4 Eylül Cuma günü Burgaz’daki Sait Faik Müzesi’nde, Burgazadası Kültür ve Kalkınma Derneği Festival Komitesi’nin, Adalar ve Kartal Belediyelerinin katkılarıyla düzenlenen; Adalar Sokak Festivali kapsamında pek nostaljik, pek duygusal bir söyleşi gerçekleşti. Nostaljikti çünkü 2010’da çıkan ‘Burgazada Sevgilim’ adlı içeriği baştan aşağı nostalji olan kitabımla ilgiliydi. Duygusaldı çünkü... Ay durun en iyisi baştan anlatayım.
Festival programı yapılırken, Sevgili Semra beni bu konuda henüz bilgilendirmişti ki komiteden arayıp; Eylül ayında Sait Faik Müzesi’nde, Burgaz’la ilgili bir söyleşi yapmak isteyip istemeyeceğimi sordular. Ah istemez olur muydum hiç? Konu sevdiğim toprak, yer de nice gençlik anısı biriktirdiğim mekân olunca, iki elim kanda olsa koşup giderdim. Ne güzel... Çocukluk yıllarımdan bu güne kadar gelen ada anılarını konuşup, babamı ve çoktan rahmetli olmuş nice güzel insanı anardık ve de zorla bizden koparılmış birçok eski dostu, adamızın sıcak renklerini...
Kararlaştırılan tarih, hafta içi gündüz vakti olduğundan İstanbul’dan, o gün yanımda olmalarını isteyeceğim dostlar gelemeyeceklerdi. Adadaki katılım durumunu da artık orada olmadığımdan bilemiyordum. Dolayısıyla malûm gün yaklaştıkça heyecan yaptım biraz. Yeterince duyurulmuş mudur? İlgilenen var mıdır? Tanıdığım insanlar olur mu? Ya kimse gelmezse? Gibi gibi endişeler sardı içimi. Ne konuşacağım? Nereden başlayacağım? Önceden hazırlanmalı mıyım, doğaçlama daha mı uygundur? Kitap odaklı mı olmalı, havadan sudan mı?
Biz tiyatrocular böyleyiz, ne kadar özgüvenli olsak da başlama anından önce tükenir dururuz hep. Hem seyirci meselesi de çok önemlidir. Hatta en önemlidir. Hele genel akış doğaçlamaya dayanıyorsa; hem bol olmalı, hem de kaliteli yani sıcaklığı sana gelmeli, duygu alışverişi yapılabilmeli. Ya bunların hiçbiri yoksa diye birkaç yakınını, eşini dostunu yanında istiyor insan. Son ana kadar bunlardan hiç emin olamadan gittim. O sabah, adadan yalnız iki arkadaşımı arayabildim “İşin yoksa gel” diyerek. Biri “Gelirim” dedi, diğeri “Gelemem”. Öylece gittim işte. Vapurda şöyle bir göz attım kitaba, en azından hangi bölümlerden söz edebileceğime karar vererek bir ön hazırlık yapmış olmak için.
Adaya vardığımda, güler yüzle karşıladılar beni Sevgi ve Serap. O andan itibaren, diğer beklentilerimi bir kenara bırakıp, üç beş kişilik bir sohbet de olsa, yıllar sonra ilk kez, köşesini bucağını kendi evim kadar bildiğim Sait Faik’in evinin kapısından girme heyecanına odaklandım. Ne olacaksa, olacaktı ama ben nice gençlik günlerimi geçirdiğim bir mekânı yeniden görecektim. Rahmetli İbrahim amcayı, Özcan’ı, Sevil’i, rahmetli Şadiye teyzeyi, Erdal’ı, İlhan’ı, canım köpek Pele’yi, horozum Pif’i hatırlamanın, hüzünlü keyfine varacaktım. Benim civcivim Pif, hain bir kedinin pençesinden kurtulduktan sonra, koskoca bir horoz olup, yaşlanarak eceliyle ölene kadar emanet edildiği o evde yaşadı. Kendini ev kedisi sandığından kümese bile girmeden, güzel köpek Pele’nin dostu olarak yaşadı.
