Vahe Lusarar’ı hatırladınız mı sevgili Adalı okurları? Bir ara uzunca bir süre dergimizde yazdı, hem de büyük bir hevesle yazdı. 2008 yılında, rastlantı sonucu varlığını öğrendiğimde ilgimi çekmiş, hakkında araştırma yaparak, o yıllarda yazmakta olduğum Agos gazetesindeki köşemde, onunla ilgili bir yazı yazmıştım. Gazeteden epey ilginç bulunmuş ve kendisiyle uzunca bir röportaj yapılmıştı. Ki bu da birkaç yıl önce Mayda Saris’in böyle ilginç röportajlarından derlediği ‘İzi Kalır Hatıraların’ adlı kitabında yer aldı. Asıl mesleği yol mühendisliği olan ve yıllarca şehir şehir dolaşarak, ağır şartlarda çalışan Vahecim, babamla aynı yaştaydı. Bir entelektüel, bir sanat aşığı, bir müzisyen, bir şairdi. Erken bir yaşta Alzheimer olan, büyük bir aşkla sevdiği eşine bakmış yıllarca, hem de bir yandan zorlu bir tempoyla çalışarak. Onu kaybedince de kendi arzusuyla bir huzurevine yerleşmiş. Onu Adalı okurlarına tanıtma arzusuyla yazdığım yazıda “Ama hayatın ucunu hiç bırakmamış” demişim. Gerçekten de hiç bırakmadı, hiç pes etmedi... Ta ki hayat onu bırakana kadar. Anlamıştınız değil mi? Vahecim tam 100’e merdiven dayamışken, hayat “Buraya kadar” deyiverdi.
Ailesi köklü bir Büyükadalı kendisi eski bir Kınalılı olan Vahecik gençliğinde iyi bir yüzücüymüş. O yıllarda pırıl pırıl olan denize girerken hep “Kınalı şarabı yutalım biraz” dermiş. Huzurevi günlerinde bilgisayar kullanmayı öğrenmiş, kendi şiirleri ve yazılarının yanısıra kurumun bütün yazışmaları ondan geçmiş. Yedi lisan bilen Vahe, iyi bir müzisyen ve maestroymuş, yıllarca Sahakyan Korosu’nu yönetmiş. Birkaç yıl öncesine kadar, her hafta Beyoğlu’ndaki Vosgeperan Katolik kilisesinin Pazar ayinlerine korist olarak katıldı. Sevgili dostum, müzisyen Levon Eroyan -ki ben Vahe’yi onun sayesinde tanıdım- gelir, onu alır ayine götürür sonra geri getirirdi. Koro için Vahe’nin varlığı önemliydi çünkü gümbür gümbür olan sesini hem tenor, hem bariton, hem bas olarak kullanabilirdi, dolayısıyla o gün kim eksikse Vahe onun yerini doldurabilir, hatta gerekirse enstrüman da çalabilirdi. Ah çok yetenekliydi çok... Birkaç yıl önce, huzurevi yararına müzikal bir gösteri yapan Amerikalı genç bir ekiple sahneye de çıktı hem de İngilizce oynadı. Yılların büktüğü beli dik durmasını engellerdi, uzun süre ayakta durup yorulmasın diye sahnenin bir köşesine bir sandalye koymuşlardı. Tabii ki gittim, izledim. Otura kalka harikalar yarattı, canım benim. Eh ne de olsa kanında vardı, zira anne tarafından dedelerinden biri ünlü Bedros Atamyan’dı...
Tanıştığımız günden sonra haftada bir gün evime çok yakın olan Bomonti Huzurevi’nden tıpış tıpış bana gelirdi, kahve ve kaçamak sigara içmeye. Son iki yıl artık yürüyemiyordu, ben gittim. Gidemediğim günlerde sevgili Tuğçe Aydın giderdi ve beni mutlaka bilgilendirirdi. O da genç dostlarımdan biri. Tiyatrocu. Yüreği güzel bir kız. Huzurevi’ne sık sık gönüllü yardıma gider. Vahe’den ayrı tanımıştım onu ki sonradan ortak endişemiz oldu. Bu son uğursuz pandemi döneminde büsbütün yalnız kaldığı bir günde uçuverdi Vahecik. Cenazesine huzurevinden ve korodan birkaç kişiyle Tuğçe dışında kimse gidemedi. Son resimleri, mutlu olduğunda söylediği birkaç şarkının ses kaydı hep ondan geldi bana. Şimdi diyeceksiniz ki “Bu adamın hiç mi kimsesi yok?” Var valla. Bir kızı var, bir de torunu. Tanımıyorum, hiç tanımadım. Kız, bir İtalyan’la evlenmiş vaktinde. Orada yaşıyordu, sonra boşanıp İstanbul’a geldi. Şimdi Bodrum’da Vahe’nin evinde yaşıyor. Babasının ölümü bildirildi kendisine. “Hastayım, gelemem” dedi. Babasının titizlikle sakladığı çocukluk fotoğrafları bile içini cız ettirmedi. Bunları kimse bilmeyecek sandı. Bilmiyor ki ben varım. Yazıveririm böyle. Bilinir. Allahtan tüm diğer fotoğraf albümlerini bana teslim etmişti vaktinde “Ölürsem bunlar ziyan olur” diyerek, özel Atamyan albümü dahil... Ben korurum tabii ama benden sonrası bilinmez, benimkilerin de bilinmeyeceği gibi... Kaldı ki özel anılarının çoğunu paylaşmış sonradan sevenleri, Tuğçe’den öğrendim. Yani şanslı sayılır. Ama yazdığı hayat öyküsünü ne yapıp edip kitap haline getireceğim bir gün. Kendisi göremese de en azından tarihe emanet edilir. Hele şu kötü günler geçsin... Biliyorsunuz benimki de beklemede daha.
Seçtiğim başlığı, onun dergimizde yazdığı süreçte, sayfası için seçtiğiyle örtüştürdüm. Ve de eşimin ölümünden sonra yaptığım bir resimle birleştirdim. O resimde, eşim ve kedim bir rıhtımda sırt sırta vermiş denize bakıyorlar. İsim verirken Yahya Kemal’in ‘Sessiz Gemi’sini çağrıştırmıştı bana. Hani bir yerinde “...Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli – Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli” der ya, ben de ‘Rıhtımda kalanlar da gider’ demiştim. Vahe için de bu, pek güzel uydu bence. Yazılarına genel başlık yaptığı “Geride kalanlar...” da giderler. Unutulmayacaksın nur yüzlüm benim. O hasarlı yaşlı bedenine sığamayan genç ruhun uçsun özgürce. Yolun ışık olsun canım.