Perşembe, 02 Nisan 2020 09:16

Pandemiyi Özetlemek...

Ögeyi değerlendirin
(4 oy)

Douglas Adam’ın kült eseri Otostopçunun Galaksi Rehberi (The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy) kitabında dünya bir galaksiler arası otoban yapımı nedeniyle yıkılacaktır, dünyalıların haberi yoktur ama bunun ilamı çoktan uzayın başka yerindeki bir gezegende panoya asılmış ve itiraz süresi de dolmuştur. Kahramanımız Arthur Dent, tesadüfen aynı İngiliz kasabasında bulunan uzaylı araştırmacı Ford Prefect ile karşılaşır. Biraz tuzlu fıstık, epeyce bira, havlu (bu önemli) yardımı ile ve Ford’un elindeki elektronik rehber üzerindeki “Don’t Panic” (Panik Yapma) butonuna basmaları ile yıkımdan önce yıkımı gerçekleştiren Vogon gemisine ışınlanarak kurtulurlar ve hikaye kitaplar boyunca sürer gider. Bizim elimizde Rehber de düğme de yok, geçen bir Vogon gemisi de düşük olasılık. Ama uyarılar üzerinde bulunduğumuz gezegende yıllardır yapılıyor. Şimdi “don’t panic” deme ve 42 sayısının da yanıt olduğunu bilme zamanı (seriyi okumadıysanız şiddetle öneririm, popüler kültürün çok önemli eserleri bunlar).

Bu son koronavirüs salgını dolayısıyla aylardır dünyadaki tüm toplumlar çalkantıda ve bu durum epey daha sürecek görünüyor. Salgının ortaya çıkardığı üzücü ölüm dalgası ve haberleri dışında insanlığı en etkileyen belirsizlik ve bilinmezlik. Bunun yaratabileceği kaygı ve panik Adalı dergisinin bu sayısında uzman yazarların yazılarında zaten işleniyor. Benim bu konuda söyleyeceğim tek şey var, aslında söylenegelen bir şeyin yinelemesi olacak:

Korkmalı mıyız? EVET ! Paniğe kapılmalı mıyız? HAYIR !

Büyük olasılıkla bu satırları okuyanların çoğunluğu birçok kanaldan haber almayı sürdürüyor. Tüm yayın organlarında baş konu bu salgın ve dünya çapında tüm medya bu konu için özel bölümler açarak konuyu neredeyse anlık haberlerle veriyor. Biz de kaygılıyız ve izliyoruz – biraz ara mı versek acaba? Neyse ki insanlar morallerini kaybetmiyor ve bazıları son derece zeki espriler evde geçen günlerimizi renklendiriyor.

Ama haberin üretilmesinden tüketilmesine giden süreç epeyce kaotik ve sorunlu. Örneğin bir bilimsel makale yayınlanıyor ya da bir bilim insanı açıklama yapıyor, saygın medya kuruluşları gerekli referansları ve detayları da vererek bunu haberleştiriyorlar. Buraya kadar iyi ama kaos bundan sonra başlıyor. Bazı yayın kuruluşları işin medyatik tarafını öne çıkartarak bilimsel temelinden uzaklaşan kesin yargılarla haberler yayınlıyor, bundan “caps” alan birileri de sosyal medyada yayıyor. Günde bu şekilde önüme düşen suyunun suyu haberlerin haddi hesabı yok… Üstelik tüm devletler kendilerine ait nedenlerle kısıtlı bilgilendirme yapıyor ve gerçekleri bulmaya çalışan insanların önünü kesiyor, meydan da komplo teorisi üretenlere, bilim karşıtlarına ve politik oyunlara kalıyor. Ama umarım (sosyal) medyadan kinin iyi geliyormuş diye bir şey okuyup kendi başına 1 gram içerek ölecek ya da bilmemne yaprağını kaynatıp içince bu virüs bulaşmıyormuş/iyileşiyormuş diye ortalarda dolaşacak insanlar yoktur.

Biraz kişisel giriş…

Açıkçası popüler bilim seviyesinde kalan, çok detaylı izlemediğim bir alandı bugüne kadar tıp. Gene de geçmişteki salgın süreçlerini epeyce izlemişliğim var, hem teknik hem sosyal açıdan. Deli dana hastalığı, SARS, MERS, EBOLA, kuş gribi, domuz gribi, tüberküloz gibi salgınları (uzaktan) yaşadım, bilimkurgu filmlerini de dizilerini de yıllardır çok izledim, biyolojik silahlardan ve genetik manipülasyonlardan da son derece korkarak.

Bu son yeni koronavirüs Çin’de ortaya çıkıp haber olduğu günlerde (2020’ye girmeden hemen önce Wuhan’daki tehlikeli durumu Dr. Li[i] yerel sosyal medyaya taşıyınca idari ceza aldı haberi ile) gündemime düştü ve ciddiye alarak izlemeye başladım. 25 Ocak’da bu iş kötüye gidecek diye kişisel alarm durumuna geçtim. O zamandan beri de önemli bir zamanımı bunun üzerine harcıyorum. O kadar ki psikiyatrist doktor olan eşim bana takıntı sınırında olduğumun uyarısını yaptı. Eh haksız sayılmaz, alanından bağımsız doğruyu öğrenme hastasıyım, hem de belirsizliklerden hiç hoşlanmam. Ama haklı çıktığıma da çok üzülüyorum.

Bu salgın dünya ve insanlık için çok önemli. Hastalığın kendisi ve ölümler değil (sadece), daha önemli olan aylardır yaşanmakta olanların bizi bambaşka bir dünyaya götürmekte olması. Bu “savaş” sonrasında, ikinci dünya savaşının ardından gerçekleşene benzer büyük değişiklikler olacak. Beni asıl ilgilendiren birey psikolojilerinde, toplumsal ilişkilerde, iş yapma biçimlerinde, vatandaş-devlet ilişkilerinde, insan haklarını ilgilendiren konularda, ulus devletlerde, var olan ekonomik/politik sistemlerde, devlet politikalarında oluşacak köklü değişiklikler – ki aslında liste çok daha uzun. Bunlara gerekli yerlerde değinsek de detaylı analizleri yazının kapsamı dışında, şu anda eldeki somut durumu bir saptamak gerekiyor… Düşünen, yazan çok ama, bir örneği şurada mesela… Ayrıca Gündüz Vassaf’dan derlenen yazıyı da okumanızı öneririm.

Her şeye rağmen seneye tıp okumak için üniversite sınavına girme hakkımı saklı tutuyorum.

Bu yazı nedir – ne değildir?

Yazacaklarım bilimsel bir araştırma değil doğal olarak, tıp doktoru değilim ama bilimsel yaklaşım, toplum sağlığı gibi konular hepimizin alanı olmalı zaten. Bu yazı elimden geldiğince yukarıda anlattığım süreçte derlediğim bilgileri bir kısmını bilimsel verilere ve diğer kaynaklara da referans vererek daha anlaşılır dilde sunma çabası sadece…

Hazırlık sürecinde başlıkların fazlalaştığını görünce de Adalı Dergisi’nin web sitesinde bunlara özel bölümler açmak daha mantıklı oldu. Bu bölümde WHO, CDC, Sağlık Bakanlığı, Tabip Odaları ve diğer önemli merkezlerden derlediğimiz bir dizi yararlı bilgiyi, önerileri ve hatalı yaygın anlayışları düzeltme çabalarını vereceğiz.

