Yüksek tavanlı evin salonuna girdiklerinde hemen sağ yanda yerleştirilmiş olan antika masa ve üzerindeki fiyat tarifesi Canan’ın dikkat çekti. Seyide Hanım’ın bu evi pansiyon olarak işlettiğini bilmediği için şaşırmış olması Seyide Hanım’ı bir açıklama yapmaya yöneltti:
“-Bu eve ilk yerleştiğimde pansiyonculuk yapmak aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Başıma gelen yoğun misafir ağırlama sürecini yaşamasaydım hâlâ pansiyonculuk yapmıyor olurdum belki de. Ama dediğim gibi sağ olsun misafirlerim emeklilik hayatımı kendi kendime yaşayıp gidecek bir dinginliğe sokmama olanak tanımadılar.”
Seyide Hanım’ın gösterdiği kapıdan girerek başka bir bölüme geçtiler. Burası duvarları tuğladan örüldüğünü belli eden şekilde yeniden düzenlemişti. Yüksek tavanlı pencerenin yanındaki şömine hâlâ kullanıldığını gösteriyordu.
“-Nasıl yani?” dedi Canan.
“-Nadina seni sırt çantasını sırtlamış kapıya gelen arkadaşlarımdan biri zannettiği için kapıda bekletmiş diyeyim şimdilik de gerisini sonra konuşuruz. Bu akşam bir yere göndermem zaten seni, konuğumsun. Nadina! Konuğumuzu küçük odada ağırlamayı düşünüyorum.”
Nadina, Canan’ı kaba bir tavırla karşılamış olmanın pişmanlığını yansıttığı yüz ifadesini hafif bir gülümseme ile süsledi. Azeri lehçesine kayan bir ağızla:
“-Ne yapayım ama o kadar çok yatılı misaaafir geliyooor ki!”
Canan Seyide Hanım’ın salonda bıraktığı sırt çantasını açmak için eğilirken:
“-Önemli değil, gerçekten önemli değil” dedi ve çantasının içinden bir paket çıkardı.
“-Buyrun, size cezerye getirdim, bizim yöremize özgü yumrulu bitkilerin bir üyesinden yapılan en yararlı ikramlık belki de cezeryedir!” sözüyle paketi başucunda bekleyen Nadina’ya uzattı. Nadina da ikram kutusunu Seyide Hanım’a uzatırken bir yandan da Canan’ın elindeki sırt çantasını aldı. Ve salondan üst kata çıkan ahşap merdivenlerde gözden kayboldu.
Mutfak olarak düzenlenmiş şömineli odanın açıldığı kapıdan küçük iç bahçeye geçtiler. Yüksek duvarlarla sokaktan ayrılan bir yanında asırlık ceviz ağacının gölgesiyle serinlemiş bahçe oldukça ferahtı. Ceviz ağacının altına kayrak taşlarıyla örülmüş oturma yerine oturdu Seyide Hanım, Canan’a da yanında yer gösterdi.
“-Nadina’yı beyaz kadın ticareti yapan bir çetenin figüranı olmaktan kurtaran biri olduğu için o çok şanslı bir kadın. O yüzden de bana çok bağlıdır.”
“-Bu kadar cesur kalabilmeyi nasıl başarıyorsunuz Seyide Hanım Teyze?” diye sordu Canan.
“-Cesaretle ilgisi yok bence Canan, kendine saygı ve kendine inanmakla ilgisi var.”
Canan’ın yüzünde şaşkın yüz ifadesini okuyunca devam etti sözlerine:
“-Emekliye ayrılmadan önce son çalıştığım okulda tanıdım O’nu. Çok yoksul bir ailenin en büyük kızıydı. Ailesi Gürcistan’dan gelmiş, daha doğrusu kaçmak zorunda kalan nice çocuktan biri. Gördüğün gibi alımlı güzel bir genç kızdı. Ve benim öğrencimdi. Varoş tabiri ile gözlerden ve gönüllerden uzak tutulan mahallelerin çocuklarının devam ettiği bir okuldu çalıştığım okul. Böyle okullarda paydos saatine yakın zamanlarda okul kapısı önüne satıcılar gelirler. Bu satıcıların hepsi su, simit ya da saç tokası satmazlar; bazıları da kanunların yasakladıklarını satar: esrar ve kadın gibi. Bir gün okul çıkışında otobüs durağına giderken bir adamın yere yatırdığı birini dövdüğünü gördüm. Yanlarına yaklaştıkça yerde yatanın birkaç haftadan beri derslerime gelmeyen Nadina olduğunu fark ettim. Dehşete kapılmıştım. Nadina okul forması üzerinde olduğu halde üzerine çöken ayının altında çırpınıp duruyor, atılan tokatlardan korumak için yüzünü boş yere sağa sola çevirmeye çabalıyordu.
