Büyük depremi, hikâyesini önceki yazılarımda paylaştığım Büyükada Panjur Sokak’taki 1901’den kalma aile evimizde yaşamıştım. Gece yarısından üç saat kadar sonra yeraltından yükselen korkunç bir kükremeyle uyandığımda yaklaşan bir felaketin tedirginliğini iliklerime kadar hissetmiştim. “Kasırga mı bu?” derken duvarların üzerimize doğru geldiğini fark edip, eşimle birkaç saniye içinde kendimizi bahçeye atmıştık. Şiddetli sarsıntı sona erdiğinde bu kez bitmek bilmeyen artçılar başlamıştı. 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi, Marmara ile birlikte Adalar’ı da beşik gibi sallarken, o geceyi sokaklarda geçiren binlerce adalı gibi biz de bahçe kapısının önüne serdiğimiz şezlonglarda sabahlamıştık.
Depremi takip eden iki üç gün boyunca Adalılar hasar olmasa da evlerine girmeye cesaret edememiş, durumdan vazife çıkaran felaket tellalları müthiş bir tsunami beklendiğini öne sürerek, Adalar’ın sular altında kalacağı söylentisini etrafa yaymıştı. Tedirgin olan yazlıkçıların çoğu Ağustos sıcaklarına ve henüz okulların açılmasına vakit olmasına rağmen kışlıklarına geri dönmeye başlamıştı. Söylentilere kanmayıp kalanların ve yaz kış adada yaşayanların da huzuru kaçmıştı bir kere. İş yapamaz hale gelen esnaf ise dükkân kiralarını nasıl ödeyeceklerini kara kara düşünüyordu.
Herkesin yüreklere su serpecek bir bilgi kırıntısı peşinde olduğu o günlerde CHP Adalar İlçe Örgütü bir panel düzenledi. 31 Ağustos akşamı Yıldızlar Kafe’de yapılan panelde deprem uzmanları, mimar ve mühendisler yaptıkları açıklamalarla salonu hınca hınç dolduran Adalıların meraklarını giderdiler. Adalar’ın çamur üzerinde değil, sağlam kayalıklar üzerinde oturduğunu, binaların az katlı ve birbirine mesafeli olmasının can güvenliği açısından avantaj yarattığını belirttiler. Marmara okyanus değil iç deniz olduğu için büyük tsunamiler beklenemeyeceğinin altını çizdiler. Kıyılardaki dolgu alanlarda heyelanlar olabileceğine işaret ederek bir deprem başladığında sahilden uzaklaşılmasını istediler.
O tarihte Radikal Gazetesi’nde haber müdür yardımcısı olarak çalışıyordum, ertesi gün paneldeki açıklamaları haber haline getirip yazı işlerine verdim. 2 Eylül 1999 günü yine işe gitmek üzere vapur iskelesine doğru ilerlerken bir sürprizle karşılaştım. Gazetede “Adalar’a bir şey olmaz” başlığıyla çıkan haberim sabah birileri tarafından fotokopi yoluyla çoğaltılıp esnafa dağıtılmıştı ve dükkânların camekânlarına yapıştırılmıştı. Esnaf bu yolla, giden Adalılara seslenerek onları evlerine geri çağırıyordu. Vapur saatini beklerken çay içmek için girdiğimiz, panelin yapıldığı Yıldızlar Kafe’de ise garsonlar gazetedeki haberimi yüksek sesle okumakla meşguldü.
Deprem hayatlarımızda beklendiği anlamda bir “milat” yaratamadı, afetlere karşı ciddi önlemler alınmadı ama aklımızdan da hiç çıkmadı. Adanın en tehlikeli yerleri olan dolgu alanların nerede başlayıp nerede bittiğini, deprem anında nerede durmamak gerektiğini eski bir adalı olarak iyi bildiğimi düşünüyordum. İskelenin ön görünüm bölgesinde, belediye gazinosunun bittiği noktadan İDO iskelesine, lokantaların sona erdiği noktadan park sonundaki Horoz Reis’e ve ordan Kumsal Plajı’na kadar her yer dolguydu. Bir zamanlar Riviera ve Yalılar diye bildiğimiz tüm sahanın önü doldurularak Büyükada Deniz Kulübü yapılmıştı. Peki bunları bizden daha genç olanlar ya da sonradan adalı olanlar biliyor muydu, hele turistler ve günübirlikçiler nerden bilecekti?
Meğer benim de bilmediğim, dolgu olabileceğini aklımın ucundan bile geçirmediğim, yapımı çok daha eskilere dayanan ve hepimizin hemen her gün üzerinde gezindiği yerler de varmış. Saat kulesinin biraz aşağısından başlayarak vapur iskelesine kadar uzanan Büyük İskele Caddesi ve rıhtım, 1867 yılında Sultan’dan gerekli izni alan Fransız bir iş adamı tarafından, o zaman adı Macar olan bölgede, Aya Yani ve Panayia Kiliseleri’nin önündeki dik arazi ve sahilin toprakla doldurulması suretiyle inşa edilmiş. Atina’dan gelerek 21 Ekim günü ada sokaklarında bize rehberlik eden Akillas Millas’tan o gün aldığımız bu bilgiler sonrası, öğrenmenin yaşı ve sonu olmadığını bir kez daha anladım.
Millas’ın Büyükada kitabında da bu yeni iskelenin Büyükada’nın çehresini tamamen değiştirdiği anlatılıyor. İskele yapılmadan önceki döneme ait çizim ve gravürlerde Büyükada’nın ön görünüm bölgesinde kayalık yarlar dikkat çekiyor. 1847 yılı sonrası adalara sefer yapan buharlı gemiler, kırmızı renkleriyle heybetli görünen bu yarların açığında demirlermiş. Yolcular küçük kayık ve teknelerle sahile taşınırmış. Yarların tepesinde sıra sıra dizilmiş küçük evler yer alırmış. Bu anlatı bana günümüzün Santorini adasını çağrıştırdı. Yarlardan aşağıya tırabzanlı ahşap merdivenler ve sert dönemeçli patikalardan inilebiliyormuş.
Büyük İskele Caddesi yapılana kadar, Macar diye adlandırılan ve kayalık yarların üzerinde uzanan dar ve uzun yol, adanın şık hanım ve beylerinin volta attığı, terasları deniz üstüne kadar uzanan gazinolarda vakit geçirdiği başlıca cazibe merkeziymiş. Caddeyi ve rıhtımı inşa eden Fransız iş adamı Joseph Baudouy, buraya iki güzel gazino, büyük bir otel ve beş kagir ev de yaptırmış ve bölge “Debarcadere” adıyla ada tarihine geçerken, Macar’ın süksesini ikinci plana atmış. Adalar Müzesi’nin yayını olan Prens Adaları kitabında ise Adalar’ın 1894’teki İstanbul depreminde bir hayli hasar gördüğü, sonrasında bölgedeki iskele ve rıhtımların da neredeyse baştan yapıldığı kaydı düşülmüş. Büyükada’nın bugünkü iskelesinin yapımına da 1899’da başlanmış. İskele 1915’te tamamlanmış.Adalar’ın yaşlı ve sağlam kayalıklar üzerinde yükseldiği ve yapı azlığı nedeniyle, beton denizine dönüşen ana karadan çok daha güvenli olduğu doğru ama bir de dolgu alan gerçeği var ve tehlike kapıyı çaldığında dilerim ayaklarımız sağlam zeminler üzerinde olur!