Temel kaynaklarda yer almayan konular ve kişisel görüşler ise burada yer alacak. Bu bölümü açtığımızda sizlere duyuracağız…

Yazdıklarımda bazen de tahminler, projeksiyonlar, varsayımlar devreye girecek, epey bilimsel referans vereceğiz ama bilimsel dili abartmayacağız. Öncelikle bu dergi doğru ortam değil, ayrıca sürmekte olan bu kaotik süreçte bilimsel araştırma yapacak kadar halka açık veri yok, üstelik devletler ve onların üye olduğu WHO gibi mekanizmalar hiç de saydam değiller, hatta bazen de verileri çarpıtıyorlar. Çok kontrollü bir süreç geçiren Wuhan başta olmak üzere Çin kaynaklı verilerle genelde Çinli bilim insanlarının yaptığı araştırmaların üzerine çok sistematik veri konulamadı ve çok zor koşullar altında insan hayatı kurtarmaya çalışan batı dünyası çok ek araştırma da yapamadı. Yapılanların da büyük çoğunluğu peer review aşamasını geçemedi (hakemli dergilerde yazının bir bütün olarak konunun uzmanları tarafından incelenerek yayına kabul edilme öncesinde saptamalar, düzeltmeler yapılması). Ama bunlar önümüzdeki aylarda, işler durulduktan sonra yapılacak ve biz de ancak epey bir süre sonra detaylı olarak bilebileceğiz tam olarak ne olduğunu. Özetle burada yazılanlar insanlığın bu konudaki kısıtlı bilgisinin benim penceremden erişebildiğim kısmından bir derlemeyi içermekte. Üstelik sadece bu satırların yazıldığı günlere (Mart 2020’nin son günleri) ait bilgiler bunlar, bir hafta sonra yeni çıkacak bir araştırma sonucu olay bambaşka şekle de bürünebilir. Zaten bilimde sabit bir doğru olabilir mi? “Şu anda bilindiği kadarıyla, eldeki bilgiler çerçevesinde” denebilir sadece.

Aman ha, burada size ne ilaç ne de benzeri tedavi, korunma yöntemi tavsiye edilmeyecek. Bunu yapanlar varsa hem yasadışı hem etik dışı bir iş yapmaktadır, hem de insan yaşamıyla oynamaktadır. Bazen showman noktasına gelen medyatik doktorlar bile maalesef son derece yanlış yönlendirebiliyor halkı… Bunlara rastlasanız da kulak asmayın, sadece uzman doktorların dediklerini yapın derim, beyninizi kullanın. Bakın bakalım, başlarda “zaten gripten kaç kişi ölüyor bilmiyor musun?”, “bu virüs Türkiye’ye gelmiyor çünkü genetik yapımız farklı” ya da “kelle paça için” söylemleri kaldı mı?

Hadi önce bundan sonrası için işin kronolojisini bir kayıt altına alalım…

Salgınlarla ilgili bilim-kurgu filmlerini izlemiş olanlar bilir, ilk hasta (patient zero) çok önemlidir – ama maalesef o aşamaları çoktan geçtik (bu salgında en çok gündeme geleni 2011 yapımı Contagion –sinirleriniz sağlamsa izleyin, çocuklara önermem). Son günlerde daha geçmişe doğru bazı referanslar olsa da (İtalya’da Ekim-Kasım 2019’da görülen standart dışı pnömoni haberleri, ya da ilk vakanın 17 Kasım 2019’da ortaya çıkmış olabileceği, bunun 57 yaşında bir kadın olabileceği) bunlar araştırılıp kesinleşmeden gündeme almak doğru değil. Fakat özellikle Kuzey İtalya’da lüks ürünler üreten, ucuz işgücü olarak çalıştırılan çok fazla Çinli işçinin varlığı yüzünden iki olayın birbirine bağlı olması da çok olası.

Şu an için Huonan canlı hayvan pazarı/Wuhan/Hubei/Çin adresinden başlatmamız gerekiyor herşeyi (Çin, Dünya geneli, Avrupa, Türkiye kronolojileri). Aslında tüm olanların listesi çok uzun, dolayısıyla Türkiye’yi de merkeze alan ve kırılma noktalarını veren bir kronoloji daha doğru olacak. Gene de daha detaya girmek isteyenler Wikipedia’ya ya da diğer kaynaklara danışabilirler.

