Sonbahar yapraklarını dökmeye başladığında Marmara Adası’ndan el ayak çekilmişti. Issızlaşan sokaklarda muşamba ve lastik çizme sesleri işitilmekteydi. Telaş içindeki balıkçı tekneleri tek tek terk ediyordu köhne limanı sabahın karanlığında. Gün ışımadan yola koyulmalıydı karides avcıları. Güneşin batışına doğru arkalarında martı sürüleriyle uzaklarda göründüklerinde, kerahat vakti masasını donatmak isteyen adalılar tutardı yolunu balıkhanenin. Cuma-Pazar seferleri bitmemişti henüz. İstanbul’dan kaçarcasına geldiğim evimde, hafta sonu kaçamaklarının da sonu gelecekti ister istemez biliyordum. Kasım geldiğinde gemi son kez kalkacaktı bu limandan ta ki ilkbaharın müjdecisi gelincikler açana dek. Koca bir kış nasıl geçerdi bu uğursuz şehirde, Prens Adaları da olmasa...
Marmara Adası üzerine yaptığım araştırmalar süresince vakit buldukça İstanbul’daki sahafları dolaşıyordum. Yine böyle bir hafta sonu Kadıköy’de bir kitap mezatına katılmıştım... Bir-iki güzel kitabı satın almış mezatın bitimini beklerken, dükkâna da şöyle bir göz gezdirmek istemiştim. Yığınla kitaplar arasında hemen dikkatimi çekmişti ‘Türkiye Seyahatnamesi’... Daha önce La Motraye ve Evliya Çelebi Seyahatnameleri’nde rastlamıştım Marmara Adası’na, fakat bu kitabı ilk kez görüyordum. İçindekiler bölümünü gözden geçirmeye başlamamla Marmara Adaları başlığını görmem bir oldu. Sanki ilahi bir güç bizi buluşturmuştu. Seyyah, bir yelkenliyle adanın mermer çıkarılan Palatia (Saraylar) köyüne gelmiş, adanın ismi ve coğrafi özellikleriyle ilgili kısa bilgiler vermişti. Kitapta ayrıca Bozcaada, Midilli, Sakız, Nio, Milo, Santorini ve Girit adalarıyla ilgili o dönemi yansıtan çeşitli bilgiler vardı. Fark ettim ki elimdeki bu kitap ikinci ciltti. Eve döndüğümde ilk iş araştırmaya başladım ve kitabın birinci cildini de kısa sürede temin ettim. Birinci ciltte ağırlıklı olarak İstanbul’dan bahsetmiş, bu esnada da Prens Adaları’na bir gezi gerçekleştirmişti. Değeri henüz anlaşılmamış ve çok kıymetli bilgiler içeren tarihi bir belgeydi kütüphaneme kattığım Olivier’nin Türkiye Seyahatnamesi...
Eski Büyükelçilerden Oğuz Gökmen Paris’te görev yaptığı esnada, nadir kitaplar konusunda uzmanlaşmış bir satıcıdan asıl ismi “VOYAGE DANS L’EMPIRE OTHOMAN” olan 6 cilt ve bir büyük atlastan oluşan Olivier’nin seyahatnamesini satın almıştı. Yazar 1977 ve 1991 olmak üzere sadece iki cildinin tercümesini gerçekleştirip okuyucuyla buluşturabilmişti. Şimdi Olivier’nin kim olduğuna ve Prens Adaları hakkında neler gözlemlediğine bakalım kısaca.
Olivier Fransız vatandaşı bir tıp doktoru. Asıl mesleği hekimlik, ama kendisinin çok yanlı, çok yönlü bir kişiliğinin olduğu yazılarını okumaya daha vakit ve gerek kalmadan taşıdığı akademik unvanlardan da belli oluyordu. Milli Enstitü üyesi, Seine Eyaleti Tarım Cemiyeti üyesi, Paris Maarif ve Tabii İlimler Cemiyetleri üyesi, Var Eyaleti Yükseltme ve Geliştirme muhabir üyesi, Londra Nebatat Cemiyeti üyesi, İlim Yayma Cemiyeti, Serbest Tarım, Ticaret ve Sanayi Cemiyeti, Güzel Sanatlar ve Edebiyat Cemiyetleri Üyesi vb. ... 1789 Büyük İhtilalinden sonra Fransa’da geçici yönetimi ele alan Convention Hükümeti 1792 yılı sonlarında Olivier’i bir uzmanlar heyetinin başında İstanbul’a gönderiyor. Boğazlarda, Marmara Bölgesi’nde uzun süre kalacaklar, sonra 1795 yılı Aralık ayında kısa bir süre için Ege Denizi adalarından seke seke Mısır’a gidecek. Birkaç ay sonra da Suriye ve Kıbrıs yolu ile Tekrar İstanbul’a döneceklerdi. Daha sonra Hükümetinden aldığı talimat üzerine Anadolu’ya kervanla geçerek Diyarbakır-Bağdat yolu ile İran’a gidecek, 1798 yılı başında yine aynı güzergâhı kullanarak Afyon Karahisar-Kütahya-İznik-İzmit yolu ile İstanbul’a gelecek buradan da gemiyle 30 Mayıs 1798’de Fransa’ya döneceklerdi. Bu gezilerde rastladığı, ilginç bulduğu canlı ve bitkileri seyahati sırasında yanında olan ressam bir arkadaşına çizgiler halinde tespit ettirecek, bunlar daha sonra değerli birer gravür haline gelecekti. Olivier’nin Prens Adaları’na dair anlattıklarına bir göz atalım.