‘Dur bakalım! Kalk öğrencimin üzerinden!’ diye haykırdımsa da hiç ummadığım bir durumla karşılaştım: Ayı olarak tabir ettiğim adam tüm dişlerini gösterircesine sırıttı ve:
“-Size ne!” dedi.
‘Evet, size ne!’ diyenin Nadina olmasıydı beni asıl şaşırtan. Otobüs durağında beklerken ve ertesi iki gün etkisinden kurutulamadım bu olayın. Ama daha sonra Nadina’nın okulda beni görmeye gelmesiyle korkunç gerçeği öğrenebildim. Nadina ailesinin market borcu karşılığında market sahibinin bir akrabasının kafeteryasında çalışmaya zorlandığını anlattı. Dağılan Sovyet Cumhuriyetleri’nden gelen çoğu ailenin yaşadıklarından biriydi aslında bu durum. Şimdi de Suriye’den kaçan ailelerin kızlarını bekleyen dersek yanılmış olmayız. O an Nadina’ya ne yapmayı düşündüğünü sordum. Nadina çaresizlik içinde gözlerime baktı ve bana aynen şunları söyledi:
“-Siz olsaydınız ne yapardınız?”
“-Mücadele ederdim,” dedim.
‘Neyle, nasıl?’ diyerek soruyla karşılık verdi bana. Çalışarak da okuyabilirsin Nadina, dedim. Bu sözüm üzerinde etkili olmuş olacak ki bu defa aydınlanmış bakışlarla soruyordu gözleri!
“-Bunu öyle çok isterim ki anlatamam, dedi. Ben de anlatmana gerek yok, ben sana yardım edeceğim o zaman yaparak gösterirsin,” dedim.
Seyide Hanım, derin derin soluklandı. Ve yerinden kalkarak mutfağa doğru gitti.
“-Seyide Hanım Teyze, sizin annenin ilgisiyle bir eğitimcinin sabrını birleştiren bu süreci merak ettim şimdi.”
“-Anlatırım sana, ama şimdi söyle bakalım yemediğin, diyetinde olan gıdalar var mı? Yoldan geldin, acıkmışsındır. Sana yiyecek şeyler hazırlayacağım.”
“-Sizin yediklerinizden yiyebilirim Seyide Hanım Teyze, yeterinden fazla yenmediği sürece bünyeme dokunan belirli bir yiyecek yok.”
Ceviz ağacının dalları arasından sızan güneş ışınları demet halinde gölgeliği aydınlatıyordu. Ne iyi yapmıştı da bu adaya yerleşmişti Seyide Hanım Teyze. Ne iyi, ne iyi yapmıştı da bu adaya… Yuva olarak seçtiği bu ev ise gerçekten umulmadık kadar güzel ve büyüktü doğrusu. Aklına gelen onlarca soru cümlesinin oluşmasına izin vermeden yaşadığı anın tadına varmaya karar verdi.
O an kulaklarını dolduran sadece ağustos böceklerinin ötüşleri ve poyrazın sesiydi. Poyrazın sesini içmiş servi ağaçlarının uğultulu sesleri ise daha çok denizin dalgalarının çağıltısını ya da göğe doğru kanat çırpan bir kartalın hışırtılarını anımsatıyordu. Bu huzur dolu ortamda kaygıları insanı terk edip gidiyor, gereksiz yüklerinden kurtulan insan ruhu varlığının tadını çıkartıyordu.
Seyide Hanım çok geçmeden elinde büyükçe bir tepsi ile geldi. Domates ezmeli sosla zenginleştirilmiş patates dilimleri, çökelek salatası, tereyağı tabağı yanında incir ve çilek reçelleri ile bal kâsesinden oluşan kahvaltı tepsisinde iki büyük bardak açık çay vardı.
Sorulmamış soruların alınmamış cevapları gerekmeksizin anlaşmak ne güzel, diye düşündü Canan. Ama yine de merak duygusu sönmüyor olacak ya da usulen gerekiyor ki sordu Seyide Hanım:
“-Babanlar nasıl?” İlgiyle bakıyordu Canan’ın gözlerine. Demek usulen sorulan bir soru değildi.