  • Virüs büyük olasılıkla 2019 Kasım’ında evrimleşerek insana geçti. Kasım-Aralık 2019 boyunca yerel halk arasında (şu an için bilemiyoruz, belki de dünyada) yayıldı.
  • 8 Aralık 2019 – Wuhan HICWM hastanesinde bir hastada bilinmeyen etiyolojiye sahip (nedeni bilinmeyen) pnömoni saptandı. Hastanın 1 Aralık itibarı ile semptomları gösterdiği söyleniyor.
  • 26 Aralık 2019 – Wuhan HICWM hastanesinde 4 sıradışı pnömoni vakası Dr. Jixian Zhang tarafından fark edildi.
  • 27 Aralık 2019 – Dr. Jixian Zhang durumu Çin CDCsi’ne[ii] İzleyen iki günde 3 yeni vaka daha çıktı.
  • 31 Aralık 2019 – Çin Dünya Sağlık Örgütü’nü (WHO) haberdar etti.
  • 1 Ocak 2020 – Huonan canlı hayvan pazarı kapatıldı.
  • 7 Ocak 2020 – Yeni virüs Çinli doktorlar tarafından 2019-nCoV adı ile tanımlandı.
  • 12 Ocak 2020 – 2019-nCoV’un ilk genetik dizimi (genetic sequence) çözüldü ve paylaşıldı.
  • 12 Ocak 2020 – Tayland’da ilk vaka.
  • 12 Ocak 2020 – Japonya’da ilk vaka.
  • 13 Ocak 2020 – İlk 2019-nCoV test kitleri devreye sokuldu.
  • 19 Ocak 2020 – Güney Kore’de ilk vaka.
  • 20 Ocak 2020 – Çin’de 2019-nCoV B Sınıfı Bulaşıcı Hastalık[iii] olarak sınıflandırıldı.
  • 20 Ocak 2020 – ABD ve Tayvan’da ilk vakalar.
  • 22 Ocak 2020 – Singapur ve Hong Kong’da ilk vakalar.
  • 23 Ocak 2020 – Fransa’da ilk vaka.
  • 23 Ocak 2020 –John Hopkins Üniversitesi salgını takip edebileceğimiz ilk uygulamayı açtı.
  • 23 Ocak 2020 –Çin’de Wuhan kenti karantinaya alındı.
  • 24 Ocak 2020 – Çin’de 15 kent daha bütünüyle karantinaya alındı.
  • 24 Ocak 2020 –Türkiye’de ilk termal kameralar havaalanlarında kullanılmaya başladı
  • 25-31 Ocak 2020 – Çin Ay Yılı resmi tatili. Bu tatil tüm ülkede zorunlu olarak 10 Şubat’a kadar uzatıldı.
  • 26 Ocak 2020 – Almanya’da ilk vaka.
  • 29 Ocak 2020 – İtalya’da ilk vaka.
  • 30 Ocak 2020 – İsveç’te ilk vaka.
  • 30 Ocak 2020 –WHO Uluslararası Acil Durum ilan etti.
  • 30 Ocak 2020 –İspanya ve İngiltere’de ilk vakalar.
  • 18 Şubat 2020 –İran’da ilk vakalar.
  • 19 Şubat 2020 – Türkiye Çin uçuşlarını askıya aldı.
  • 23 Şubat 2020 –Türkiye İran sınırını kapattı ve uçuşları askıya aldı.
  • 24 Şubat 2020 –WHO küresel pandemi tehlikesi olduğunu ilan etti.
  • 29 Şubat 2020 –Türkiye İtalya, Güney Kore ve Irak uçuşları askıya aldı, ardından Irak sınırı kapatıldı.
  • 11 Mart 2020 –WHO pandemi ilan etti.
  • 11 Mart 2020 – Türkiye’de ilk vaka resmen ilan edildi.
  • 12 Mart 2020 – Türkiye’de okul ve üniversitelerin 16 Mart’ta kapanacağı ilan edildi.
  • 13 Mart 2020 –WHO pandeminin yeni merkezinin Avrupa olduğunu ilan etti.
  • 13 Mart 2020 – Gençlik ve Spor Bakanlığı umreden dönen 10.330 kişinin Ankara ve Konya’da yurtlarda karantinaya alındığını bildirdi.
  • 15 Mart 2020 – Türkiye’de (sonradan kayda geçmiş) ilk ölüm.
  • 17 Mart 2020 – Türkiye’de ilk resmi açıklanan ölüm.
  • 19 Mart 2020 –Çin’de bu tarihten sonra çok az yeni vaka ve ölüm ortaya çıktı.
  • 19 Mart 2020 – İtalya’daki ölümle sonuçlanan vaka sayısı Çin’i de geçti.
  • 20 Mart 2020 –Türkiye’de belli koşulları sağlayan özeller dahil tüm hastaneler karantina hastanesi ilan edildi.
  • 22 Mart 2020 – 65 yaş üstü ve kronik hastalığı olanlara sokağa çıkma yasağı getiren genelge illere gönderildi.
  • 23 Mart 2020 – Milli Eğitim Bakanlığı iki haftalık uzaktan eğitime başladı, bu daha sonra 30 Nisan’a kadar uzatıldı.
  • 23 Mart 2020 – Sağlık Bakanlığı Çin’de pozitif sonuç alınmış bir ilacın ilk partisinin alınmakta olduğu bildirildi.
  • 23 Mart 2020 – Suudi Arabistan 199 yeni vaka olduğunu, bunların 72sinin TC vatandaşı olduğunu açıkladı.
  • 24 Mart 2020 – Türkiye’de ilk olarak iki hasta iyileşerek taburcu edildi.
  • 26 Mart 2020 – YÖK üniversitelerde bahar döneminde 30 Nisan’a kadar uzaktan eğitim yapılacağını duyurdu, bazı dersler yaz dönemine kaydırılacak, ayrıca üniversiteye giriş sınavları da 25-26 Temmuz’da yapılacak.
  • 27 Mart 2020 – Türkiye’de salgının durumu sadece Türkiye geneli verilecek şekilde açıklanmaya başladı.
  • 27 Mart 2020 – ABD’deki vaka sayısı Çin’i geçti.
  • 28 Mart 2020 – Türkiye’de şehirlerarası seyahat izne bağlandı, valiliklerde pandemi kurulları oluşturulacak.
  • 29 Mart 2020 – Dünyada vaka sayısı 700,000’i, bir günde ölen sayısı da 3,000’i geçti.
  • 29 Mart 2020 – Milli Eğitim Bakanlığı bir genelge çıkartarak Eylül 2020’ye kadar ek ders yapılmayacağını duyurdu, bu da yaz sezonu eğitimi olmayacağı ve devletin daha uzun vadeli beklentileri olabileceği konusunda soru işaretleri yarattı.
  • 30 Mart 2020 – İstanbul Büyükşehir Belediyesi bağış kampanyası başlattı.
  • 31 Mart 2020 – İçişleri Bakanlığı 21 ilde 50 belde, köy ve mezranın karantinaya alındığı bilgisini verdi. Virüsün genelde umreden dönenler ve İstanbul’dan gelenler üzerinden geldiği bilgisi alınıyor. TBMM doktorundan Kırklareli Valisine, polis ve jandarmaya birçok kişide pozitif tanı konduğu açıklandı. İnfaz düzenlemesi TBMM’ye getirilecek, yaklaşık 90.000 kişi cezaevinden çıkacak.
  • 31 Mart 2020 – Belediyelerin bağış kampanyaları durduruldu, hesapları donduruldu. Salgınla ilgili bilgi paylaşan ve talep dile getiren iki tabip odası başkanı ifade vermeye çağırıldı.

Bu yazının bitirildiği 1 Nisan 2020 sabahı daha anlık sonuçların verildiği worldometers sitesindeki durumu da kayıt altına almak doğru olur. Burada dünya ve Türkiye dışında virüs dinamikleri açısından (ve bu yazıda referans verilen) diğer seçilmiş bazı ülkeleri de alırsak karşılaştırma yapma olanağımız olur.

Bölge

Vaka
Sayısı

Ölüm

İyileşen

Aktif

Ciddi, Kritik

Vaka / 1M kişi

Ölüm / 1M kişi

Gün

Dünya

859,032

42,322

178,101

638,609

32,898

110.2

5.4

82

ABD

85,612

1,301

1,868

82,443

2,122

374

7

72

İtalya

105,792

12,428

15,729

77,635

4,023

1,750

206

63

İspanya

95,923

8,464

19,259

68,200

5,607

2,052

181

62

Çin

81,518

3,305

76,052

2,161

528

57

2

82

İran

44,605

2,898

14,656

27,051

3,703

531

35

43

Türkiye

13,531

214

243

13,074

622

160

3

23

Güney Kore

9,887

165

5,567

4,155

55

193

3

71

İsveç

4,435

180

16

4,239

358

439

18

62

 

Bu arada neredeyse tüm ülkelerde bilim insanlarının gerçek vaka sayılarının çok daha yüksek olduğunu belirttiklerini (resmi rakamlar sadece testlerle onaylanmış vakaları gösteriyor, ör. İtalya, İran, ABD, Türkiye) ve her ülkenin ciddi/kritik vaka verisini veremediğini de vurgulamamız lazım, hatta test yapılmadan ölenler de istatistiklerde olmayabiliyor. Dolayısı ile dünya çapında rakamlar gerçekte daha yüksek. İzleyenler farkındadır, haftalardır yukarıdaki ülkelerde ve dünya bütününde gerek vaka gerekse ölümler her gün %10-17 arasında artıyor (vaka sayısındaki artış, ölümlerdeki artış, ciddi/kritik vakalar). Salgını baştan kontrol altına alabilmiş az sayıda ülke ve Çin dışında salgın üstel artış döneminde.

Şimdi kafalarımızda bizi meşgul eden sorulardan bazılarına bilindiği kadarıyla yanıt bulmaya çalışalım istiyorum.

Verilen değerleri okuyabilmek…

Sürekli haberlerde bazen en yetkili ağızlardan “x miktarda”, “y sürede” gibi şeyler duyuyoruz. Ama bilmemiz lazım ki bunlar her durum, her kişi, her hasta için geçerli kesin değerler değil, zaman içinde değişiyorlar, üstelik ülkeye göre de değişiyorlar. Örneğin semptomlar 5.2 gün sonra çıkıyor dendiğinde bu bir kesinlik içermiyor.

Bu değerler vaka analizlerinden çıkartılıyor. Ne kadar çok vakanın analizi yapılabilirse o kadar doğru sonuç elde edilebiliyor, yani istatistikteki N değeri. İlk başlarda küçük kümelerle yapılan analizler daha sonra birçok bilimsel makalenin verilerinin, analizlerinin birleştirilmesiyle oluşan meta-analizlerle daha kesin değerlere doğru yol alıyor.

Buradaki değerler istatistik bir dağılım gösteriyor. Bu dağılımlar arasında en çok bildiğimiz hani okuldaki notlarımıza da uygulanan “çan eğrisi”, yani normal dağılım, fakat genelde dağılımlar simetrik olmuyor, belli bir tarafa doğru kümelenme içeriyor, bazen de analizleri kolaylaştırmak için normalizasyon (normalization), yani dağılımı normal dağılım şekline getirme yöntemi kullanılıyor.