Marmara Adaları’nı ziyaret
“Biri Messidor, diğeri de Thermidor ayında olmak üzere iki defa adalara gitmiştik. Buraları yeni baştan gezebilmek ve daha iyi tanımak için Fructidor ayının sonlarına doğru tekrar Adalara gitmeye karar verdik. Bazı arkadaşlar yorgunluklarını gidermek ve bıldırcın avlamak için bize katıldılar. Bir tüccar da bizleri adadaki yazlık evinde misafir etmek ve bütün yiyecek içecek masraflarımızı karşılamak nezaketini gösterdi. İki büyük kayık kiraladık, hafif bir kuzeydoğu rüzgârıyla Galata’dan 12 mil mesafede bulunan adalara iki saatte vasıl olduk. Deniz sakindi. Kadıköy’ü geçince derin körfezin ötesinde servilerle kaplı bir burun ve bu burun üzerinde Türklerin inşa ettiği Feneri gördük. Adaların açıklarına geldiğimizde, Prota (Kınalı) ve Antigone (Burgaz)’yi sağımızda bırakarak Chalkis’e (Heybeli) yaklaştık. Güneşin batmasından evvel Prinkipos’a (Büyükada’ya) geldik. Şehir adanın doğu kısmında ve sahil boyunca kurulmuştur. Nüfusu 2-3 bin kadardır ve çoğunluğu Rumlardan oluşur. Gemicilik veya çiftçilikle meşguldürler. Asya sahili 8 km kadar mesafede olduğundan Chalkis ve Prinkipos köylerine gemiler her mevsimde barınabilirler. Fırtınalı havalarda İstanbul’a inmekte güçlük çeken yabancı Büyükelçi ve diplomatlar, veba salgınlarına rağmen Belgrad, Tarabya ve Büyükdere’de oturmayı tercih etmektedirler.
Adaların en kalabalık olduğu zamandaydık. Herkesin girebildiği kalabalık bir kahvede, her akşam Türklerin pek hoşlandığı bir perde oyunu sergileniyordu. Bütün İstanbul’un en büyük eğlencesi olan “Karagöz” denilen bu oyun, bir nevi ‘Çin gölgeleri’ ve hayal oyunudur. Zengin aileler evlerinde de oynatırlar. Karagözü ilk defa seyrederken bizleri hayrete düşüren şey, genellikle çok sukuti ve ağırbaşlı olan Türklerin bu oyunun saçma sahnelerini seyrederken, büyük bir neşe ve bol bol attıkları ölçüsüz kahkahaları oldu. Kendi kendimize ne büyük çelişki diye düşündük.
Prens Adaları namıyla anılan adalar, dört büyük ve beş küçük adadan oluşur. Prota, Antigone, Chalkis ve Prinkipos büyük adalardır. Prinkipos’un güneyinde Tavşan adası, batısında ise iki küçük ada vardır. Bunlardan biri Oxya diğeri Plata (Yassıada). Bunun yanında kayalıklardan oluşan iki ada daha vardır. Büyükada içlerindeki en mümbit ve geniş olanıdır. Tepelerde toprak kuru, şehrin güneyinde kırmızı renkte ve oldukça mümbittir. Halep çamı kendiliğinden yetişir. Tepelerde yabani zeytin ağacı boldur. İki-üç cins üzüm yetişmekte fakat bunları Şarap yapmadıkları için İstanbul’da satarlar. Ada’nın denize yakın kısımlarında içi kırmızı bir nevi incir yetişir. Büyükada tarihte birçok defa Yunan Prenslerine hapishane vazifesi görmüştür.
