Biz artık ailecek Adalı olmuş, bir dolu yeni dost kazanmıştık. Hem anne ve babamız, hem biz. Önce en önemli komşumuz kunduracı Mehmet Usta'nın ailesi. O yıllarda onlar Aya Nikola'da, sonradan o koya adı verilen dilber Marta'nın komşusuydular.
Marta, adanın en ilginç ve en sıra dışı kadınıydı. Yaz kış denize çıplak girerdi. Bir dolu dikizcisi olmalı ki, herkes bilirdi bunu. İplemezdi Marta... Deniz onun canıydı... ibadet eder gibi yüzerdi... meditasyon yapar gibi. Çocuğunun doğum sancısı bile denizdeyken gelmiş, bıraksalar suda doğururdu belki de...
Her gün açık saçık, çılgın renkli kıyafetlerle, hatta bizim daha esamesini bile duymadığımız şifon pareolarla iskeleye inip kocasını karşılardı.
Rastgele salıverdiği saçlarına alından sıkma bandanalar, kolunun dirsekten yukarısına tahta bilezikler, kulağına kocaman halka küpeler, ayak bileğine de halhallar takardı. Bu modalar bizde değil, daha dünyada bile yoktu.
Marta bunları eski hayatlarından biliyor olmalıydı... Eski hayatlarından birinde o, tanrıça gibi tapılan bir şey olmalıydı. Sahilde salınarak yürüdüğünde, kadınlar hasetle, erkekler ağızlarının suyu akarak bakarlardı.
Arap asıllı Mısırlı bir Hıristiyan'dı Marta. Kızı olsun istemiş hep, adını Kleopatra koyacakmış... Kocası ağırkanlı bir Ermeni'ydi, kayınvalidesi de İngiliz’miş. Ne ilginç aile değil mi?
Evliliğinin ilk yıllarında İngiliz kayınvalide onu biraz kilolu bulmuş da bedeni güzel ve sıkı olsun diye baleye göndermişmiş. O zamanlar Taksim'de bulunan Halkevi'nde, ünlü bale hocası Lidia Krasa Arzumanova'dan bale dersleri almış.
Ben bu bilgileri sonradan, Marta'nın yakın bir dostu, şimdi benim dostum Nadia'dan aldım. Ben çocukluğumda yalnızca iyi dans ettiğini bilirdim o kadar. O, içinde alevler saklı özgür ruhu, Nadia anlattı bana hep...
"Yaz kış, soğuk suyla yıkanır, karda bile çorapsız gezer, hiç üşümezdi" dedi Nadia. "Yağmur suyunu biriktirir, her yağmur sonrası 'Biraz Allah suyuyla yıkanayım' diyerek nerede olsa eve koşardı. Su perisi gibiydi, doğum sancısı denizdeyken tuttu, motorla zor yetiştirdiler hastaneye... gerçi oğlu da suyla haşır neşir bir çocuk oldu ama onun, kendisi gibi su perisi bir kızı olmalıydı..."
Defalarca yangınlardan kurtarmış âşık olduğu adayı Marta... canı gibi kollarmış güzelim ağaçları. O öldükten sonra öylesine canı gibi kollayanı kalmayınca, çatır çatır yandı ya o canım çam ormanları...
Hoş kadındı hoş... Çok delikanlının yüreğini yakmıştır vaktinde. Tabii çok da atıp tutmuştur ada halkı arkasından, eh namus bakımından... Ama yine de o çıplak yüzdüğü koya adını verdiler ya öldüğünde... Oh canıma değsin... Ki epey netameli bir ölümdü... Arkasından senaryolar düzüldü...
Çok iyi kalpli bir kadındı Marta, fakir fukara dostu, hayvan dostu, doğa dostu, sevgi insanı... Açık dururdu evinin kapısı, isteyen girer dolabını açar, istediğini yerdi. Üç kuruşu varsa, ikisini olmayana verirdi. Ah, o zaman için birkaç numara büyük gelirdi adanın geri kalmış yerli halkına...
