İnsanoğlu nedense hep eskiyi anar, eski günleri yâd eder. Mazide kalan hatıralar mıdır? Yoksa alışıla gelmiş şeylerin yavaş yavaş bozulmasına, yozlaşmasına karşı bir sitem midir bilinmez. Sahiller doldurulunca, ağaçlar kesilip betonlaşma esir alınca Ada’yı, hüzün dolar sevdalı yürekler. Hiçbir evin diğerinin manzarasını kapatmadığı, yarı ahşap yarı taş ada evlerinin neredeyse yok olduğu günümüzde eski fotoğraflara bakıp iç çekiyoruz… Bir nevi bellek tazelemek, gelecek kuşaklara Ada Kültürü’nü, eski Ada’yı anlatabilmek için tarihin sayfalarını karıştırıyoruz. Albümlerden çıkan birbirinden güzel fotoğraflar karşısında merakımız, düş kırıklıklarına dönüşüyor. Keşke kelimesi pelesenk oluyor dilimize. Bu haliyle kalabilseymiş sitemleri ile bakıyoruz tek tek. İyi ki bu fotoğrafları çeken birileri varmış demekten de kendimizi alamıyoruz. 1960’larda Marmara Adası merkez ve köylerinde sadece iki kişi fotoğrafçılık yapıyordu. Hasan Savran ve ağabeyi Cavit Savran adanın turizmde sıçrama yaptığı yıllarda, birbirinden güzel anı ölümsüzleştirmişti. Doğası ve sosyal yaşantısı henüz bozulmamış adayı bizlerin de görmesini sağlamışlardı.
Bazen küçük bir fotoğraf karesiyle başlar her şey. Sevdalısı olduğu Marmara’ya belki de en büyük hizmeti verenlerden birisi ‘Hasan Savran’dı. 1943 yılında Marmara Adası ‘Viranköy’ çiftliğinde dünyaya gelen Hasan Savran, elinden düşürmediği fotoğraf makinesi ile özdeşleşmişti. Boynuna astığı “Rolleicord” fotoğraf makinesinin vizöründe nice güzel anı saklıydı. Yaklaşık 20 yıl Günaydın Gazetesi’nin Marmara muhabiri olarak çalışmıştı. O yıllarda ada birçok tanıdık simayı ağırlıyordu. Gelen ünlü isimlerin fotoğraflarını çekmiş, röportajlar derleyerek bir nevi magazin gazeteciliği de yapmıştı. Bu isimlerden bazıları; Eşref Şefik, Zeki Müren, Afife Ediboğlu, Baki Süha Ediboğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi’ydi… Çekimini yaptığı fotoğrafları, evinin bir odasını ‘Karanlık Oda’ olarak kullanıp, tab etmişti. Görsel sanatlar ve edebiyat konularında da yetenekliydi. Denemelerini kaleme aldığı bir de şiir kitabı vardı. ‘Marmara’ isimli bu şiir kitabının önsözü de dostu Eşref Şefik’e aitti. Ada’daki tekneler bakım için karaya çekildiğinde, yağlı boya ile isimlerini o yazıyordu. 1968 yılında Günay Savran’la evlenmiş bu evlilikten iki kız iki de erkek çocukları olmuştu. Fotoğraf çekimi ve muhabirlik dışında birçok ek iş de yapmak durumunda kalmış, kısa yaşamı boyunca ailesi için çırpınıp durmuştu. 