. Sanki ancak yetişmiş gibi… Hadi, al sana bi arbede daha. Sonuç? Nihayet iş işten geçtikten sonra mahkemeden durdurma kararı çıktı ve: “Pardon yaa!” dediler… Şaka gibi valla. Bir zeytin ağacı yirmi yılda yetişiyor. Altı binini aynı anda diksen, verim almak için en az yirmi yıl daha beklemelisin. Kolaydı sanki. Ne olacak şimdi? Hiç. Malum şirketler gurubu yetkililerinden ve köylüleri tartaklayan güvenlik personelinden, kurban olarak seçilen birkaç kişi hakkında suç duyurusu yapılacak. Mahkeme falan olup bir sonuç alınana kadar -ki nasılsa yılan hikâyesine döner- üç beş kuruşla halledilecek. Eh o kadar ağaçlık alan da artık kep kel olmuş bir kere madem, öyle boş boş dursun mu? Bir süre sonra oranın da icabına bakılacak tabii. Ağaçlarından olan insanlar da karınlarını doyurmak için, üç otuz paraya, canları pahasına ve en ilkel şartlarda madenlerde, in-şaatlarda falan çalışmak zorunda kalacaklar. Pisipisine ölecekler. Olsun, nasılsa çok çocuk yapmak öneriliyor ya boyuna, yerleri dolar. Muhtarın ağlaması, günlerdir gözümün önünden gitmiyor. Ben ki yerde, bir ağaçtan kopan taze bir dal parçası bulsam, acaba yaşar mı diye alıp suya koyar, köklendirip dikmeye çalışırım, Burgaz’ımın ormanları yandığında, gecelerce kâbus gördüm, dostlarım ölmüş gibi günlerce yas tuttum, oralarda yaşasaydım kesin cinnet geçirirdim. Size bir şey söyleyeyim mi? Anadolu’da herhangi bir yere her gittiğimde, kurutulan dereleri, telef edilen bağları, ormanları gördükçe içim yanar, etraftaki diğer güzellikleri göremez olurum. Ermenilikten olmalı. Ermeni bir avuç toprak bulsa üzerine bir şey diker çünkü… Kanımda var zahir. Yolunuz düşerse dikkat edin, Anadolu’nun, uçsuz bucaksız yollarından ara-bayla geçerken, kupkuru bozkırların arasında, uzaktan bir tutam yeşil bölge çarpsa gözünüze, orası mutlaka eskiden Ermenilerin yaşadığı bir yer olur.
Geçmişinde göçebe olan Türk halkı, yüzyıllardır, artık yerleşik bir düzene geçtiğini bir türlü idrak edemiyor bence. Burası vatandır, benim toprağımdır ve Allah bu toprağa dört mevsimi de yaşama şansı vermiş, verimlilik bahşetmiş, ona gözüm gibi bakmalıyım bilincine varamıyor. Deştikçe deşiyor, tükettikçe tüketiyor ve ‘bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur’ sözü yalnızca atasözlerinde kalıyor. Sanayileşmenin ve lüksleşmenin sonu yok ki. Konforlu beton yığınlarında, teknolojinin rahatlığı içinde, hatta bahçesi plastik ağaçlarla dolu bin odalı saraylarda yaşarken, en sonunda ne yiyeceğiz peki? Ya bir zamanlar çağıl çağıl çağlayan sularımız bitince ne yapacağız? Termik santrallerde üretilenleri satıp, karşılığında da toprağımızda her türlüsünün yetişmesi mümkün olan, tarım ürünlerini mi satın alacağız dışarıdan? Bir tarım ülkesi olmaktan utanıyor mu acaba ülkeyi yönetenler? Baksanıza doğru dürüst domates bile yetiş-tiremiyoruz artık yahu. Siz bu yıl hiç şöyle çocukluğunuzdaki gibi sulu sulu bir şeftaliye rastladınız mı? Ya kan kırmızı, baldan tatlı karpuza? Mis kokulu incire? Dünyanın en zengin balık çeşidine sahip denizlerden biri olan güzelim Marmara’da kaç balık türü kaldı? Benim çocukluğumdaki balıkların isimlerini balıkçılar bile bilmiyor artık. Hadi bir soru sorayım: Hani balığını kim hatırlıyor? Orta yaş sınırının altına inmez bilenleri… Eskiden o kadar boldu ki kimse itibar etmezdi. Atılan ağlardan, umulan fiyakalı balıklar yerine Hani çıktı mı balıkçılar “Amaaan bu gün bi şey yok, Hani çıktı sırf” derlerdi. Şimdi nesli tükendi
Bir gün gelecek, insanlar bir zamanlar bu denize girip yüzmenin mümkün olduğuna bile inanmayacaklar. Çocukluğumuzda, denize girdiğimiz ilk bir iki gün tatlı suyla yıkamazdık vücudumuzu ki kemiklerimize yarar sağlasın, şimdi mümkün mü? Ağzımıza kaçar da yanlışlıkla yutarız diye ödümüz kopuyor. Biz çocukluğumuzda deniz suyunu içerdik bile yahu, yüzerken bir yandan da o tuzlu suları yuta yuta domates yerdik. Geçen gün genç bir dostuma anlattım da o kadar şaşırdı ki; “öööğ” yaptı. Neyse, bu deniz konusu da elde olmadan karışıverdi toprağın arasına. Eh ben ‘doğa’ söz konusu olduğunda dağılırım biraz. Hem zaten “Daaağ, deniiiz, ovaaa, çayııır güzeeel Anadooluuu” diye çığırdıkça beynim benden bağımsız… ki böyle giderse o şarkıdan bir dağlar kalacak elde… üşüşüveriyorlar yazıma böyle; elimizden kayıp giden doğa harikaları. Ah büsbütün geç olmadan bi uyansak… Tüm ülkeye gücümüz yetmez tabii ama hiç olmazsa bir avuççuk olan Adalar’ımıza mukayyet olabiliriz. Geçtiğimiz yaz birkaç kez Kınalı’ya gittim. Eskiden can dostum olan kaç ağacı göremedim… Kabak gibi dümdüz deniz manzarasına kurban edilmişlerdi. Buna eskiden benim olan evin önündeki güzelim kestane de dahil.