Amerika’daki İstanbul Ermenileri Derneği (Bolsohay Miutyun) tarafından yapılan bir organizasyonla, daha önce Erivan ve İstanbul’da izleyiciyle buluşan, bestesi Majak Toşikyan’a (Cenk Taşkan) sözleri bana ait olan Hrant Dink Çağdaş Oratoryosu, oradakilere de ulaştı. Pasadena’daki Ambassador Auditorium’da gerçekleşen konsere, Majak Toşikyan ve Rakel Dink’le birlikte ben de davet edilmiştim. Bu kez tüm icracılar oralıydı, öyle ki finalde sahneye çağrılıp çiçek almasam hepten tarafsız bir izleyici sayabilirdim kendimi. Sözlerinin yine zor anlaşılması ve programa da İngilizce olarak yazılması açısından, bence yine dilediğim amaca ulaşmayan konser fena sayılmazdı. ‘Pan Armenian’ korosunu bir İstanbul Ermenisi olan; Stepan Gözümian yönetti. Gözümian, Yerevan’daki premierden de önce planlanmış olan bu konser için Majak’la istişarelerde bulunmuş ve ekiple birlikte bu konuda uzunca bir süre ciddi bir çalışma yapmıştı. Ekibin başarılı solistleri, Soprano; Alenoush Yeghnazar, Soprano; Nadima Avakian ve Tenor; Raffi Kerbabian’dı.
Daha önceki konserlere eşlik eden filarmoni orkestralarına alışık olduğumdan, ‘Müzik Direktörü Artashes Kartalian yönetimindeki; keyboard, soprano sax, flüt, duduk, keman, baslar, gitar ve davullardan meydana gelen altı kişilik orkestrayı önce biraz yadırgasam da hoş ve ilginç bir pop tarzı yarattıklarını ve de çok başarılı olduklarını söyleyebilirim. Hâlâ bir gün Türkçe olarak gerçekleşmesini umut ederek bu konuyu fazla uzatmıyorum. Ben asıl size birkaç unutulmaz Amerika deneyimimden söz etmek istiyorum.
Giderken ne kadar heyecanlı olduğumu dünyaya ilan etmiştim. Korktuğum şey uzun süren uçak hapishanesiydi. Klostrofobik olduğumu artık herkes biliyor ve de endişelenmekte yerden göğe haklıymışım. Öldüm öldüm dirildim valla. Dile kolay, tam on iki saat! İki saat de erken gitmesi var, hava alanına gidiş dönüşler de eklendi mi on beş saat. Sık sık gidip gelenleri acayip takdir ettim doğrusu. Tabii benim için en berbatı, o kapalı yerde öööylece oturmak. Hep oturmadım tabii, kalkıp kalkıp koridorları arşınladım. Allah’tan, beni Los Angeles’teki evinde misafir eden kuzenim, benim malum illetimi bildiğinden koridor tarafından seçmiş yerimi ve de giderken şansıma yanımdaki iki koltuk boştu, ben de ortaya oturup iki yana bir güzel yayıldım. “E uyusaydın bari” dediniz mi? Demeyin. Ben de “Ben yatağımda bile uyumakta zorlanıyorum orada mı uyuyacağım?” demeyeceğim. İstesem de uyuyamazdım çünkü… Uçakta, hostese “Bir yerlerde bir kreş açılışı mı var acaba?” diye sormama neden olan, on ikisini sayabildiğim biiir dolu çocuk vardı. Kucakta, pusette, elde, bir dolu çocuk ve hiç susmadılar hiç.
Film izledim, eski Süpermen’lerin ve Yıldız Savaşları’nın hepsini bitirdim. Bir iki de aşk meşk komedisi… E tabii ne varsa o. Bir arkadaşım ‘Yüzüklerin Efendisi’ serisinin de olduğunu söylemişti ki bin kere izlesem bıkmam, ‘Hobbit’i de katsam kafadan sekiz saati giderdi. Ama yoktu işte, üstelik de o ekranlar fazla kurcalanmaktan olmalı arada bir donup kalıyorlar. Sürekli tüm ışıklar sönük, etraftakiler derin uykuda, hostesler de resmen arazi olsalar da ilk yedi saate bir şekilde tahammül edebildim ama o son beş saat yok muuu… Ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Dönüşümde ise hiç çocuk sesi yoktu ama uçak dopdoluydu, yanımda iri yarı asık suratlı bir hatun vardı. Otururken “Çantanı yere koymalısın” dedi ve iki saatte bir “Sorry” deyip üzerimden atlayarak tuvalete gitti. Onun dışında ne bir tek laf etti ne gülümsedi ne de çıkarken veda etti.
Gidişte, sanırım zaman sapıtmasına neden olan o ‘jet lag’ dedikleri şeyi hiç yaşamadım ama bu yazıyı yazarken, geleli üç gün oluyor hâlâ geceleri cin gibiyim gündüzleri sürekli uyukluyorum. Tabii yediğim içtiğim ve gördüğüm her şeyi anlatmayacağım, tarifi imkânsız bir huzur vardı havasında ve kaldığım yer bana ‘Truman’s Show’ filmindeki sanal kasabayı hatırlatıyordu ki sık sık burayı düşünüp “Vah benim güzel ülkem” dememe neden oldu önce onu söyleyeceğim. Sonra biraz Universal Studio deneyimimden söz edeceğim ki hiç aklımdan çıkmayacağı kesin, bir de fotoğrafta gördüğünüz dev yılan… Ne deneyimdi ama!
