Değerli Adalı Dostlarım,
Son zamanlarda, lodoslu günler çoğaldı. Dünya atmosferinde öyle bir terslik oluştu ki, gün boyu insanı bedbin yapıyor, gece boyu da uykusuz bırakıyor. Hava henüz ağarırken, o gün için planlanan işlerin hal edilemeyeceği endişesiyle evhama kapılıp üzülüyor insan.
Sizleri bilemem fakat ben böyle günlerde, çekmecemde her zaman yerinde olduğu bildiğim bir zımbırtıyı aradığımda bulamam ve çok gerekli olmamasına rağmen inatla aradığımda başım zonklamaya başlar.
Lodos hiç yatışmayacak gibi. Uyanıkken uykuda yaşıyorum. Hava poyraza kaysa dahi bedbinliğim üstümde ve onun tesiriyle günün haberlerini duyduğumda, zihnimdeki sis bulutu yoğunlaşarak başıma baskı yapıyor. Zevkli bir iş yapmak arzusu, suç işliyormuşum gibi tiksindirici geliyor çoğu zaman. Huzurlu bir anım olsa dahi, hemen ardında, sıkıntıda yaşayan yakınlarım aklıma geliyor ve beni sevinmekten alıkoyan bir bedbinlik tüm ağırlığı ile biniyor sırtıma.
Karamsar günlerimde, sapıtmak üzere miyim diye sorarım kendime? Bu düşüncemi, başkasına, hele de yeni nesilden birine hiç açmam. Çünkü derhal bir psiko-zihinsel-sağaltım uzmanına beni götürüp, kişiye-özel-seanslarla, dışa-vurumcu-içsel-yaşam terapisine tabi tutarak, çağdaş sosyetemizin oluşturduğu fiyakalı ve onurlu bir rehabilitasyon merkezine sokarlar ve belki de telaffuzu imkânsız, adı duyulmayan bir tedavi yöntemiyle beynimi kobay olarak kullanırlar. Bu tür şikâyetleri duyan uzmanların tavsiyeleri o kadar muğlâk ki, verdikleri ilaçlar da organlarımızı öyle yorar ki, en iyisi iyimser olmak.
***
İETT taşıma kartımda yazılı olduğu gibi, emekli bir vatandaş olduğumdan, yukarıda anlattıklarımın demans neticesi olduğuna karar verdim ve ilaçları bıraktım. Buna rağmen, halen bana güvenerek bana işveren bir patronum var. Adalı Dergisi’nden gelen son nazikâne emirleri şöyle: “Geldik baharın en güzel ayına… Mayıs sayımız için yazılarınızı en geç 25 Nisan’a kadar göndermenizi rica...”
Ah Güzelim, iyi ki hatırlattın, iyi ki karamsarlığımı dağıtacak bir meşgale, bir vazife veriyorsun bana! Derhal silkelenerek bilgisayarımın karşısına geçiyorum, yanımdaki perdeyi aralıyorum, etrafa bakıyorum, yazacak mevzu ararken bahçemdeki koca çınar ağacımla konuşuyorum:
“Vay, aylardır uyuyor sandığım güzel çınarım,
Sabah akşam hayranlıkla sana baktıysam da,
Her ay fotoğrafını aldıysam da,
Bakarken görmemişim on metre yakınımdan,
Beş parmağa benzer minik filizlerinin,
Perdeli ördek ayağı gibi yapraklaştığına.
Farkına dahi varmamışım, sessiz, küçük adımlarla,
Yirmi üç Nisan bayramına hazırlandığına.”
Evet, ben bu sisli kafamla, baharın geldiğinden bihaber, mevsim değişikliğini fark edememişim. Bu uyuşukluğumdan kurtulmanın tek çaresinin yeni heveslere sarılmak olduğu düşüncesiyle, ‘Şark Müziği’ne merak sardım. Çocukken bana klasik batı müziği eğitimini vermişlerdi lakin doğu sanat müziği hakkında bilgim yok. Henüz vakit varken, yani gitmeden önce, bunu da öğreneyim diyerek, müthiş kabiliyetli bir eğitmenin çalıştırdığı bir koroya katıldım. Bu sanatsal meşgale, beni iyimser yapacağından eminim.