1980’lerin başında Merkez Cami yanındaki çeşmenin hemen yanı başında hediyelik eşya sattığı küçük bir dükkânı vardı. Kıl testere kullanarak tahtadan gemi çapası ve çizgi roman kahramanı ‘Zagor’ baltası yapıp özenle zımparalar, vernikleyip sırım denilen deri ip ile süsleyerek kolye ve anahtarlık şeklinde gelen turistlere satardı. Bir-iki sene Murat Kaptan’ın kahvehane olarak işlettiği dükkânda meyhanecilik, son olarak ‘Budamı Yıldız’ isimli 7 metrelik teknelerinde oğlu Zafer Savran’la beraber karides avcılığı yapmıştı. Ayrıca, Adalı gençlerle birlikte amatör bir tiyatro kurmuş, Hababam Sınıfını sahneye koymuşlardı. Bu hayat mücadelesi içinde kendine ayırdığı yegâne vakitte, her akşam mutlaka bir iki kadeh atardı... Çocukları, çalışmalarını biriktirdiği fotoğraf albümünü kutsal bir emanet gibi saklamışlardı. İçindeki gazete küpürleri ve fotoğraflar bu gün tarihe ışık tutmakta. Albüm sayfalarında birlikte bir gezintiye çıkalım…
Gazete muhabirliği döneminde; Adalıların ekonomik sıkıntılarını haberlerinde işlemiş, sosyal yaşamdan kesitler sunmuştu. Buna örnek olarak turistik haberlerinde; Marmara Çınarlıköyü ‘Kumsal Motel’ de güzellik yarışmaları yapılmıştı. Istakoz güzeli, Şarap güzeli gibi yarışmaların yanı sıra ‘Kıyafet Balosu’ ile günümüzden ne kadar ileride, modern bir anlayışla turizm yapıldığının göstergesiydi. Istakoz güzeli seçilen otel müşterilerinden ‘Güler Topçuoğlu’na ödül olarak bir de ıstakoz verilmişti.
Türkiye’de balıkçılığın önemli merkezlerinden olan Marmara Adası gerek tuzlu balık ihracatı gerek konservecilik konusunda gelişen sanayisi ile sokakları mis gibi balık kokan bir yerleşmeydi. Mevsimine göre kılıç balığı avına çıkılır, adada bulunan buzhane vasıtası ile avlanan her türlü balık bozulmadan saklanır, taze bir şekilde en yakın limanlara ulaştırılırdı. Halkın en büyük geçim kaynağı balıkçılıktı. Fakat bu bolluk yılları yerini zararına çalışılan günlere bırakmıştı. Marmara bölgesindeki nüfus yoğunluğu, artan fabrika atıklarının denize boşaltılması, aynı zamanda bir iç deniz oluşu ve balıkların göç yolu üzerinde olması sebebiyle denizde balık sıkıntısı baş göstermişti. Gerek Kılıç, gerekse Lüfer, Kolyoz gibi ekonomik getirisi yüksek olan balıkların avcılığı 1970’lerde gözle görülür şekilde düşmeye başlamıştı. Trol avının yol açtığı tahribat da bütün bu olumsuz koşullara eklendiğinde, Marmara Denizi günden güne insan eliyle yok edilmekteydi. O günlerden kalan bu gazete küpürü artık sadece Kanlı Deniz filminde görebildiğimiz Kılıç balıklarının hazin sonunu haber verir nitelikteydi.
