Herkes üşüyordu. Ekim ayının ilk pazar gününün sabahında buz gibi bir hava vardı. Oysa bana göre yaz yeni bitiyordu zira birkaç gün öncesine kadar hırka giyecek kadar üşümüştüm. İyi ki kalın giyinmişim diye düşünerek kaldırımın güneşli tarafından yürümeye başladım. Pazar sabahı beni evden dışarı çıkaran olay, kızımın ayak bileğiydi. Üç gün önce bileği burkulmuş, üzerine basamadığı için piyano dersine, ancak benim yardımımla gelebilmişti.
Bir saat sonra onu dersten almam gerekiyordu. İki sokak aşağıdaki parka yürümeye karar verdim. Şansım yaver giderse, sıcak bir çay ve simit eşliğinde gazetemi okuyacak güneşli bir bank bulabilirdim.
Parka giden yol üzerinde semt pazarı vardı. Bu pazar yerinde, haftanın belli günlerinde farklı mallar satılır; meyve, sebze, giysi gibi. Ama bugün değişik bir hareketlilik vardı. Tezgâhtarların birbiriyle yarışan bağırışları duyulmuyordu. Pazara mal taşıyan ve her bulduğu boşluğa park ediveren kamyonetler de pek az sayıdaydı.
İnsanlar, çoğunlukla tek başlarına, bazıları ikişer üçer olarak sakince, sessizce, içlerine işleyen soğuğa rağmen tezgâhların arasında geziniyorlardı. Daha yakından görmek için pazara girdim. Girişte birbirine yaslanarak ayakta duran yorgun, solgun halıları görünce hatırladım; her ayın ilk pazar günü kurulan “antika pazarı” bugündü. Halılardan birkaçı da yere üst üste serilmişti. Anlaşılan ayakta duracak halleri yoktu. En üstteki karanfil desenli olanın üzerinde bir zamanlar emekleyen bir çocuk olmuş muydu acaba?
Girişteki halı ve kilimlerin bu duruşu, gelmişken pazara da şöyle bir göz atma isteği uyandırmıştı bende. Bir sonraki tezgâhta eski bakır kaplar, küçükten büyüğe doğru sıralanmıştı. Kimisi pırıl pırıl kalaylı, görücüye hazır; bazıları ise yüzüne bakılmamış, kararmış haldeydiler. Kim bilir, zamanında kimlere, nasıl lezzetler sunulmuştu şu kulplu sahanın içinde.
Az ileride yıpranmış yosun yeşili kadife döşemesiyle çok zarif, tek kişilik bir koltuk duruyordu. Pazarın çıkış kapısına doğru dönmüştü. Bu soğukta, açık havada durmak ona hiç yakışmıyordu. Yapabilse güneşli bir pencerenin içine kaçmak isteyen bir hali vardı
Sırada gaz lambalarının olduğu tezgâh vardı. Çeşitli büyüklükte ve rengârenktiler. Her birinin üzerine takılan lambalar, hangi mekândan geldiklerinin ipucunu veriyordu. Şu laleye benzeyeni bir misafir odasının duvarından alınmışçasına süzülüyordu. Damla şeklinde ve kalın camlı olanı ise kerpiç bir evin girişini aydınlatmış olmalıydı; kararlı ve sağlam bir duruşu vardı. Çocukluğumun bol elektrik kesintili gecelerinden koştu geldi karanlığın korkusu, gazın kokusu...
Oradan hemen uzaklaştım. Şimdiki tezgâhta bardaklar vardı. Takım arkadaşlarından ayrılmışlardı. Daha kırılgan görünen kristal kadehler, belli ki bu yüzden, kesme rakı bardakları, minyatür işlemeli likör bardakları...
Köşedeki tezgâh ise oyuncaklarla doluydu. Kimi hiç yıpranmamıştı. Sanki onunla oynayacak hiçbir çocukla buluşmamış gibiydi, kiminde ise, daha yakından bakarsam sahibinin parmak izlerini göreceğimi sandım.