“-İyiler, annemin yokluğu sadece ailenin sağlıklı gelişimini eksilten bir parça gibi… yokluğu hiç unutulmuyor…”
Seyide Hanım mahzunlaştı, derin bir iç çektikten sonra;
“-Çok iyi tanımladın, ailenin bir parçası vakitsiz kopar giderse geride kalanlar onun yokluğunun yarasını ve acısını hep yaşarlar…”
“-Siz de Ünal Amca’yı vakitsiz kaybettiğinizden bilirsiniz. Her ölüm erken ölüm demiş şair ama kimi ölümler kökleriyle toprağa örtü gibi yayılan bir ağacın gövdesinin çekip giderken yarattığı tahribatı yaratıyor sanırım.”
Duygulanmıştı Seyide Hanım. Ama çabuk toparladı kendini, duygularına teslim olmadan onları yönetmeyi iyi bilen her bilge insan gibi…
“-Nadina’nın hem çalışabileceği hem okuyabileceği koşullar yaratmak da kolay olmadı. Eğitimcilerin sendikasında yarım zamanlı çalışıp liseye devam etmesi olanağı vardı, ama alacağı ücret ailesinin beklentisini karşılayamıyordu. Biz de burs bulmaya çalıştık hem okuyup hem çalışabilmesi için. Ve bu arayış bizi Aylan Hanım’la karşılaştırdı. Aylan Hanım… Dünyanın en zarif, en ince düşünceli insanlarından biridir. Tek ve en büyük şanssızlığı ise erken yaşta gelen felç haliydi. Bir gizli kan hastalığı, bir anlık öfke hali ve … Neyse Aylan Hanım bu evin asıl sahibi aynı zamanda ve Nadina’nın lise eğitimi boyunca tüm masraflarını üstlendi.”
“-Sahi sen eğitimini tamamlayabildin mi Canan? Bu soruyu sormamı yadırgama lütfen. Çünkü o kadar çok ekstrem durum yaşanıyor ki ülkemizde bir gencin eğitimini yarı yolda bırakmasını gerektirecek…”
“-Öğretmen olma hayalimdeki meslekti…”
“-Hiç unutur muyum! Daha küçücük bir kızdın, sabahtan öğlene kadar öğretmen, öğleden sonra avukat, akşam da hemşire olmak istediğini söylerdin.”
“-Gerçekten mi Seyide Hanım Teyze, bu kadar büyük bir iddiayı neden güderdim acaba.”
“-Annene karşı kendini kanıtlamak, onun taktirini toplamak olabilir mi?”
“-Sanırım bu tespitiniz yerinde bir değerlendirme oldu. İnanmayacaksınız belki ama saçlarımın bitlenmesine sevinirdim. Çünkü ne zaman saçlarım bitlense annem kırmızı bir örtüyü sererdi dizlerine ve başımı dizlerinin üzerine yatırırdı. Saatlerce okşarcasına karıştırırdı saçlarımı. Anneme göre bit kırmaktı bu, benim için ise okşanmak ile geçen, hayatımın en mutlu saatleri… o bit arama-taramalarını…”
“-……”
“-Peki Seyide Hanım Teyze, sizi bu adaya getiren nasıl bir süreçti?” Canan sonunda çıkartmıştı karnında sıkıştırıp duran soruyu.
