Gıpta edilecek bir mirastı bizimkisi. Denizin ortasında inci taneleri gibi parıldayan bir dizi ada. Bu harikulade mirasa, yeryüzündeki cenneti zamanında keşfetmiş aile büyükleri sayesinde ortak olan şanslılardan biriydim ben de. Mirası eşsiz kılan yalnız doğasının muhteşemliği değil, aynı zamanda beşeri zenginliğiydi. Mirasyediler gibi fütursuzca harcaya harcaya bugünlere getirdik elimizdeki hazineyi. Benzersiz ahşap yapılarını içten içe bir kurt gibi kemirdik, çok kültürlü sayfiye kimliğini bir yana bırakıp günübirlikçi turizm anlayışına savrulduk. Şimdi elimizde kalanları da yitirmeden koruma altına aldırarak bizden sonraki nesillere miras bırakabilmek için umudumuzu UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne bağladık.
22 Nisan Cumartesi günü Büyükada Splendid Palas’ta ‘Dünya Mirası Adalar Girişim Grubu’nun düzenlediği toplantının izleyicileri arasındaydım. Buluşmada, “Adalar Dünya Mirası olarak, UNESCO tarafından koruma altına alınabilir mi? Bunun için gerekli evrensel değerlere sahiptir tezini savunuyorsak, bu değerler nelerdir?” soruları gündeme getirildi. Dünya Miras Listesi’ne alınmanın altı kültürel, dört doğal olmak üzere 10 kıstası vardı ve bunlardan en az birine uymak gerekiyordu aday olabilmek için. Bu kriterler içinde Adalar’a en uygun olduğu varsayılan, “Yaşayan veya yok olan bir kültür geleneğinin veya uygarlığın istisnai bir temsilcisi olması” idi. Uzun yıllar boyu farklı dinlerden, farklı etnik gruplardan ve farklı sosyal tabakalardan insanların ortak sayfiye kültürünü yaşattığı Adalar’ı bu kimliği ile Dünya Mirası Listesi’ne sokabilmek içindi çabalar. Bunun için uzun bir çalışma sürecine gerek vardı. Somut olmayan bu kültürel mirasla ilgili metinler bulunmalı, sıraya sokulmalı, hikayeleştirilmeli, görsellerle desteklenmeli, arşivler taranmalı, çevirisi yapılmamış kaynaklar bulunup çevrilmeli ve metinler birbirine bağlanmalıydı. “Geçmişi okumak, geleceği yazmak”tı işin özeti. Farklı üniversitelerden akademisyenler çalışmalarına başlamışlardı, bunu toplantıda yaptıkları sunumla da ortaya koydular. Şimdi sıra Adalıların da bu konuda bilinçlendirilmesine ve “adalılık ruhuyla” konuyu sahiplenmelerini sağlayacak iklimin yaratılmasına gelmişti.