Büyükada’da tavşan bulunmaz. Tavşan adasında pek çok bulunduğundan ara sıra avlanmaya bu adaya giderdik. Balık avı bıldırcın veya tavşan avından çok daha faydalıydı. Her yemekte istiridyeler, midyeler, uskumru, palamut, kalkan ve bilhassa barbunya gibi cins deniz mahlûkları yiyebiliyorduk. Chalkis (Heybeli) Büyükada’dan 4km mesafededir. Trinite Manastırı’nın başpapazına adaya geleceğimizi önceden haber verdik. Ve hazırlıklı olsunlar diye yemeği manastırda yiyeceğimizi söyledik. Manastıra gidildiğinde, bol yumurta, peynir ve meyve gibi yiyecekler bulmak mümkündür. Bu ikramlardan sonra Kiliseyi gezmek ve oradaki bir çanağa uygun görülecek miktarda parayı bırakmak adettir. Bu manastır adanın tam ortasında bir tepenin üstünde kurulmuştur. Fevkalade güzel bir havası ve nefis manzarası vardır. Üstelik tenha da sayılmaz. İstanbul’da yaşayan bir kısım Avrupalılar ve Rumlar yaz aylarında birkaç gün geçirmek için buraya gelirler. Adanın güney doğusunda Servi ve Çam ağaçlarının arasında bir başka manastır daha vardır. Geniş ve büyük bir binası, çok keşişleri olan bu manastırın güzel bir manzarası yoktur. Büyükada’nın en yüksek ve ıssız tepesinde de bunlara benzer iki manastır vardır. Keşişler manastıra ait araziyi işlerler ve ayrıca küçük el sanatları ile meşgul olurlar. Chalkis, Büyükada’ya nispetle daha küçük olup köyü daha mütevazıdır. Köyün hemen arkasındaki tepe, demir cevherini ihtiva ettiği izlenimini verir. Ada’nın güneydoğusunda daha önceden işletilmiş olduğu kanaatini edindiğimiz bir bakır madeni vardır. Esasen bu adaya, Rumca bakır manasına denk gelen Chalkis isminin verilmiş olmasının da bundan dolayı olduğunu düşünüyoruz.
Olivier esasında doktor olduğundan olsa gerek kitabında şu öngörüsünü paylaşmıştı: Eğer Türkler veba salgınlarından korunmak için Avrupalıların almakta oldukları tedbirlerin ne kadar basit ve kolay olduğunu bilselerdi, Payitahtlarını bu hastalıktan korumak hususunda Adaların bu mükemmel mevkiinden faydalanmayı akıl ederler ve Burgaz veya Kınalı adalarından birinde bir koruma merkezi inşa ederek, şarktan gelecek gemileri adanın önünde karantinaya alırlardı.
Seyyah isimlerinden de anlaşılacağı üzere farklı bir takvim kullanmaktaydı. 24 Kasım 1793 tarihinde Fransa’daki Onnentins idaresi yeni Cumhuriyet takvimini kabul etti. Buna göre yılbaşı sonbaharın başlangıcı olan 22 Eylül’de oluyor ve her yıl, 30’ar günlük 12 aya bölünüyordu. 5 veya 6 gün de Cumhuriyet bayramlarının kutlanmasına ayrılıyordu. Adı geçen ay isimlerini aşağıdaki sıraya göre değerlendirmek gerekir. Vendemiaire 1. günü yılın ilk günüdür. 22 Eylül’e tekabül eder. Sonbahar (Vendemiaire, Brumaire, Frimaire), Kış (Nivose, Pluviose, Ventose), İlkbahar (Germinal, Floreal, Prairail), Yaz (Messidor, Thermidor, Fructidor).
Fransız İhtilali’nin hemen ardından kalabalık bir heyetle 1790 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına gelip, özellikle İstanbul ve Marmara Bölgesi’ne yaptığı gezilerine bir ve ikinci ciltlerinde genişçe yer veren Olivier’in seyahatnamesi tarih denizindeki küçücük bir gemi adeta... Oğuz Gökmen’in büyük bir özveriyle Türkçe’ye kazandırdığı bu nadir eserin hak ettiği değerin anlaşılması dileğiyle.
Bu yazı hazırlanırken Oğuz Gökmen’in Türkiye Seyahatnamesi ‘1790 Yıllarında Türkiye ve İstanbul’ adlı eserinden yararlanılmıştır. (s. 66-70).