İlk derslerde, bu iki fark gözüme çarptı: Batı müziğinde notalar, üst üste konarak akortları çalınırken, doğu müziğinde, yan yana dizili notaların araları gerilerek, komaları dahi okunmakta… Batıda, bir mezür dolabının içindeki sayılarda basit bir orantı varken doğu müziğinin mezür dolabında, sayıları bölünemeyen vurmalara rastlanıyor… Fark çok belirgin, Kafamı bunlarla yormakla başka problemlere yüz veremiyorum artık. İyimser olduk bile…
***
Geçen gün derse giderken, bir ‘koro’daşım’ koluma girdi: “-Baktın mı bize öğretilen şarkılara” dedi. “- Evet, çalıştım, hatta internetten bazılarına ulaştım ve bestelerini dinleyerek ezberlemeye çalışıyorum” diye cevaplandırdığımda:
“Yok canım, besteden bahseden kim? Sen güftelere baktın mı, daha ilk parçada: ‘Ağlarım Ben Halime’; ikincisinde: ‘Allahtan Bulasın’ bedduası var. Üçüncü şarkıda: ‘Kollarında Öleyim’, sonra da ‘Sevenler Bahtiyar Olmaz’ diyor, ‘Ecel Beni Alsa Da’, ‘Ateş-i Ruhleri Yaktı Bu Gönlümü’, ‘Yaktın Yıktın Kül Ettin Erittin Beni, Mahvettin Beni’. Hele de son dağıtılan şarkıya baksana: ‘Kara Toprakla Dolsun, Kan Tükürsün, Sana Benim Gözümle Bakan Gözler Kör Olsun’ gibi kelimeler seni rahatsız etmiyor mu?”
Sustum; zira ben müziğin notalarına odaklanarak okumuşum tüm şarkıları, kelimelerin neyi ifade ettiğine henüz bakmamıştım. Eve döndüğümde öğretmenimizin verdiği dosyamı karıştırdım, didik didik aradım ve nihayet içime su serpecek bir şarkı buldum:
‘Ehlen Ve Sehlen Dostlar,
Ye, İç, Gül, Eğlen Dostlar, Heeeyyyyy…’
Ben de öyle yapmaya kararlıydım zaten. Hayatın akışını, hoş karşılayarak, susacağım. Olup bitenlerin sebeplerini araştırmayacağım. Mantık yürütmeyeceğim. Cevap vermeyeceğim. Yaşamamı, rastlantılara teslim ederek sürdüreceğim.
***
Geçenlerde biri telefonla aradı: “Kitabınızı okudum, sizinle tanışmak isterdim” dedi. Büyükada İskelesinin karşısındaki çayhanede buluştuk. “Ne olacak adaların hali, bir zamanlar dinlenme ve sayfiye yeri diye yazdınız, hâlbuki şimdi tüm adamız çarşı pazar meydanına dönüştü, hele burası!”
Yorumum yok. Susmaya kararlıyım. Pasif hayata karar vermişim bir kere. Tatlı bir bakışla etrafı tarıyorum. Adamcağız haklı. Halk, mopur denen motorlara, gemilere koşuşuyor, bacılar, evlatlarını yerlere sürükleyerek, dizleri yarılmış gençler etrafa dirsek sallayarak yürüyor. Selfi çubuğu yandakinin gözüne batacak, kime ne? Motorlu, motorsuz, elektrikli, benzinli, mazotlu araçlar, pusetler, insanlara sürünerek, çarpışarak geçiyor. Bir patırtı, bir gürültü, bir telaş ki, sormayın.
Karadan, denizden gelen egzoz gazı refakatinde nefis çayımı yudumlarken çarpıntılarım başlıyor, ter basıyor.
***
Dönüş yolundayım. Yanımda oturan tanıdık yolcu yakınıyor: “Boğazın Avrupa yakasında oturuyorum, sabah akşam arabamla işe giderim, son zamanlarda yoldayken kafam zonkluyor, sebebini araştırdım. Meğer boğazın sahil yolunda başlayan onarımla, otopark cepleri yolun kara tarafına yapılacağına inadına deniz tarafına yerleştirilmiş; manzara seyretmek hevesiyle sulara bakarken görüntü sık sık kesintiye uğruyor, baş ağrılarıma sebep oluyor. Bu duruma sebebiyet vermemek için olsa gerek, boğazın iki sahiline metro kazılacakmış, güzelim Boğaziçi’ni yer altında, karanlıklarda kat edecekmişiz, gelecek günlerimizde...”