Bilimsel veri ürettiğimizde birkaç temel veri ortaya çıkıyor, en tepe noktasını veren medyan (median), aritmetik ortalama (mean), standart sapma (standard deviation), güven aralıkları (CI - confidence interval) ve tahmin aralığı (PI - prediction interval) değerleri.

 

Normal Dağılım ve Standart Sapma

 

Yani aslında “hastalık belirtileri 5-6 gün sonra çıkıyor” dendiğinde kastedilen şöyle bir şey: “Belirtilerin çıkma süresinin medyanı 5.2 gün, aritmetik ortalaması 6.4 gün, PI95 2-14 gün”. Burada PI95 örneklerin %95’inin belirtilen aralıkta ortaya çıktığını söylüyor, yani günlük dilde istisnaların kaideyi bozmaması için… Çünkü biliyoruz ki 32 gün sonra semptom gösterenler de oldu.

İşte bu yüzden tüm dünyada 14 günlük karantina dönemi uygulanıyor. Fakat risk arttıkça ve/veya yapılan yeni araştırmalarla değerler değiştikçe uygulama da değişebiliyor, umreden dönenlerin karantina süresinin uzatılması kararında olduğu gibi. Kendini karantinaya alması için evlerine gönderilenlere resmen 14 gün denirken, bu sürenin daha uzun olması daha güvenli de olabilir.

Öte yandan aslında istisnalar kaideyi bozuyor. 30 gün boyunca semptom göstermeden dolaşan ve virüsü yayan insanlar olabiliyor. Tüm bunlar da matematik modellemelerle tahmin yapmayı çok zorlaştırıyor doğal olarak.

Bu salgın ne zaman bitecek? Önümüzdeki dönemde bizi ne bekliyor?

Zaman olarak bilmiyoruz, ama bu tarihin virüse değil insanlığa bağlı olduğunu biliyoruz. Dinamiği daha sonra yayınlayacağımız başka bir makalede daha detaylı inceleyeceğiz.

Aslında daha doğru yanıt şu şekilde formüle edilebilir: Hiçbir zaman bitmeyecek.

Hadi bunu biraz açalım…

Genel kanı şu: Bu virüs uzun vadede (büyük olasılıkla) dolanımda kalacak ve her yıl ortaya çıkan grip gibi bazı insanların genelde kışları hastalandığı ve bazı vakaların da ölümle sonuçlandığı, aşısı olan bir hastalık olacak. Zaman içinde bağışıklık kazanan insanların da sayısı artacak, yani birlikte yaşamayı öğreneceğiz. Ta ki mutasyon geçirene kadar…

Ama uzun vadeden önce önümüzdeki krize bakalım. Gözlemlerimiz neredeyse tüm devletlerin bazı gerçekleri hasıraltı ettikleri, vurgulamadıkları yönünde, bazıları söylüyor ama satır aralarında kayboluyor. Bulunduğu ülkenin resmi söyleminin dışına çıkabilen bazı bilim insanları seslerini duyurabilirse haberlerde yer alabiliyor. Son dönemde benim erişebildiğim kadarıyla en gerçekçi senaryoyu açıkça ortaya koyanlar Norveçli yetkililer oldu. Referansını verdiğim yazıdaki senaryoyu basit bir algoritma olarak özetledim, umarım anlaşılırdır. Verdiğim değerler Wuhan’da yapılan en geniş çaplı taramanın verilerine dayanıyor ve toplam vakalar içindeki yüzdelerini veriyor.

 

Algoritma

 

Bu algoritmadan çıkaracaklarımız var ve bunlardan da çıkacak soru-cevap düşünce zinciri…