“-Ada! Aslında Ada’ya yerleşmek benim gibi bir memur emeklisi için kolay değildi. Hele de bu konakta yaşamak aklıma gelmezdi. Ama hep arzu ermiştim ada hayatını. İstanbul kocaman bi canavar gibi gözüme gözükeli beri bu arzum daha da artmıştı. Tükettiği kadar büyüdüğüne inanan insanlardan usanmıştım artık. Daha çok yemek yemekten, daha yeni ayakkabılar, elbiseler giymekten, daha geniş evlerde yaşamaktan, daha yeni model cep telefonları, bilgisayarlar ve arabalar almaktan, duyguları sömürmekten, doymayan insanlardan... yorulmuştum artık. Onlar arasında kalarak giderek onlar gibi olmaktan korkuyordum. Çarklar arasında kalıp çiğnenen tüketilen biri olmak yerine adaya varabilmem... kolay olmadı. Buradaki gibi ekonomisi turizm üzerine kurulu bir beldede yaşam kurmak. Ama yolu sevgiden geçen insanların yollarının bir yerde kesiştiğine inanırız ya. Ve dahi yaşadığımız mekân doğanın ve toplumun bir parçasıdır. Bizim de yolumuz Aylan Hanım’la Nadina’nın yolunun kesişmesini sağlayan kavşak olarak Ada’da buluştu işte. Hanım geçirdiği kısmi felç sonrasında yalnız yaşaması yüksek risk taşıyan bir bursiyerimizdi. Ve acil olarak bir yardımcıya gereksinimi vardı. Aylan’ın Nadina’nın eğitim masraflarını karşılaması ile ihtiyaç duyduğu bu yardımcıyı da bulduğuna inandım. Ve Nadina Aylan Hanım’ın yardımcısı olarak bu konakta kalmaya başladı. Tabii bu konağın iki kişiden daha fazla kişinin barınma ihtiyacını karşılayabileceğini akrabalarımızda, arkadaşlardan gelen talep patlaması ile yaşadık. Konağın ekonomik gücü zannettiğimizin çok üzerindeydi gerçekten... Sonrasında ekonomik değerinin karşılığı olarak pansiyonculuğa uzanan süreci yaşadık. Nadina şimdi Aylan Hanım’ın asistanı ve pansiyonumuzun bir sakini. Aynı zamanda ailesinin ekonomisine destek oluyor. Şimdi bu konak yolu sevgiden geçen insanların sömürülmeden ve sömürmeden yaşayabildiği özel bir yer haline geldi.”
“-Ben de hep böyle bir ada hayali kurarım. Temiz kalmış, huzur ve güven veren… Her gün hayatın canavarlaştırılmış çarklarının içine girmeden yaşanabilen...”
“-Sen de gel bize katıl o halde; elinden ne iş geliyor Canan? Burada bizimle yaşayanlar ellerinden ne gelirse koyar ortaya, imece yaparız yani. Bir zamanların köy ekonomisinin ruhu yaşıyor burada. Aylan Hanım, Nadina ve Ada’nın diğer insanları… Hepimiz bu ruhu yaşattığımız için mutluyuz. Yoksa elbette günlük mutluluk anları değil peşinden koştuklarımız. Hem mutlu olmak mümkün mü? Takvimler geçmişte bugün dövülerek öldürülen bi gencin anısını gösterirken, yarın başka bir gencin acısını... ve onların analarının yürek sızıları hiç dinmez, azalmazken... her günün, her sokağın, her kentin-köyün böyle yürek sızısı yüklü takvim yapraklarıyla sıralı olduğu ve her gün yeni yaprakların eklendiği… bi ülkenin hayatında mutlu kalmak mümkün mü?
Böylesi bi ülkede mutlu yaşamak için sinirlerinin alınmış olması gerekir! Eee, sinirlerimizi aldırmadığımıza göre... Çiğ köftelik et derler bilir misin bilmem, rahmetli annen önce tokaçla döve döve eti parçalar lime lime hale getirirdi. Sonra da eline aldığı bir bıçak yardımıyla etin dokusundaki sinirleri alırdı. Ancak ondan sonra et tanınmayacak, önceki haliyle hiç ilgisi kalmayacak halde, tıpkı bir topak hamur gibi istediği şekil verilecek duruma gelirdi. İşte şimdi bizim de sinirlerimiz alınmaya çalışılıyor. Her gün bir yerden darbe alıyoruz, her gün bir yanımız vuruluyor, acıyor, sızılıyor, kanıyor; kanamazsa morarıyor... Haykırıyorlar, çığlıklar atıyorlar. Kulaklardan uyuyan bilinçlere ulaşmak için... Burada yaşayan, yaşamak için beden bulan bir ruh var. Ve onu yaşatacak bir bedenin daha katılması Ada’yı büyütecektir. Sen de katılırsan bundan mutluluk duyarız.”
Canan yüreği coşkudan kabarıyor taşıyorken:
“- Seyide Hanım Teyzeeee!” diyerek boynuna sarıldı. Beyaz sabun ve nane kokusunu aldı yine.
Canan’ın gözleri yaşarıyor gibiydi ama güneşin son ışıkları gözlerinde parlıyor da denilebilirdi.
*Ege bölgesinde yaşayan halk, reyhan kokusuna sevgilinin kokusu, tarçın kokusuna çocuk kokusu, nane kokusuna anne kokusu derler.