Ben de eski bir Büyükadalı olarak, adanın gerçek yerlileri olan Rumların evlerini henüz terk etmedikleri ve farklı kültürlerin iç içe yaşadığı 1960-70 dönemine ait tanıklıklarımı 2011 yılında Adalı dergisi için kaleme almıştım. “Panço Sokağın Çocukları” başlıklı bu yazıyı geçtiğimiz yaz oluşturduğum “Prinkipo’dan Yunan Adaları’na” isimli bloğuma da aktardım. Adadaki çok katmanlı, çok kültürlü hayat, mutlu bir çocukluk yaşatmıştı bize. Ben henüz 10 günlük bir bebekken İstanbul’da “6-7 Eylül Olayları” diye anılan kara günlerin yaşandığını ve bundan bizim adamızın da etkilendiğini çok sonraları öğrenecektim. Şanslıydım, yaşanan acıların üzerine sünger çekilmiş bir döneme denk gelmişti çocukluğum, çarşıda ya da evimizin bulunduğu Kumsal’da var güçleriyle işlerine sarılmış Rum esnaftan birçoğunu tanıma fırsatı bulmuştum. Büyükada’da itfaiyenin bulunduğu sokakta bağ bahçe işleriyle uğraşan, kolunda büyük hasır sepeti ile Panjur Sokak’taki bahçeli küçük yazlık evimizin önünden her geçişinde eğilerek, sımsıcak bakışlarıyla bizi selamlayan pembe yanaklı Mösyö Yorgo’yu, şimdi Su Sporları Kulübü’nün bulunduğu Yalılar mevkiindeki sandalların bakımını üstlenen ve kalan zamanını evinin önünde ağlarını tamir ederek geçiren, her zaman ciddi balıkçı Ligori’yi, evimizin boya badanasını yapan, iş tulumunu çıkardığında pırıl pırıl kıyafetlerle dolaşan Alpaslan Sokak’tan Mösyö Franguli’yi, adı şimdi Kumsal’daki çay bahçesinde yaşayan efsanevi Horoz Reis’i, sabah akşam bahçesinde mevsim sebzelerini yetiştirip satan komşumuz bahçıvan Panayot’u, bizim sokakta oturan ve çarşıdaki küçücük dükkânında başını işten kaldırmadan ayakkabı tamirciliği yapan Manol ustayı görmüşlüğüm, tanımışlığım vardı.
Kumsal’daki görkemli Ayios Dimitrios Kilisesi o yıllarda adada yaşayan Rum nüfusun nikâhta, vaftizde, cenazede buluştuğu capcanlı bir dini mekândı. Arkadaşım Miranda’nın bir gün beni kiliseye götürüp “burada bir papaz var, üfledi mi felçliyi bile ayağa kaldırır” deyişi dün gibi aklımda. Panjur Sokak’taki Sinagog da hafta sonları çok şık Musevi hanım ve beylerle dolup taşardı. Bir kez biz de Sinagogdaki bir nikâh törenine davet edilmiş, bu sayede kapısında oyunlar oynadığımız mekânın içini görebilmiştik. Annemin en yakın ahbabı da, sonraları oğullarının peşinden İsrail’e göç eden Madam Klara’ydı. Sokaktaki oyunlarımıza kışlıkçısı, yazlıkçısı, zengini, fakiri ile her dinden, her etnik gruptan çocuklar katılırdı. Ara sıra kavgaya tutuşup birbirimize alaycı sözler sarf etsek de barışmamız tez olurdu. Sezen Aksu’nun “Ada Vapuru Yandan Çarklı” şarkısındaki dizeler o yılların Adalar’ını anlatıyordu tam da. Ermeni’si, Yahudi’si, Rum’u, çok kültürlü bir yaşamın sadece renkleri değil asli unsurlarıydı. Dinlerini, geleneklerini, göreneklerini özgürce yaşayabildikleri, kendilerini anakara İstanbul’dan çok daha güvende hissettikleri bir yerdi Adalar.
Sonra adanın yaz sefasına da kış cefasına da ortak olan yerli Rumların bir bölümü ile adayı sadece sayfiye olarak kullanan İstanbullu zengin Rumların büyük bölümü, Kıbrıs’ta 1963-64 yıllarında yaşanan olayları takip eden yıllarda peyderpey, ayaklarını sürüye sürüye Yunanistan’a gitti, kalanlar da birer birer bu dünyadan göç ediyor. En son Manol ustanın eski eşi, çocukluk arkadaşlarımız Sula ile Yorgo’nun annesi Madam Sofia son yolculuğuna uğurlandı Ayios Dimitrios Kilisesi’nden. Yazlıkçı Musevilerin çoğu gitgide Araplarla dolup taşan adaya eskisi kadar gelmez oldu. Sinagog da güvenlik gerekçesiyle kameralar ve demir parmaklıklarla korunmaya alındı, kapısında faytonların bekleştiği o eski şaşaalı günlerinden eser kalmadı. Son günlerde Musevilerin bir bölümünün evlerini satışa çıkardıkları, başka ülkelere yerleşme planları yaptıkları konuşuluyor. Adalar bugün Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si, Yahudi’si, Rum’u ile hâlâ çok kimlikli ama eski günlerdeki zengin sayfiye kültürünü koruyamaz durumda. Mega kentin burnunun dibinde olmanın ve eskiye oranla ulaşımın çok kolaylaşmasının bedelini, devasa kalabalıkları ağırlamak zorunda kalarak ödeyen Adalar’da, sayıları durmadan artan motorlu ve akülü araçların bisiklet ve fayton trafiğiyle birlikte neden olduğu kaos, çevre ve gürültü kirliliği de yazlıkçıları adadan soğutuyor, kalanlar özellikle hafta sonları evlerinden dışarı çıkamıyor.