  • Kaçış yok: Görüleceği gibi bundan kaçış yok. Virüsü durdurmakta başarılı olan ülkelerde bile tehlike devam ediyor. Tehlike ancak etkili ilaç/tedavi ortaya çıkınca ve/veya etkili aşı bulunup tüm dünya aşılanınca azalacak. Tedavi/ilaç konusunda bir tahmin bile yok, WHO’nun son açıklamasına göre aşı da en iyimser takvimle 12-18 aydan önce çıkmayacak, üstelik verilen bu süre birçok bilim insanı tarafından olanaksız bulunuyor, büyük kitlelerin aşılanması da tüm kaynakların seferber edilmesi durumunda bile en az bir yıl sürecektir. Bu da virüsün 2023’de bile gündemde olacağını gösteriyor.
  • İki yaklaşım: Aslında tüm bilim insanları ve devletler bunun bilinciyle davranıyorlar, halk da adım adım bu bilince erişiyor. Tüm dünyada “flatten the curve” (eğriyi yassılaştırmak) sloganı ya da “herd immunity” (sürü bağışıklığı) kavramları ile anlatılmaya çalışılan da bu aslında. Bu iki birbirine zıt yaklaşım birkaç aydır gündemimize oturdu, hem bilim insanları hem de devletler iki yaklaşım arasında bölündü ya da bir süre kararsız kaldı… Anlamak için devam edelim…
  • Sürü bağışıklığı (herd immunity): Sürü bağışıklığı salgın dinamikleri için önemli bir kavram. Belli bir noktadan sonra virüs çevrede bağışıklık kazanmamış kişi bulmakta zorlanıyor ve yayılamıyor. Genelde nüfusun %70’inin bağışıklık kazandığı nokta araştırmalarda çok karşımıza çıkıyor. SARS için bu değer %50-80 olarak hesaplanıyor.
  • Sağlık sisteminin çökmesi: Ama virüs çok hızlı yayılır ve hastalananlar aynı anda hastanelere hücum ederse sağlık sistemi çöküyor. Hastane, doktor, yatak, yoğun bakım ünitesi ve bu hastalık için çok önemli olan respirasyon cihazı sayısı ülkeden ülkeye değişse bile her durumda sınırlı, hiçbir ülkenin sağlık sistemi buna göre tasarlanmıyor. Peki ne oluyor bu sayı aşılırsa? Ölüm sayıları (case fatality rate - vaka ölüm oranı demek daha doğru aslında) İtalya’da olduğu gibi çok artıyor. İnsanlara gerekli bakım verilemediği için oluyor bu. Bu hastalıkta da en kritik nokta yoğun bakım kapasitesi ve solunum desteği sağlayan respirator sayısı. Bir ara İngiltere buna niyetlenmiş olsa bile bilim insanlarının ve toplumun tepkisiyle bir süre sonra vazgeçti – salgının yayılmasına izin verip birçok insanın ölümüne de yol açarak (dolayısıyla bilerek aşağıdaki kontrollü salgın durumuna geçtiler).
  • Eğriyi yassılaştırma (flattening of the curve): Bu aslında orta yol. Bir uç sürü bağışıklığı olsun diye hiç önlem almamak, öteki uç sert önlemler almak. Sert önlem Çin’in ya da Güney Kore’nin sonradan yaptığı şekliyle ya Tayland, Tayvan gibi ülkelerin virüsü baştan engellemek üzere ülkeyi izole etmesiyle olabiliyor. Her ikisini de uygulamakta büyük zorluklar var tabii ki. Eğriyi yassılaştırmaktaki amaç, aynı anda hastaneye başvuracak kişi sayısını azaltarak, yukarıda bahsettiğimiz sağlık sisteminin çökmesinin önüne geçmek. Ama nasıl?
  • Kontrollü salgın: Orta yola kontrollü salgın diyebiliriz aslında. Amaç salgının yayılma hızını insan etkileşiminin azaltılması ile kontrol altında tutarak sağlık sisteminin kapasitesinin aşılmamasını sağlamak. Sonuçta hastaneye yatanlar bir süre sonra bir şekilde çıkacaklar ve yeni hastalara yer açılacak. Bu yöntemin ikinci ve daha önemli bir nedeni daha var: Zaman kazanmak. Bu süreçte deneyim kazanmak, ilaç ve tedavi yöntemleri geliştirmek, aşı geliştirmek.
  • Neyi kontrol?: Salgın parametrelerini ve dinamiklerini bir diğer yazıda daha detaylı inceleyeceğiz. Amaç epidemiolojideki temel çoğalma sayısının (“basic reproduction number” ya da “basic reproductive ratio” olarak adlandırılan ve R0 olarak gösterilen değerin) 1’in altına düşürülmesi. Hasta olan bir kişinin virüsü kaç kişiye bulaştırdığını gösteren bu değer (halk dilinde bulaşıcılık) sadece virüsün kendisine değil, çevre koşullarına, toplumsal dinamiklere ve alınan önlemlere de çok bağlı, dolayısı ile sabit değil. Bu değerin kontrolü çok değişik yöntemlerle sağlanabiliyor. Ana bulaşma mekanizması havadan damlacıklar ile olan bu virüs için maske kullanımından kısmi izolasyon ve karantinaya, insan hareketlerinin kısıtlanmasından kesin sokağa çıkma yasağına kadar bir çok değişik etki değerinde önlem olası. Ama bu önlemlerin R0 üzerindeki etkisini kaotik toplum yapısı içinde hesaplamak -hele bir dönem umreden dönenlerin (karantinaya alınan son gruptan öncekiler) tüm ülkeye yayılması (haber, bir diğeri, bir başkası), turizm sektörünün canlı kalması için önlem alınmaması (tam tersi teşvik verilmesi, bkz. 18 Mart ekonomik kararlarının 2, 3 ve 4. maddeleri) gibi “tamamen kontrol dışı” faktörler dikkate alınırsa- çok zor. Niyet ve uyarı seviyesindeki önlemlere halkın ne kadar uyacağını da bilemiyoruz, dolayısı ile modeller kaba tahmin seviyesinde kalıyor. İtalya’da kızgınlığını sosyal medyada paylaşan belediye başkanı, birçok ülkede yeterli bilinçlendirme yapılmadığı için nasılsa bize bir şey olmuyormuş diye partiler düzenleyen gençler ile ilgili haberler (bir, iki) önümüze düştü, ülkemizden de birçok örneğini gördük, korkarım görmeye de devam edeceğiz.
  • Neden tam kontrol değil?: Sokağa çıkma yasağı gibi kontrol mekanizmalarının kapitalist sistemlere etkisi yüzünden bunlardan kaçınıldığını görüyoruz. Ama şimdilik işin ekonomik ve politik tarafını bir yana bırakalım. Virüs sorununa çok uzun süre (belki 24 ay) çözüm bulunamayacağını bildiğimiz durumda tüm sistemlerin bu kadar süre için durması ve herkesin evde kalması mümkün değil. Dolayısı ile tercih edilen yöntem kontrollü serbestlik oluyor. Yani önemli üretim sistemlerinin (sağlık dahil temel ihtiyaçları karşılamak üzere) devam etmesi ve diğer kritik olmayan sektörlerin mümkünse evden çalışarak sürdürülmesi yöntemi kullanılabilir olan en sert kontrol olacak görünüyor. Büyük halk kitlelerinin alınan kararlara Çin’deki gibi uyacağı ve bunu uzun süre karşı koymadan yapacağı gibi bir varsayım da var tabii burada – ki sadece ülkemizde değil tüm ülkelerde bunun iyimser bir yaklaşım olduğunu görüyoruz, kültürlerimizin çok benzediği İtalya bence iyi bir örnek. Güney Kore gibi çok miktarda ve geniş kitlelere yapılan testlerin bu sürece katkısı da yadsınamaz tabii ki.
  • Ne zaman olmalı bu (görece) maksimum kontrol? Aslında çoktan… Bunu yapan ülkeler salgını baştan durdurdu, ekonomimiz bozulmasın, paramızın değeri düşmesin, borsa düşmesin, büyüme düşmesin, kaynaklarımız toplum sağlığına aktarılmasın diyen, hatta öncelikli olarak patronları dinleyen, hele de bilimden uzaklaşmış ülke yönetimleri mecbur kalmadıkça önlem almadı. Sonuçlar ortada. Yukarıda verdiğimiz kronolojide Çin’den diğer ülkelere epey erken tarihlerde yayılma olduğunu görüyorsunuz. Batının o gelişmiş ülkeleri önlemlerini o zaman alsaydı durum çok farklı olacaktı. Dikkat ederseniz önlem almayan tüm o “gelişmiş” ülkeler bugün salgının yayılma hızının da ölümlerin de en çok olduğu hatta hızla arttığı ülkeler.
  • Geç mi kaldık? Aslında Türkiye’de bazı önlemler alındı, geç de olsa. Ama bunlar da yayılmayı engelleyecek seviyede olmadılar, yetersiz kaldılar. Hala geç değil daha somut (sert) önlemler almak için. Bu önlemler hızla alınırsa hem salgını daha fazla ciddileşmeden kontrol altına almak, hem de aksi durumda oluşacak yüksek ölüm sayılarını düşürmek mümkün olacak. Yoksa yukarda bahsettiğimiz sürü bağışıklığının insafına kalacağız.

 

Bu noktada değişik ülkelerdeki değişik uygulamaları orada yaşayan vatandaşlarımızın ağzından dinleyelim istedim (Türkçe kaynak bulmanın zorluğu var malum).

CLICK-TO-SELECT-IMAGE

Bunlardan ilki başta korkutan ama salgını kontrol altına alma konusunda son derece başarılı olan Güney Kore. 30 Mart sabahında 9.661 vaka içinde 158 ölümlü vaka var Güney Kore’de, yani şu anda geçici vaka ölümlülük oranı %1.6, sadece %1 ciddi/kritik vaka var, dolayısıyla ölümlerin çok artması beklenmiyor. Gene de vaka artışı epey yatay ve lineer olarak devam ediyor. Dünyada en sistematik test yapan ülke olması nedeniyle bu da normal görünüyor. Detaylar yanda, güncel değerler de şurada.

Doğruluk Payı grubunun yaptığı görüşme aşağıda izlenebilir. Sistemin nasıl çalıştığı detaylarla ve görüntülerle anlatılıyor bu videoda. Bilindiği gibi Güney Kore Çin’den virüsün sıçradığı ilk ülkelerden (ilk vaka 19 Ocak 2020) ve başta çok hızlı bir yayılma sergiledi virüs.

 

 

CLICK-TO-SELECT-IMAGE

İkinci örnek şimdilik adı konulmamış bir tür sürü bağışıklığı yöntemi kullanan, ama adım adım ek önlemler getiren, önümüzdeki haftalarda yaşayabileceklerinden de korkulan ülke, İsveç var. İsveç’te ilk vaka 30 Ocak’ta görüldü, 30 Mart sabahında istatistiklerde 3,700 vaka ve 110 ölüm var. Sadece 16 iyileşme olması da dikkat çekici, dolayısı ile kapanan vakalar içinde ölüm oranı çok yüksek görünüyor, üstelik önemli oranda da ciddi/kritik vaka var. Aşağıdaki videoda göreceğiniz gibi test yapmaktan bile vazgeçen İsveç’in istatistikleri çok anlamlı değil. Sadece kötüleşenlerin hastaneye kabul edildiği bir sistemleri var ve bu salgında da aynı yöntemi kullanmayı sürdürüyorlar, insanları eve gönderiyorlar. İsveç’in sağlık sisteminde 1985 sonrası önemli değişiklikler oluyor, örneğin öncesinde 1000 kişiye düşen yatak sayısı en yüksek ülkeyken son yıllarda dünya ortalamasının altına iniyor bu rakam, gene de Türkiye’nin biraz üzerinde hala bu 10 milyonluk ülke.