Denize baktım, lodos esmiyor, hava sakin, sular ayna gibi, dümdüz. Tek söz etmiyorum, lakin midem bulanmaya başladı.
Adam devam ediyor: “Ne de güzel yazmıştınız bir keresinde, güzele bakmak haramdır diye. Geçenlerde Anadolu yakasında bir işim çıktı. Orası daha da berbat! Otomobille giderken denizden eser yok! Köşklerin, yalıların, bahçe parmaklarına duvarlar ördüler, boğazdan sokaklara hava dahi sızmıyor. Sanki güzel taraflara bakmamamız için, günah işlememize mani olan, bizi koruyan bir güç dolaşıyor ortalıkta…”
Suçlu ben imişim gibi gözlerimi indirip ayakkabılarımın bağlarını gevşetmeye koyuldum.
Adamın yüzüne bakmaya gücüm yok; yere bakarken kötü bir çağrışımla gözlerim kapanıyor. Bir kâbus beliriyor; Bostancı iskelesinin iki tarafında mevcut manzarayı kapatan baraka dükkânlar yıkılıp yerlerine tüm rüzgârları engelleyecek şekilde yan yana gökdelenler dikilmiş!
***
Durumu yerinde tespit etmek üzere 10 Nisan günü, Büyükada’ya, Bostancı yoluyla ‘Sürdürülebilir Ulaşım Çalıştay’ına gidiyorum; çok şükür, sahil şeridinde değişen bir şey yok; tepsilerdeki gümüşi balıklar oynaşarak can çekişiyor, göbekli marullarla maydanozlar satışa sunulmak üzere dizilmiş duruyor; deniz görmenin günahına girmek şerrinden koruyor gelip gideni!
Adaya vardım. Çalıştayın yapıldığı Çelik Gülersoy Kültür Sanat Merkezi bahçesine girdim. Üç konuşmacının karşısında ancak iki düzineye yakın dinleyici var. Demek adalılar, mevcut ulaşım sisteminden memnun, tartışılacak mevzu kalmamış! Veya Ada’da mukim adalılar tükendi, buharlaşıp uçtular; sokaktakiler ise hepsi turist! İş olacağına vardı demek.
Konuşmalar sakin geçiyor. Çay ve bisküvi ikramı eksik değil. Adalarımızdaki trafik unsurları şöyle sıralanıyor: 1- At arabaları, 2- Elektrikli motosikletler ve 3- Bisikletler. Üçünün de aynı ortamda, yayalarla birlikte hareket halinde olmalarından yakınıyor konuşmacılar. Kamyon ve otomobillerden söz eden yok, denizdeki tekneler dahi unutuldu!
İkindi rehavetiyle çaylar yudumlanırken, şikâyet edilecek bir merci aranıyorsa da, belirlenemiyor... Önümde duran tabaktaki bisküvilere tam elimi uzatırken, konuşmacı:
“Yaralanmalar hariç, yılda ölümle biten on kadar bisiklet kazası olduğu bilgisine ulaştım” dediğinde, iştahım kapanıyor ve elim bisküviye ulaşamadan aşağıya düşüyor, bisküvi tabakta kalıyor.
Toplantı dağılıyor. Dönüş yolumdayım. Koro dersime çalışıyorum, yürürken…
“Kimseye Etmem Şikâyet, Ağlarım Ben Halime,
Titrerim Mücrim Gibi, Baktıkça İstikbalime.”
Pek yakında lodoslar dinecek ve Sayın Editörümüzün dediği gibi, geleceğiz baharın en güzel Mayıs ayına. Bundan sonra Poyraz rüzgârları eseceğinde, içtenlikle: “-Ehlen Ve Sehlen, Ye, İç, Gül, Eğlen Dostlar, Heeeyyyyy…” diye haykırmak ümidiyle…