Gün olmuş kilolarca, ağlardan denize dökülürcesine avlanan sardalya balığı görülmez olmuştu.. Son zamanlarında hep zararına çalıştıklarını anlatan Mamali Reis’le (Mehmet Eray) dertleşen Hasan Savran, sardalyanın palamut gibi çift usulü satılmasını haberleştirmişti. Bu durumla dalga geçen halk, “Santimetre ile satsalar daha iyi olurdu!” diyerek tepki göstermişti. Günümüzle karşılaştırdığımızda vahim tablo daha iyi anlaşılır. Denizde balık karada ise tavşan avlanırdı. Ada tavşanı bir cins Avustralya tavşanıdır. 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’dan adaya gelen İngiliz aileleri burada tatil yaparlarmış. Her geldiklerinde yanlarında Avustralya’da yakalanmış tavşanları kafesle getirmişler. Eti çok lezzetli olduğundan zaman zaman kesip yemeklerinde kullanmışlardı. Tatil dönüşü geride kalanları, Ada’lı Rum’lara bırakmışlardı. Beslenilen bu tavşanlar kimi zaman kaçmış ve dağda doğal ortamlarında üremişlerdir. Ada halkı tarafından bugün dahi avlanan ada tavşanları kasaplar tarafından kilosu 7,5 liradan satışa sunulduğunu yine Hasan Savran’ın ilgili haberinden okuyoruz. Ada ile ulaşımın vazgeçilmez unsurları olan gemi ve motorlar yaşamın bir parçasıydı. Gemi, aba burnu açığında görüldüğü an herkesi bir heyecan kaplar sevdiklerini, misafirlerini sabırsızlıkla beklerlerdi. Bazen hava sert de olsa gözü kara kaptanlar yollarına devam edip. İstanbul’la tek bağı olan adalıların yüzünü güldürmeyi şiar edinmişlerdi. Artık ne o eski gemiler ne de kaptanlar vardı. Böylesi fırtınalı bir günü köşesine taşımıştı muhabirimiz. Ayvalık vapuru 30 deniz miliyle esen rüzgâra yenilmiş, iskeleye yanaşamamıştı. Gemi sürüklenmiş, bilek kalınlığındaki ipek halatını kopartmıştı. Kopma etkisiyle halat iskelede adeta kırbaç gibi şaklamış, bir facianın eşiğinden dönülmüştü. Mermer taşımacılığı yapan Ada’lı yük motorları (çektirmeler) mazota yapılan zam neticesinde, navlun fiyatlarının artıtılması için grev yapmıştı (13.01.1971). Ropörtajda motor sahipleri talepleri karşılanıncaya kadar direneceklerini de vurgulamıştı… Ada ekonomisinin can damarları dışında adalı insanları da haberlerinde işlemişti. Arabacı Rasim Yalçın da bunlardan biriydi. “Koltuklu Arabacı” başlıklı yazısı hem düşünsel hem mizahi nitelikteydi.
Marmara Adası’nda araba ile taşımacılık yapan Rasim Yalçın(26) çocukluğunda okuyup esaslı bir koltuk sahibi olmayı hayal etmişti. Okuyamayınca bu hayali de gerçekleşememişti. Koltuk merakını gidermek maksadıyla, at arabasına döner bir koltuk yerleştirmişti. Rasim Yalçın arabasındaki bu koltuğun politikacılarınkinden daha sağlam olduğunu çünkü arabanın içine iyice çaktığını da sözlerine eklemişti. Fotoğrafta koltuklu arabacı çocuğu ile akşam gezintisi yaparken görülüyor… Roma İmparatorluğu döneminden beri Marmara Adası (Palatia) Saraylar beldesinde mermer çıkartılıyor, Türkiye ve dünyanın bir çok limanına bu mermerler taşınıyordu. Marmara Mermeri yapı itibariyle çatlaksız blok taş verebildiği için. Mimari yapılarda daha çok kullanıldıysa da. Yapılan arkeolojik çalışmalarda ve mermer ocaklarındaki rutin çalışmalar esnasında bazı mermer heykel yapılarına rastlanmıştır. Bunlardan en ünlüsü bir mermer ocağında Yunan filozofu Sokrat’ın heykelinin tesadüfen bulunmuş olmasıydı. 1,5 ton ağırlığındaki bu heykelin yerden yüksekliği de 2 metreydi.
Herkesin bir hikâyesi var bu hayatta. Hasan Savran’nın kısa süren ömründe yüzlerce fotoğraf, 20 yıllık gazete muhabirliği, adanın yakın tarihine ilişkin ciddi bilgi-belge ve sayısız güzel anı vardı. Bir daha hiç ayrılmayacağı sevdalısına, 93 yılının soğuk bir aralık akşamında kavuştu. Yıllarca haberlerini yaptığı Ada’ya bir balıkçı takası ile uğurladılar onu sessizce…
Bu yazı hazırlanırken; Zafer Savran ve H. Can Yücel kişisel arşivlerinden yararlanılmıştır.