Şu anda oldukça dikçe ama lineer sayılabilen bir vaka artışı var. İsveç ciddi kısıtlamalar getiren diğer İskandinav ülkelerinden ayrılıyor ve şu ana kadarki uygulamaları dolayısıyla özellikle mercek altında, detay görüşler için New York Times’da yer alan makaleyi ya da şu haberi okuyabilirsiniz. İsveç’te yaşayan arkadaşlarım “bir deneyin içinde denek olduk” diyorlar. Güncel değerlere de şuradan erişilebilir.

Son zamanlarda ırkçılığın artması ile korkutan ama gene de demokrasinin epey gelişkin olduğu İsveç üzerine toplum-devlet ilişkilerini de özetleyen Medyascope’un yaptığı görüşme aşağıda izlenebilir.

 

 

Uygulamalar farklı ve hem virüs hem de uygulamaların sonuçları hakkında hala bilinmedik çok şey var, ama neredeyse emin olduğumuz şey şu: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, yanlış kararlar ve bu kararları doğuran sistemler krizin ardından sorgulanacak.

İsveç ya da Trump epeyce rahat davranırken dünyanın geneli kaygılı, çok kötü bir virüsle mi karşılaştık?

Bu virüs çok mu kötü? Çok mu şanssızız?

Hem evet hem hayır.

Şanslıyız çünkü COVID-19’un vaka ölüm oranı (Case Fatality Rate - CFR) düşük. Şanssızız çünkü SARS-CoV-2’nin temel çoğalma katsayısı (basic reproduction number R0) yüksek. Üstelik (benim de ilk alarmımı vermeme neden olan) bir özelliği var, semptom görülmeden bulaşıcılığı olabiliyor, yani herhangi biri virüsü yayıyor olabilir, geniş testlerle tespit edilip karantinaya alınmadıkça… Genç ve sağlıklılarda pek semptom görülmemesi veya basit soğuk algınlığı kadar görülmesi bu salgının yayılmasında en büyük etken oldu. Bunda en büyük sorumluluk da halka uzun süre boyunca “sadece yaşlılarda ya da önemli sağlık sorunları olanlarda tehlikeli” bilgisini (nedeni ne olursa olsun) vermekte ısrar edenlerde. Bugün bunun son derece ölümcül sonuçlarını görmekteyiz.

Aslında virüslerde / salgınlarda vaka ölüm oranı ile temel çoğalma katsayısı arasında ters bir orantı var. Basit (ve üzücü) bir dille söylersek, hızlı öldüren virüsler çok yayılamıyorlar. En kötülerinden biri olan ebolanın ortalama %50 (%25 - %90 arası) vaka ölüm oranı var ama semptomlar hastayı hareketsiz bıraktığı için coğrafi yayılımı düşük kalıyor.

Ama aynı aileden olan SARS %9.5, MERS %34.3 vaka ölüm oranına sahip. COVID-19 vaka ölüm oranını şu anda kriz sırasında sadece kritik vakalar tespit edilebildiği için bölgelere göre %2-5 arasında (İtalya’da daha yüksek) görünüyor. Ama geniş taramalar yapılıp hafif semptomlarla atlatanlar da hesaba katılınca bu vaka ölüm oranının (uzun vadede ölüm oranına eşitlenecek) %0.95 civarlarına düşebileceği tahmin ediliyor, hatta bazı bilim insanları daha da düşük rakamları öngörüyor. Tüm dünyaya yayılabileceği dikkate alınırsa gene de çok büyük bir oran olacağını unutmayalım, 50 milyon kişiden bahsediyoruz – hiç önlem alınmazsa gerçekleşecek rakam bu tabii. Gene de SARS ya da MERS gibi olmadığı için şanslıyız.

Bu da bizi bir sonraki soruya getiriyor…

Bu virüs çok hızlı mı yayılıyor?: Hayır. Hatta hiç yayılmıyor. Virüsler kolay hareket edebilen şeyler değil, hasta birinin öksürmesinden dolayı yayılma 2 metreyi pek aşamıyor. Virüslerin yayılmasına neden olan bulaştıkları diğer canlıların hareketleri, bu virüste de insanların. Yıllar içinde bu tür salgınların arttığını görüyoruz, çünkü yerimizde durmuyoruz, dünyanın öbür ucuna 10 küsür saatte tek bir uçuşta varabiliyoruz. Bir de beynimizi kullanmıyoruz herhalde ki kontrollü alanda olmasına rağmen karantinayı bile beceremediğimiz kocaman bir Diamond Princess gemisi vakası varken gene de gemilere binip Yeni Zelanda’ya gezi yapmakta ısrar ediyor, sonra da yüzlerce virüs kapmış kişiyi dünyanın dört bir yanına gönderebiliyoruz.

Aslında bu salgının Çin’de başlamasında ve sonra yayılmasında en büyük etkenler doğanın işleyişine karşı çıkmaktaki aptalca kararlılığımız. Doğayı adım adım yok ederek kentleri doğanın “vahşilikleri” ile iç içe geçirme, aşırı kentleşme, milyonlarca kişinin tıkıldığı kentlerde tıklım tıkış metrolarda salgın risklerini arttırarak oradan oraya koşuşturmamıza neden olan kurduğumuz ekonomik sistemler ve üretim modelleri, sadece Çin’de değil, her yerde…

Aşağıda verdiğim dünya nüfus grafiği kendi başına bunları neden yaşadığımızı göstermeye yeter sanıyorum.

 

Dünya Nüfusu

 

Ama dedik ya, şu virüs bir “ölsün”, kökten düşüneceğiz bunları.

Bu virüs nasıl ölür peki? Kötü haber… Virüsler ölmüyor, çünkü virüsler teknik olarak canlı değil. “Canlı” tanımının en önemli bileşeni canlının çoğalabilir olmasıdır. Virüsler üzerine lise biyolojisi seviyesinde bir eğitim videosunu Türkçe olarak Khan Academy’den izleyebilirsiniz.

Virüsler genetik açıdan ikiye ayrılıyorlar, RNA virüsleri ve DNA virüsleri. Fakat DNA virüsü olsalar bile bu genetik materyallerini çoğaltacak mekanizmalara sahip değiller, sadece bu genetik materyali saran bir protein zarfa (bazılarında buna ek olarak yağ tarzı bir zarf daha oluyor) ve koronavirüslerde olduğu gibi canlıların hücrelerine bağlanmalarını / girmelerini sağlayan protein yapılı dikensi çıkıntıları (spike protein) var. Virüsler çeşitli canlıların hücrelerindeki reseptörlere bu çıkıntılarla bağlanarak giriyor, girdikleri hücrenin üretim (DNA üzerinden protein üretimi) mekanizmalarını kullanarak çoğalıyorlar ve sonunda hücreyi imha edip (“patlatıp”) organizma içindeki diğer hücrelere geometrik olarak yayılıyorlar. Üstelik özellikle RNA virüslerinde (SARS-CoV-2 bir RNA virüsü) bu süreçte mutasyon olma olasılığı da epey fazla oluyor.