Mehmet Ustalarla Martaların yan yanaydı, denize doğru inen yamaçta, koya bakan gece kondu misali tek katlı evleri. Ah, bir günbatımı vardır ki oranın... dünyanın hiçbir yerinde yok... çamların arasından kor halinde denize dalarken güneş, Sivriada ile Yassıada'nın ortasından, alev alev olur yer gök.
Poyraz da almaz o sahil. Her daim çarşaf gibi olan deniz cayır cayır tutuşur da nasıl çağırır insanı "Gel atıver kendini koynuma, yan benimle titreyerek" diye... Öyle bir çağırırdı ki beni o çocuk halimle. Çok yalvarırdım anneme, tam o esnada mutlaka denize giren Marta teyze ile yüzmek için. İzin vermezdi.
Sadece bir tek kere...
Mehmet Usta'nın eşi Emine teyze ve annemler, akşama erkekler de geleceği için, elbirliğiyle yemek hazırlığına girişmişlerdi, diğer çocuklar; kardeşim, kuzenler, Gülten, Ayten, Nurten ve Alaeddin saklambaç oynamaya dalmışlardı... ben ağlamaya hazır onu izlemekteydim ki Marta teyze kolumdan tutup "Mızıldanmayı kes, yürü" dedi. Peşi sıra öyle bir heyecan içinde seğirttim ki... Ah, o ne unutulmaz bir anıdır benim için.
Ben çocuk yaşımda, bir tek kere, namı dillere destan Marta ile çıplak yüzdüm muhteşem Marta Koyu'nda... Gençti Marta. Taş gibiydi bedeni. Sütlü çikolata rengi.
Suyun kıyısına geldiğimizde, kaskatı disiplinli annemin yanımda değilken bile üzerimde hissettiğim etkisiyle ben önce utanınca, o "Soyun!" diye emretti. Ve anında üzerindekileri sıyırıp saçlarını savurdu.
Sessizce soyundum, elbiselerimi katlayıp kenara koydum ve gülümseyerek bana uzattığı elini tuttum. Ve yürüdük alev alev denize doğru birlikte...
Tam çizilecek bir resim olmalı o an. Güneşe karşı, küçük bir aşk meleğinin elinden tutmuş, saçları belinde bir tanrıça gibiydi Marta... İnsanın hayatı boyunca sadece bir tek kere yaşayabileceği zevk anlarından biri... Çocuk ruhum etkilenmiş ve zevkten gözlerim dolmuştu, kaynar gibi görünen, buz gibi suya girince.
Ta o çocuk yıllarımdan bu yana, zevkler de mutluluklar da ağlatır beni biliyor musunuz? Bir türlü anlatamazdım çocukken "Ne var şimdi ağlayacak?" diye sık sık beni azarlayan büyüklere, ki ağlamam mutluluktan...
Eğilip yüzüme baktı Marta ve " Neden ağlıyorsun" diyeceğine "Sevdin mi?" dedi. Anlamıştı.
O gün, öyle bir gündü işte. Aynı gün müydü, başka bir gün müydü?.. Marta bize, eski moda makaralı bir teyple egzotik müzikler çalıp dans da etmişti, renkli tüllere bürünerek... Salome'nin yedi tül dansı gibi bir şeydi. Kadınlar hafifseyen bir tavırla burunlarının dibinden gülümseyerek, arada bir birbirlerini imalı imalı dürtükleyerek izlemişlerdi.
Yok mu ya... Namuslu bir ev kadınına yakışır bir hal miydi o?.. Ama ben büyülenmiştim... Çok taklit ettim onu sonradan çok... kendi kendime, aynalara karşı, kimselere belli etmeden. Aah... Nur içinde yat, Marta Koyu'nun tanrıçası, dilber Marta... Burgaz senin gibi yüreklisini göremez bir daha.
* Bu yazı, Bercuhi Berberyan’ın, Adalı Yayınları’ndan çıkan Burgazada Sevgilim kitabından alınmıştır.