Salgının resmen duyurulmasından buyana 10 hafta geçti. Bugünlerde dile gelmeye başlayan ve benim ilk günlerden beri söylemeye çalıştığım teze göreyse, ocak ortasından beri, yani 18 haftadır salgınla yaşıyoruz.
İlk sekiz haftayı bilmeden, dillendirmeden, sonraki iki haftayı geçiş dönemi olarak ve sonraki sekiz haftayı da „evde kal“ dönemiyle yaşadık.
Bir ay kadar önce, „sokağa çıkma yasakları“ için, bu yol bizi olmadık yerlere götürür, sonrasında „sokağı“ savunamaz hale getirir diye yazıp, kısıtlı da olsa paylaştığımda neredeyse hiç destek görmedim. Aksine, uygulamaların „hafif“, „çekingen“ olduğu yorumları yoğunlaştı. İstiyorduk ki, „sokağa çıkma yasağı“ 7x24 ve her yerde olsun. Sonra 65 yaş için „taviz“ ister hale geldik, üstelik de, „65 yaş üstü ehildir“ türü kampanyalarla. 20 Yaş altı için pek laf da edilmedi. Ama bir yandan da bazı sektörlerde insanlarımız 7x24 ve her yerde çalışır haldeydi. Biz evde olunca pek görmüyorduk „onları“ ve pek de dert olmuyordu. Hem eve „servis“ başka nasıl olabilirdi ki?
Sonra Avrupa ağırlıklı bir topluluk, sanatçı ve bilim insanı, bir açıklama yaptı. Son cümle şuydu: Mesele hayatta kalmak olduğu kadar onurumuzu ve anlamımızı sürdürebilmek meselesidir aynı zamanda. Bu açıklama hiç ses getirmedi ülkemizde, ya da pay bırakayım, ben hiçbir şey duymadım hakkında. Oysa belki de konunun omurgasıydı. Derken günler geçti, Güney Kore orjinli Almanyalı felsefeci biri, bu salgına karşı duruşun, insanın haz duygusunu da tümüyle yok edebilecek bir risk içermeye başladığını yazıverdi. Anlayabildiğim, böyle giderse insan niteliği tartışılır olacak diyordu.
Düşünüyorum bu 18 ayı. Galiba önce bir biçimde hastalandık, birbirimize, garip bir hastalık, geçmiyor, çok da yatırmıyor, aman dikkatli ol falan dedik. Bu arada Çin’den kimi haberler geliyordu, ama ne de olsa Çin’di. Diktatörlüktü, neredeyse iki milyardı, her şeyin çakmasını yapıyorlardı, garip beslenme alışkanlıkları vardı... Sonra haberlerde, bilimkurgu filmlerinden aklımızda kalan sahneler görmeye başladık. Maskeler, bembeyaz tulumlu görevliler... Sonra okullar online eğitime geçti... Sonra „evde kal“dık. Ardından salgın raporlarını ince ince izlemeye başladık, hemen “uzman”lar belirdi, yapmamamız gerekenleri söylediler. İtalya neredeyse “bitiyordu”, benzer hale düşmemek için sokağa çıkma yasağı uygulanmalıydı, neden uygulanmıyordu. Ardından başladı, itirazımız netti, böyle parçalı bulutlu sokağa çıkma yasağı olmazdı. Kesin olmalıydı. Bütün bunları görüp, değerlendiren yapılarımız elbette istekleri hakkıyla yerine getirmek konusunda yeterli duyarlığı gösterecekti. 1 Mayıs’ta DİSK’in önünden az sayıda sendikacı Taksim Kazancı Yokuşuna gitmek isteyince, “nasıl olur, salgın varken” yanıtını bir güzel aldı. Sonuçta istenen “sokağa çıkma yasağı” değil miydi?
Şimdi, 65 yaş ehildir, 65 yaşa özgürlük... diyoruz. Yarın İstanbul’a özgürlük diyeceğiz. Muhtemelen yaşamakta olduğum Ada giriş çıkış yasağı unutulacak, aylarca böyle yaşayacağız. Sonuçta kamu yönetimi, vatandaşlarının isteklerine “duyarlı” kararlar alıyor. Almaya devam edecek.
Üstelik, salgın nedeniyle “yurttaş duyarlığı” da epey güçlendi. Adamızda muhtarın bürosuna giden 65 üstü bir kadını gören duyarlı yurttaşımız karakola haber vermiş, gelen polis muhtarlık bürosu olması, kadının zorunluluğu falan gibi nedenlerle işlem yapmayınca da şikayetçi olunmuş. Yine Adamızda, havaların ısındığı bugünlerde denize giren birini gören duyarlı yurttaşımız derhal gerekli bilgilendirmeleri yapmış. Sonuçta 3150’şer lira hazine katkıları bunlar. Ya da haberlere geçti, İstanbul’dan Tekirdağ Kıyıköy’deki ikinci evlerine bir ambulans kiralayıp giden iki kişiden de ihbar sonucunda 6.300 lira alınmış. Ama İstanbul’daki evlerine geri getirilmişler mi bilmiyorum. Sanırım bu haftalarda hazineye epey yurttaş katkısı oldu.
Okulların kapatıldığını Eylül’e doğru açılacağını bir akşam aniden öğreniyoruz. Çocukların bu yarıyıl ne yapıp ettiklerinden bilgisiz, Eylül’de nasıl olacağını düşünemeden. Çocuklarımızın “evde kalma” haline en kolay uyumu sağlayanlar olmalarından mutluyuz, tersi çok zor olurdu. Ama sonra “evde kalınmayan” günlere de bu kadar kolay uyum sağlayacaklar mı, bilmiyor ve düşünmüyoruz.
Yaratıcı sektör diye tanımlanan kültür, sanat alanında müzelerin, galerilerin serbest online dolaşıma açılmasından çok hoşnutuz. Konserlerin, festival filmlerinin, oyunların vd ekranlarımızda ücretsiz olması da çok sevindiriyor bizleri, hemen sosyal medyadan birbirimize duyuruyoruz. Kitapların pdf vb şekillerde elimizin altında ve ücretsiz olması da çok hoşumuza gidiyor. Ama bunları yaratanların, yani yazarların, sanatçıların bu kullanımlardan, tüketimlerden hiç pay almadıkları, dolayısıyla yeni yaratılara pek de iştah ve isteklerinin kalmayacağını; sonuçta kültürel olarak çölleşmiş bir hayatın bizi beklediğini de düşünmüyoruz.
İşsizliğin, evine sadece sosyal yardımla bakabilen insanların sayısını duymak bile istemiyoruz. Çünkü artık baktığımız her yerdeler. Kendi işlerimizden emin değiliz, çünkü nasıl olabileceğini bilmiyoruz. Sadece “hayatta kalmaya” odaklanmış haldeyiz. “Mesele hayatta kalmak olduğu kadar onurumuzu ve anlamımızı sürdürebilmek meselesidir aynı zamanda” sözünü duymuyoruz bile.
Yine bunca sözden sonra ne önerdiğim sorulacaktır, bu noktada. Bir şey öneremeyeceğim çok açık, sadece sözünü ettiğim bildiriye kulak vermeyi söyleyebilirim. En azından şundan eminim, benim bilmemem kadar, kimsenin de bilmediğini görebiliyorum. Hayatta kalmalıyız, fakat anlamlı şekilde ve onurumuzla. Bunun için de pek çok şeyin değişmesi talebimiz çok net söylemeliyiz. Belki dünyamız bize yeni bir deneme için fırsat verir.