Boyası bozulmuş tahtadan, tenekeden arabalar; dikişi patlamış bez bebekler, porseleni kırılmış müzik kutuları, cam misketler. Küçücük bir demir ütü ve koldan çevirmeli şirin bir dikiş makinesi bile vardı. Boy boy gemi maketlerinin yelken bezleri, geçen zamanla sarıdan kahverengine dönüşmüştü.
Sırada müzik köşesi diyebileceğim bir tezgâh gördüm. Eski pikaplar, gramofonlar, yüzlerce yerli ve yabancı plak yan yana dizilmişti. Çocukluğumun, yurtdışından hediye olarak getirilen değerli kasetçalarlar, yetmişli, seksenli yılları da hit olmuş kasetleriyle birlikte duruyorlardı. Bazı kasetlerin ambalajı hiç açılmamıştı. Bir kaçı öyle tanıdıktı ki, içindeki şarkıları sırayla mırıldanmaya başladığımı fark ettim. Kaset tam nakaratta kopmuştu, yapıştırıp yeniden dinlediğimde nakaratın yarısı kayıptı. On yaşımdayken ezbere söylediğim melodiyi kayıp kısmı ile birlikte hatırlıyordum. Şarkının hüzünlü sözlerinin ve melodisinin çocuk ve yetişkin beni böyle içine alıvermesine çok şaşırdım. Bu hüzün duygusundan hızla uzaklaşmak istedim.
Sağdaki giysi, takı bölümünde biraz nefes almayı düşünürken, tezgâhın en sonuna yaklaşan yaşlı bir kadın dikkatimi çekti. Siyah hırkasının altına nerden baksan, on ya da on beş yıllık olsa da tertemiz bordo bir etek giymişti. Başında son dakikada bulunup bağlanmış çiçekli bir eşarp vardı. Bembeyaz kâkülleri gözlüklerine doğru iniyordu. Elindeki küçük kahverengi valizini yere koyup özenle açtı.
Valizin en üstündeki bohçanın içinden uçuk mavi ipek bir elbise çıkardı. Elbisenin V şeklindeki yakasından aşağıya doğru pembesarı minik çiçek işlemeleri serpiştirilmişti. Kısa karpuz kollu, bele oturan geniş etekli bir elbiseydi bu. Yaşlı kadın elbiseye sanki ilk kez görüyormuş gibi hayranlıkla baktı ve katlayarak tezgâha yerleştirdi. Bu mavi elbise ve kadının sol elindeki zarif alyansın yarım asır önceki nişan töreninde nasıl da parlamış olduğunu hayal ettim. Kadın, sonra masa örtüsü ve peçeteler çıkardı valizinden. Kumaşlarının beyazı, köşe işlemelerinin kıvrımları, zaman yorgunuydu. Her bir parçayı, okşayarak tezgâha yerleştiriyordu.
Birden bire çok üşümeye, hatta titremeye başladım. Bu pazardaki her parça, her bir eşya, irili ufaklı, yıpranmış yıpranmamış, ilk sahibinin veya aracıların elinden satılmayı bekliyordu. Bu bekleyişte şu sesi duydum: “Bizi satın alabilirsiniz, evlerinize götürebilirsiniz, fakat neler yaşadığımızı, bugüne kadar kimler için, hangi anlamları ifade ettiğimizi, tam olarak hiçbir zaman bilemeyeceksiniz. Bizi evlerinize götürdüğünüzde yanımızda taşıdığımız hikâyelerimizin ortağı olamayacaksınız. Belki tahminleriniz olacak ama bunlar tahminden öteye gidemeyecek.”
Bu düşünceyle yeniden ürperdim. Bundan böyle eski ve antika eşyaları, sahiplerinin evi dışında ancak müzelerde görmeye karar verdim. Babamdan kalan eski ahşap oymalı, gümüş topuzlu duvar saatimi, derhal tamir ettirerek, ömrümüm sonuna kadar saklamalıydım. Bu kararımı piyano dersi bitmek üzere olan kızımla paylaşmak üzere hızlı adımlarla pazardan ayrıldım.