Büyük bir onarım görmüş Sait Faik Müzesi. Oraya doğru yürürken; “Her köşesini bilen biri olarak, senin fikrin çok önemli, bakalım nasıl bulacaksın?” dediler. O halde önce onu söyleyeyim: Berbat! Nokta! Şipşirin, sımsıcak bir mekân, bu kadar mı soğuk, ruhsuz ve kişiliksiz bir hale getirilebilir? Bahçe kapısı açılır açılmaz “Aaa... Olamaaaz” dedim. Sol yandaki o güzelim çardak yok. Mis kokulu sarmaşık gülleri ve meyve ağaçları yok, yerdeki çakıl taşı mozaikler yok. Yerlerinde anlamsız bir boşluk, düzenli biçilmiş çimler ve ortadan geçen soğuk taş bir yol var. Evin kapısının önündeki renkli camlı güzel veranda yok, yerinde soğuk çelik konstrüksüyonlu pleksi, alarmlı malarmlı bir giriş var. Sinirimden kapıdaki korumaya ikide bir “Sen de kimsin yahu? Çekil şuradan” deyip durdum boyuna. Ne yazık yahu, bizde onarım dendi mi, akla gelen hep ‘sil baştan’ oluyor nedense. Her şey yepyeni, pırıl pırıl olursa iyi olur sanıyorlar, işin duygusal boyutu hiç önemli değil. Birkaç yıl önce Trabzon’daki Sümela Manastırı’nı gördüğümde de böyle hissetmiştim. Adamlar, toprak zeminli mağaralar olan inziva odalarını, seramik zeminli, beton duvarlı depo odalarına benzetmişlerdi. Burası da öyle olmuş bence, Şile Kalesi çizgi film kahramanı ‘Sünger Bob’a benzedi ya onarılınca.
O kadar beter bir halde değil ama bana sorarsanız, gayet düzenli pırıl pırıl ve de ruhsuz bir müze olmuş yalnızca. Sait Faik’in evi olmaktan çıkmış, odaların şekli değişmiş, hiçbir şey eskiden olduğu yerde değil, yatağının üstünde duran pijamaları hariç, sanki kendisi hâlâ oradaymış gibi ortalıkta görmeye alıştığımız özel eşyalarının kimi vitrinlerde, kimi depoya kaldırılmış. Ay, sevmedim işte. Bu yüzden de planlanan bahçede oturup sohbetlemek fikrinden vazgeçirdim herkesi, etrafıma bakıp bakıp gerilecektim boşuna. En alt kattaki, sanırım eskiden mutfak olan ve bu tarz söyleşilere göre düzenlenmiş, klimalı falan, Sait Faik’in ‘S’ harfini bile çağrıştırmayan salonda toplanmaya karar verdik. Neyse bu kadar eleştiri yeter, zaten neye yarar ki? İç dökmek işte... Sonrası söyleşi.
Valla işin o kısmında ben çok mutlu oldum. Bir kere bütün o “Maalesef gelemeyeceğim” diyen dostlar geldiler, İstanbul’dan bile... Bize göre yeni adalı sayılan dost bakışlı konukların yanı sıra, neredeyse tüm gençliğim hatta çocukluğum yanı başımdaydı. Beni bir anda gözyaşlarına boğan, en büyük sürpriz ise; Aki’ydi. Aki Tsalikis. Yıllar önce, yerlerinden yurtlarından edilip, yüreklerini burada bırakarak gitmek zorunda kalan güzel renklerden biri. Benim adadaki ilk arkadaşlarımdan biri. Ümit, Dimo ve Lale’yle birlikte. Sevdiği, vatan saydığı adayı ziyaret için buradaymış ve bu olayı duyunca koşup gelmiş. Bu çok özel mutluluk için sevgili Elena Kovaçi’ye teşekkür borçluyum.
Adanın eski güzel günlerini konuştuk, kâh gülerek, kâh ağlayarak ortak anıları tazeledik, paylaştık, kaybedilenleri rahmetle andık, sorular soruldu, kitaplar imzalandı. Daha önce okumuş olan katılımcıların arzusuyla, ‘Burgazada Sevgilim’ kitabımdan ‘Dilber Marta’ ve ‘Selahattin Amca’ bölümlerini, tiyatrodan gelen alışkanlıkla elimden geldiğince dramatize ederek okudum. Bazı bölümler gözleri yaşartırken, benim Selahattin amcam; Dr. Selahattin Savaşkan ve Sait Faik’le ilgili bölüm kahkahalara neden oldu. Çocukluğumun en güzel günlerini yaşadığım evde oturmakta olan Hanım, beni evine davet etti. Doğrusu, daha fazla gözyaşı dökmeye cesaret edemediğimden gidemedim. Dostlarla karşılıklı keyifli bir sohbet havasında gerçekleşen söyleşi için ayrılan süre dolduğu halde kimse sona ermesini istemedi. İleriki bir tarihte daha uzun soluklu bir söyleşi için sözleşerek bitirdik. Bana bu güzel günü yaşatan herkese teşekkür ederim.