Devraldığımız kültürel mirasın somut örneklerinin durumu da iç açıcı değil. Elimizdeki 19. yüzyıl sonuna ve 20. yüzyıl başına ait mimari üslubun en nadide örneklerinden birçoğu ya yandı kül oldu ya hatalı ve kontrolsüz yenileme çalışmalarına kurban edildi. Hâlihazırda cami, kilise, sinagog, manastır gibi dini yapılar ayakta olsa da kurumsal ve tarihi yapılardan eski kaymakamlık binası olarak bildiğimiz muhteşem köşk bakımsızlıktan harap halde, onu bekleyen akıbeti yine en son Adalılar öğrenecek gibi duruyor. Dünyanın en büyük ikinci mono blok ahşap yapısı diye övündüğümüz Rum Yetimhanesi üflesen yıkılacak durumda. Ada tarihine adını yazdıran en önemli siyasi kişiliklerden biri olan Troçki’nin yaşamının yaklaşık 2,5 yılını geçirdiği ve birçok kitabını kaleme aldığı ilk evin yerini çoğu Adalı bilmez, sorsanız herkes size şu an harabe halindeki ikinci evi işaret eder. Çünkü ilk köşk yıkılmış ve dışı aslına benzer şekilde yeniden yapılırken içi apartman dairesi şeklinde bölümlere ayrılarak satılmış durumda. Halen oturmakta olduğum Çankaya Caddesi’ndeki evimin tam karşısına gelen bu yapının kapısında, bulmayı becerebilenlere ödül niteliğinde, Troçki’nin burada yaşadığına dair bir plaket asılı. Bu köşke komşuluk eden ve adanın Anadolu Kulübü’nden Seferoğlu’na kadar olan ön görünüm cephesinde, eski Kaymakamlık binasının bahçesi ile birlikte en görkemli yeşil öbeği oluşturan Kuleli Köşk’ün bahçe kapısı da iki yıldır uzun metal korkuluklarla çevrili durumda. Yapılacak bir imar değişikliğiyle bu köşkün ve bitişiğindeki eski kaymakamlık köşkünün Seferoğlu’nun akıbetini paylaşarak yeşil dokusunu kaybedeceğini düşünmek bile başlı başına bir kâbus.
Mirastan elimizde kalanların tadını bizden sonraki nesiller de çıkarsın diye, UNESCO tarafından koruma altına alınmış yerler listesine Adalar’ı sokma girişimi elbette desteği hak eden bir hareket. Adalar Vakfı öncülüğünde kurulan Adalar Müzesi adeta bu girişimin ön hazırlığını yapmış, akademisyenlerin ve gönüllülerin çok işine yarayacak zengin içerikli, çok kapsamlı kaynaklar yaratmış durumda. Başka ülkelerde, örneğin sıkı korumacı İtalya’da özgün mimari, doğal doku hangi düzenlemelerle korunmaktadır, bunlar da baz alınarak çalışmalar yapılır ve hayata geçirilirse, Adalılar da yapılanları bilinçli bir şekilde sahiplenirse önümüz açılabilir. İlmek ilmek dokunacak bir tezle UNESCO’nun karşısına çıkıp da dünya mirası listesine girmeyi başarırsak, mirasyedilikten, “yaşamış ve yaşatılan bir kültür geleneğinin istisnai temsilcisi olma” onuruyla taçlanmaya terfi eder, bunu büyük şenliklerle kutlarız.