Sevgili dostlar, aşağıdaki yazıyı yıllar önce gazetedeki köşemde yazmışım. Başka bir şeyi bulmak için eski yazılarımı tararken, pat diye karşıma çıkıverdi. Başlığı görünce kendi kendime “Bu da ne ola ki..? diyerek okuyuverdim. Valla insan unutuyor, yüzlerce olunca... Okudukça gözlerime inanamadım, sanki bu gün yazılmış. Demek bu yaşananlar ilk kez gelmiyor insanlığın başına. Evet, unutuyoruz. Eh o yıllarda sosyal medya bu kadar süratle bilgilendiremiyordu insanları, ya da büsbütün karıştıramıyordu kafaları. Hangi kavramın doğru olduğuna siz karar verin artık. Sonra birden dergimizin yazı teslim tarihini aşmakta olduğumu da fark edince – evde tek başına ve tek düze yaşam tarihlere dikkat edememeye neden oluyor – bu yazıyı ibret-i alem için olduğu gibi buraya almaya karar verdim. Nasılsa yazan benim. Kimseden araklamadım. Başlığını bile değiştirmedim. Bu ön bilgiyi göz ardı ederek okuyun lütfen ve elinizi vicdanınıza koyup itiraf edin kendinize; tıpkı günümüzde yaşananlar gibi değil mi?
“Yine insanlar gripten kırılıyor, bütün kalabalık ortamlarda aynı ürkütücü sesler çınlıyor; öksürük, tıksırık ya da patlama şeklinde hapşırıklar. Öksürükler çeşitlere ayrılıyor; hırıltılı, kütür kütür, kısa kesik ya da nöbet gibi uzun uzun, boğarcasına, bayıltırcasına... Çok asap bozucu çok. Dokunduğumuz her şeyden olduğu gibi her an, her yerde, her şekilde bulaşması mümkün mikroplar uçuşuyor havada. Sarılmamak, öpüşmemek, el sıkışmamak lazım. Kendini eve kapatıp, kapıdan giren her şeyi dezenfekte etmek lazım. Bir de bilgisayar klavyelerini, telefonları televizyon kumandalarını... Bu arada bilgisayar ‘dezenfekte’ kelimesinin yerine ‘arınık’ yazmamı önerdi. Öyle yazsam anlaşılır mıydı sizce? Neyse, mizah dürtüme yenilmeyeceğim, zaten bir haftadır gripten sürünüyorum, öksürük krizinden sabahlara kadar uyuyamıyorum, başka şey düşünemez oldum. Baktım kimle konuşsam aynı dertten muzdarip, hatta bazı doktorlar, doğrudan bağışıklık sistemine saldıran ve kimin neresi zayıfsa oraya yerleşen, antibiyotik dahil, hiçbir ilacın para etmediği bu virüsün laboratuvar ortamında üretilmiş olabileceğinden şüpheleniyorlarmış, bi deşeyim bakayım bu konuyu dedim. Olur mu olur, bilim de çığırdan çıktı artık nasılsa.
Önce 2014’te çıkan bir habere rastladım. “Vay canına” dedim ve bir baktım daha bir sürü var, öyle ki bundan sonraki kısımda, ben o haberlerin yalancısıyım. ABD’deki Wisconsin Madison Üniversitesi’ne bağlı Gribal Virüs Araştırma Merkezi’nde çalışan Japon bir bilim adamı, 2009’da, 500 bin kişinin ölümüne neden olan grip virüsünü laboratuvar ortamında yeniden yaratmayı başarmış. İyi halt etmiş. Virüsün bağışıklıktan kaçtığı alanları tespit edip, antibiyotiklere karşı dirençli bir versiyonunu üretmiş. Çok iyi halt etmiş. Küçük bir bilim çevresince bilinen bu deney, insanlığın sonunu getirecek nitelikteymiş. Tabii eğer virüs laboratuvardan kaçarsa... Ki bu asla mümkün değilmiş. Sözde. Zira daha önce olmuşluğu var, haberi de gizli tutmuşlar ama internet ortamına düşmüş işte.
Hollanda’daki Erasmus Tıp Merkezi de yapmış böyle bir mutant virüs üretme çalışması. Bu iki kuruluş da, kolay yayılabilen bu virüsün çok tehlikeli olması ve biyolojik silah olarak kullanılabilmesi ihtimaline karşı, tüm bilim adamlarına araştırmanın ayrıntılarını bilimsel dergilerde falan yayımlamamaları çağrısında bulunmuşmuş. E aferin yani madem öyle, korkacak bir şey yok.
Normal grip virüsü insandan insana yakın temas olmadan bulaşmazken bu mutant virüsler havada taşınabiliyor ve en küçük bir öksürük, hapşırıkla bile bulaşabiliyormuş, o yüzden özellikle ABD hükümeti her türlü yayını kontrol altında tutmaya çalışıyormuş ama dünyada bu tür çalışmalar yapan bir dolu başka laboratuvar da varmış, hepsini nasıl kontrol edecekler? Böyle çalışmaları ısrarla sürdüren ve sonuçlarının insanlığa hizmet edeceğine inanan bilim adamlarına göre, insanlar arasına bir kez karıştı mı kontrolü mümkün olmayan bu virüsün, biyolojik silah olarak kullanılması riski çok düşükmüş zira bu amaçla kullanılabilecek, doğrudan hedef kitleye odaklanabilen başka biyolojik silahlar zaten varmış. Büyük ülkelerce, önümüzdeki 40 yılda gereğinden fazla çoğalmış olan insanlığın yarısını yok etme planları yürütüldüğü dedikoduları da söz konusu ama bunlar sözde onlar değil. Vay canına, bakınız Erdoğan tevekkeli değil “en az 3 çocuk yapın” demişti nasıl da ileri görüşlüymüş demek. Aaay... çıldırır insan.
Şimdi, başka bazı bilim adamlarının dediklerine göre de; laboratuvarlar ne kadar güvenli olursa olsun, bilim dünyasında virüs yaratma çılgınlığı son bulmalı ve insan hayatını kesinlikle kurtaracağından emin olmadan bu işlere bulaşmamalıymış. Zaten bunların teröristlere sızdırılması da pekala mümkünmüş. Mesela HSN1 virüsünün laboratuvardan çıkması insanlığın yarısının yok olması demekmiş. Bu işlerde çok büyük paralar var ve insan hayatı artık hiç önemli değil. Ayrıca AİDS hastalığının ortaya çıkmasıyla ilgili de birçok bu tarz teori varmış ki ben artık daha fazla kurcalamaya dayanamıyorum. Ama merak ediyorsanız ve İngilizce biliyorsanız, Edward Hooper’ın 10 yıllık bir araştırma sonucunda yazdığı ‘The River; A Journey to the Source of HIV and AIDS’(Nehir; HIV ve AIDS’in Kaynağına Bir Yolculuk) adlı bir kitabı varmış ona bi göz atın.
Yıllar önce bu grip virüsüyle ilgili bir yazı daha yazdığımı hatırladım şimdi ama tarihi aklımda kalmadığından bulamadım. Orada da bu virüsün dünyanın en zeki yaratığı olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Her yıl yeni aşılara karşı direnç kazanarak evrildiğinden ve onu asla yenemeyeceğimizden söz etmiştim. Şimdi bir de büsbütün güçlenmiş bir mutant olma ihtimalini düşünün. Karşımızda mikroskopik bir Hulk var demek... Bütün griplilere geçmiş olsun.”
Ne dersiniz? Sanki yeni yazılmış gibi değil mi? Eh bunu da atlatırız inşallah.