Peki nasıl durduracağız? Seçeneklerden ilki aşılanmak (son dönemde ortaya çıkan aşı karşıtları ne düşünüyorlar şu anda acaba?), böylece antikor üretmek ve virüsün bizi hasta etmesini (büyük oranda) engellemek – yukarıda anlattığımız birlikte yaşama stratejisi yani. İkincisi antiviral ilaçlar. 1980’lerdeki AIDS salgınından sonra araştırmaları hızlanan bu ilaçlardan bazıları yalancı DNA yapıtaşları içeriyorlar ve virüsün çoğalmasını kilitliyorlar, bazıları da virüslerin ihtiyaç duydukları enzimleri bloke ederek çoğalmayı engelliyor.

Her durumda virüsler doğada var olmaya devam ediyorlar ama hastalık yapmaları engelleniyor.

Şu anda koronavirüse spesifik iki yöntem de elimizde yok, ne aşı ne antiviral ilaç. O yüzden yukarıda anlattığımız “eğriyi düzleştirelim” yaklaşımı elzem.

Bu başlığı “aslında şimdilik şanslıyız” diye noktalayalım, nedenini de bir sonraki başlıkta görelim.

“Novel coronavirus” daha önce bulunmuş – biyolojik silah vb: Komplo teorileri ve genetik

İlki doğru, ikincisi şimdilik yanlış görünüyor – açıklayalım…

Son iki ay içinde medya ve sosyal medyada komplo teorileri yayıldı durdu, hem de bilimsel makaleler referans gösterilerek, çoğu bana da geldi, araştırmamı sağladı. Buna bir de devletlerarası politik ve ekonomik çatışmaların yarattığı karşılıklı suçlamalar ve her ülkeden troller eklendi, tartışılır oldu. Türkiye’de de komplo teorileri üretenler gırla gidiyor, 250 bine varan izleyici sayıları milyonlara ulaşan video izlemeleri var, akıl fikir diliyorum bu arkadaşlara.

Bunlar kesinlikle yanlıştır diyemiyoruz tabii. Tüm anlaşmalara ve yasaklamalara rağmen bazı ülkelerin biyolojik silah çalışmaları olmadığına inanmak epey zor. Ama özellikle virüsün dikensi çıkıntıları (spike protein) üzerinde yapılan gen analizleri virüsün insan tarafından üretilmemiş olduğunu gösteriyor.

Öncelikle belirtelim: “novel” kelimesi “yeni” anlamına geliyor. Yani bilim insanları yeni bir coronavirüs bulunca makalelerinde ondan “novel coronavirüs” diye bahsediyorlar. Ama hepsi birbirinden farklı bunların ve hiçbiri de SARS-CoV-2 değil. Son 20 yılda bu yayınlardan epeyce var, çünkü 2002-2004 SARS ve sonrasında 2012-2020 MERS (hala sürüyor) salgınları coronavirüsler üzerindeki araştırmaları hızlandırdı. Bahsedilen yayınlar hep bunlar.

Aslında bunlar hep WHO’nun Disease-X (Hastalık-X) kategorisine giriyor. Disease-X her an ortaya çıkması beklenen ve epidemik ya da pandemik özelliğine kavuşabilecek büyük olasılıkla Zoonotic[iv]  olacak bir hastalığı tanımlıyor. 2015’de üzerinde çalışılmaya başlanan konu 2018’de WHO’nun araştırma öncelikleri listesine girmiş. İnsanlar da bunun üzerinde duruyorlar, çalışıyorlar zaten. Komplo teorilerinden biri de Wuhan’daki virüs laboratuvarında çalışan bir bilim insanı Shi Zhengli üzerinden gelişiyor. Kendisi aynı zamanda ilk Disease-X’in bu virüsden olduğu konusundaki makaleyi ve başkalarını yazan kişi. Hatta Almanya’nın şu anki başarısının arkasında yatan bir rapor (ek bilgi) bile son derece “şok edici” karşılandı… Oysa devletler zaten bu gibi şeyler için yok muydu?

Bu kötücül virüslerin neden hep Çin’den çıktığı çok daha geniş bir yazının konusu ama merak eden EcoHealth Alliance’da 2017’de yayınlanan makaleyi (Global hotspots and correlates of emerging zoonotic diseases) okuyabilir. Bu rapor ve sitede yer alan iki görsel ilginizi çekecektir.

İlki dünya üzerinde hayvanlardan insanlara geçebilecek patojenlerin çıkma olasılığı olan yerleri göstermekte. Dikkat edilirse Çin’in Wuhan bölgesi dışında Hindistan’dan Endonezya’ya geniş bir bölgeyi kapsıyor bu risk. Ama bununla da sınırlı değil, Afrika’da, Avrupa’da ya da Amerika’da bile var risk bölgeleri.

 

Risk bölgeleri

 

İkinci görsel ise çalışmalarının temel dayanağını gösteriyor, daha önce de bahsettiğimiz insan aktivitelerinin vahşi yaşam alanlarına tecavüzünü, Güneydoğu Asya’dan bir fotoğraf ile…

 

Güneydoğu Asya'da Orman Kıyımı

 

Özetle geniş salgınlara yol açabilecek bir virüsün bu alanlardan çıkacağı bekleniyordu ve üzerinde de çalışılıyordu, Global Virome Project de bu çabalardan biriydi. Herhalde web sitelerindeki biz demiştik tarzı haberleri yazmak hiç istemezlerdi.

Gerçek komployu görebildik mi? Tüm bunların bilinmesine ve uyarılara rağmen devletler doğa sömürüsüne devam ettiler, geleceği bilinen salgına karşı da (virüsü baştan durduran ya da hazırlıklarını yapan birkaçı dışında) neredeyse hiç önlem almadılar.

Umarım bu krizle birlikte herkesin gözü açılacak… Tüm dünyanın şunu bilmesi lazım: Bu ne bir ilk ne de son olacak ve bir sonraki sefer bu kadar şanslı olmayabiliriz.

Özellikle RNA virüsleri çok çabuk mutasyon geçiriyorlar, üstelik bu mutasyonlar değişik canlılar ya da virüsler arasında gen transferi şeklinde de olabiliyor. Her ne kadar SARS-CoV-2 genomunda 30.000’e varan baz sayısı ile görece az değişiklik geçirecek olsa da şimdiye kadar çoktan bir sürü mutasyon geçirdi bile, hatta bu konuda medyatik haberler bile çıktı.

Aslında her ülkede çıkan virüslerin gen analizleri yapılıyor ve halka açık gen bankalarında toplanıyor. Bunlardan biri olan ABD’nin National Library of Medicine’nin sitesinde dünyanın farklı yerlerinden 30 Mart 2020 itibarı ile 1666 nüklotid ve 6360 proteinin dizilimi var. Bu dizilimler ayrıca analiz edilerek açık kaynak gerçek zamanlı patojen evrim takip projesi olan Nextstrain sitesinde izlenebiliyor. Bu şekilde koronavirüsün belli bir versiyonunun nereden nereye geçtiği https://nextstrain.org/ncov adresinde takip edilebiliyor. Bir araştırma ayda iki mutasyon olduğunu gösteriyor, bir diğer yazı da şurada.

İlginç olan bu veri bankalarında henüz Türkiye’den bir veri olmaması, hatta virüsün önemli oranda gelmiş olduğu Suudi Arabistan’dan da veri sadece bir tane. Yani bu sistem üzerinden virüsün ülkeye nerelerden girmiş olduğunu saptayamıyor, Ocak-Mart arasında umre ve turizm etkisini bulamıyoruz. Bir olasılık bu analizler ülkemizde de yapılıyor ama kapalı tutuluyor, bu açık ortamlara yüklenmiyor. Bunun güncel ve uzun vadede bilimsel araştırmaların önünü kesmekte olduğunun da altını çizmek gerekir herhalde. Gördüğünüz gibi bu bir tür bilimsel dedektiflik ve bunlar da ipuçları ya da deliller. Gelecek yıllarda bu virüsün Türkiye’de bir yerlerde mutasyon geçirip yayılması söz konusu olursa sıfırdan başlanmak zorunda kalınabilir.