Universal Studio’da önce, tren vagonlarına benzeyen o araçlara binip klasik genel turu yaptık. Dekor şehirlerden, kasabalardan, önü var arkası yok evlerin arasından geçtik. Yağmurlar, seller, yangınlar, parçalanmış dev uçak enkazları gördük, inanılmaz depremlerin orta yerinde, yıkılan bir tünelin altında kaldık, üzerimize arabalar düştü, patladı, yandı. Alfred Hitchcock’un Psyco filmindeki Norman Bates’in netameli evini gördük. Hatta tıpkı Antony Perkins’e benzeyen bir adam, tam biz oradan geçerken üstü başı kanlar içinde motelden çıktı, elindeki naylona sarılı cesedi eski moda bir arabanın bagajına koydu. Tıpkı filmdeki gibi.
Desperate Housewives dizisindeki Wisteria Lane kasabası dekoru gibi yeni şeyler de eklenmiş tabii. Bazıları -ki onlar özel gözlüklerle izleniyor- öyle inanılmaz teknoloji harikaları ki ünlü köpekbalığı jaws bile demode bir oyuncak gibi kalıyor. Mesela tam yanı başımızda Jurassic Park’taki dev tyrexler birbirlerini parçalıyorlar hatta ağızlarına aldıkları yaratığı üzerimize fırlatıyorlar. Sonra Harry Potter. O bölüm birkaç hafta önce eklenmiş. İnanılmaz. Malum tren, malum kondüktör, tüm kasaba, evler, dükkânlar, filmde kullanılan her türlü malzeme ki çoğu satılıyor. Tam karşıda da adeta koca bir dağın tepesine oturtulmuş Hogwards Büyücülük Okulu şato. O kadar dev ki kesin strafordan yapılmıştır dedik. Ama öyle değil, içine girilip geziliyor, basbayağı taş. Sonra her bir ziyaretçi bir koltuğa oturtulup ölçüleri alınıyor ve de önünde tam bedenine göre, alttan kilitlenen koruyucu parmaklıklar olan bacaklarını aşağı sarkıttığı, bir yerden asılı koltuğa bindiriliyor. Gözüne yine özel bir gözlük takılıyor ve de büyük bir süratle bir nebulanın ortasına savruluyor. Sonrası rüya… Önünde süpürgesiyle uçan Harry Potter’ın ardı sıra, şatoların, bulutların, ağaçların üstünden uçuyorsun, ejderler seni ısıracak oluyor, ağaçların köklerine dalıyor, yeraltından geçiyorsun, örümcekler, ölü yiyiciler, hayaletler saldırıyor filan falan…
Unutulacak gibi değil yani. En son bir de Jurassic Park nehir turu yaptık. Her şey filmdeki gibi, ormanların arasından geçen bir nehrin üzerinde sıra sıra yan yana oturulan bir tekneyle gidiyorsun. En beklenmedik anlarda dev yaratıklar çıkıyor oradan buradan, tam bitişe yakın da bir şelale şarr diye üzerine boşalıyor ve sırılsıklam çıkıyorsun tekneden. Ay daha görülecek çok şey vardı ama gücüm kalmadı valla.
Ve yılaaan… Hollywood’daki Oscar törenlerinde gördüğümüz o malum kırmızı halı serilen caddede (o da pek küçükmüş ha) her türlü garip gösteri yapılıyor, her yan film kahramanlarıyla dolu. Derken efendim boynunda kocaman bir albino boa yılanı taşıyan bir adam çıktı karşımıza. 1 dolar karşılığında o yılanı arzu edenin boynuna veriyor. Kuzenim tereddütle bana baktı; “İster misin?” dedi. Ay tabii isterim. Her türlü hayvanı severim, dokunurum, okşarım bilirsiniz, hatta küçük bir yılanı tutmuşluğum da vardır ama bir boa??? Adam “Emin misin?” diye sorarken gözlerimin parlamasına inanamadı. Sonra arkama geçti ve tutmam gereken yerleri göstererek dev yaratığı boynuma doladı. Öyle inanılmaz bir dokunuştu ki anlatamam. Bir kere hayvan kesinlikle senin duygunu hissediyor ve son derece yumuşak hatta şefkatli bir şekilde sarılıyor. Sahibi olan adam o dev hayvanla aramızdaki sıcak ilişkiye çok şaşırdı, zaten bu işe hiçbir kadının cesaret edemediği gibi böyle bir muhabbeti de ilk kez gördüğünü söyledi ve beni heyecanla kutladı. Nasıl? İlginç değil mi? Bu benim için de ilk ve son. Doğrusu çok paylaşasım vardı, kime anlatmaya kalksam “ıııığğğğ” yapıyor, bari ben de yazıvereyim de mecburi ve çoklu bir paylaşım olsun dedim. Hatta resmini de koyayım… Oooh! Anlattım rahatladım.