 

Koronavirüs Mutasyonları

 

Bu bölümü de noktalarken şunu söylemek lazım: Bugüne kadar oluşan mutasyonların hiç biri virüsün temel karakteristiğini değiştiren şeyler değil. Ama her an oluşabilecek bir mutasyon virüsü daha öldürücü ya da daha bulaşıcı yapabilir, ya da tam tersi, o bölgede yok olmasını sağlayacak bir değişim de olabilir bu.

Koronavirüs X, Y, Z’den bulaşabiliyor mu – ya da ne kadar paranoya

Bilimsel yanıt: “Değişiyor ya da bilinmiyor” olabilir.

Objektif, uygulanacak yanıt (algımız): “Evet” olmalı (bence).

Uzun uzun bu virüsten kaçış olmadığını, panik ve paranoya yapmamak gerektiğini anlatıp durduk. Ama risk taşıyan gruptaysak ya da toplumsal izolasyon sağlayamıyorsak (hala işe gidiyorsak, sağlık personeliysek vb) bizim için riskli olmasa da bulaştırma riskimiz olacağı için korunmamız gerek.

Öncelikle iki kavramı açıklamamız lazım:

Virüs yükü (viral load): Belli bir hacimde bulunan virüs sayısı, bizim için ise alınan virüs sayısı. Çok az miktarda alınan virüs (ki miktarını bizim ölçmemiz mümkün değil) hiçbir şey yapmayabilir ya da aşı görevi bile görebilir, çünkü immün sistemimizin durumuna göre vücudumuz bununla baş edebilir. Virüsten hastalanmamız için çok miktarda virüsün – kesin bilmiyoruz ama onbinlerce - yüzbinlerce - vücudumuza girmesi gerekiyor. Bunu doğal olarak laboratuvar ortamları dışında ölçme ve bilme şansımız yok. Bir referans olması için şu ek bilgi önemli geliyor bana: Virüsler her türlü ekolojik ortamda var ve çok önemli görevleri de var. Mesela bir çay kaşığı normal deniz suyunda yaklaşık 10 milyon virüs olduğunu biliyor muydunuz?.

Yarılanma süresi: Virüsler çoğalabilecekleri ortam bulamadıkları durumda etkisizleşiyorlar, bunda çevre koşullarının da çok etkisi oluyor. Ama bu bir süreç, bir anda olmuyor… Burada da radyoaktif elementlerdeki gibi yarılanma süresi kavramı kullanılıyor. Bu hesaplar üzerinden virüs yükünün ne kadar süre sonra hastalık yapamayacak noktaya geldiği hesaplanabiliyor.

Değişik materyaller üzerinde virüsün ne kadar kalabildiği ile ilgili haberler yapıldı, virüsün izinin Diamond Princess gemisinde 17 gün sonra bile bulunduğu (bir diğeri) söylendi, ama medyatik olmak adına bazıları bunun anlamını detaylandırmadı, bilimsel araştırmalara referans vermedi. Geniş kesimlerin bilimsel yayınları bulup, okuyup, sonuç çıkarması da pek kolay değil zaten. Meraklısı için bu konudaki haberlere temel olan araştırmayı (aslında bir editöre mektup) ve bizdeki dikkatli yorumunu da notlarımıza ekleyelim.

İkinci olarak bulaşmanın nasıl olduğunu bilmemiz gerekiyor. Şu andaki veriler (virüs bulaşmış maddeye dokunduktan sonra elimizi ağzımıza/yüzümüze götürmek dışında) büyük oranda solunum yoluyla alındığını gösteriyor ve özellikle hasta kişilerin hapşırma ve öksürmeleri sırasında ortaya çıkan damlacıkları solumamız (ve hatta göz üzerinden) yoluyla. Birbirinizden 1.5 metre (aslında 6 feet 2 metre olması lazım bunun) uzak durun, dirseğinizin içine öksürün, bu damlacıklar bir süre sonra yerçekimi etkisiyle yere düşüyor, elinizi ağzınıza götürmeyin vb doğru söylemlerinin nedeni bu. Ama maalesef gelen başka haberler ve yapılan araştırmalar başlarda söylenenlerin yeterli olmadığı yönünde. Keskin önlemler alan ülkelerde bile kısıtlı olsa da bulaşmalar sürüyor ve bilim insanları olası diğer bulaşma yöntemlerini araştırıyorlar.

Araştırmalardan ilki mikro damlacıklar (micro-droplets) üzerine. Mikro damlacıklar yerçekimi etkisiyle yere düşmüyor, günlerce havada asılı kalabiliyor, kapalı ortamlarda özellikle ciddileşiyor risk (26 Mart tarihli bu belgeseli özellikle Japonya’nın salgını ele alış biçimi de görmeniz açısından izlemenizi öneririm), dolayısı ile ortamı havalandırmak önemli. Bunların virüsün yayılımındaki etkisi henüz bilinmiyor, WHO bu konuyu incelemeye aldı. Yüzdesi az olsa bile unutmamak lazım, bu hastalık tek bir insandan yayıldı.

Mart’ın son haftasında ortaya çıkan bir dizi araştırma enfekte olmuş insanlarda birçok sıvıda virüse rastlandığını gösteriyor. Damlacık, mikro damlacık, hava, temas, kan, plasenta, vajinal sıvı, dışkı her yerde virüs ve muhtemel bulaşma var. Hatta Hollanda’da kanalizasyonda bulundu, bu konuda uyarılar yapıldı.

Özetlersek: Günlük yaşam içinde, kontrolümüz dışında çok değişik çevre koşullarında bizi hasta edecek kadar virüsün var olup olmadığını bilemiyoruz. Bize gelen kargonun üzerine hasta birinin öksürüp öksürmediğini, elinin içine öksürüp apartman kapısının kolunu tutup tutmadığını bilmemiz mümkün değil. Yaş ya da kronik hastalık nedeniyle gerçekten korunmamız gerekiyorsa ve risk almamak istiyorsak maksimum dikkati göstereceğiz.

Maske?

Başından beri hep bir ağızdan şu söylendi: Korunmak için maske takmayın, sadece enfekte olmuş ya da olduğundan şüphelenen insanlar ve risk grubunda olanlar taksın. Hastaların kullanması gerektiği bilimsel bir gerçek, nedenini de bu videoda görebilirsiniz.

Bu söylemin birkaç nedeni vardı, hala da var. Bunları kısaca özetlersek:

  • Klasik, ucuz, özelliği olmayan maskeler önemli oranda geçirgenler ve yeterli koruma sağlamıyorlar. Ama hastalardan çıkacak damlacıkları engelliyor. Son derece mantıklı ve doğru.
  • Gerçekten korunmak için yüksek koruma değerlerine uygun maske kullanmak gerekiyor (en az Amerikan N95, ya da Avrupa Birliği FFP2 ya da FFP3 - ek bilgiye “respirator standards” terimlerini arayarak ulaşabilirsiniz). Bunlar daha pahalı ve zor bulunuyor, ticari ortamlarda da satılmıyor. Bu maskelere en çok kontamine ortamlarda çalışan sağlık personelinin ihtiyacı var. Hatta ülkeler birbirinden çalıyor şu anda gibi.
  • Maskeler tipi ne olursa olsun uzun süre kullanılmamalı (marka/modeline göre değişiyor). Maskenin dışa bakan yüzü bir süre sonra kontamine oluyor. İnsan nefesinin nemi de bu virüslerin aktif kalması için ideal ortam oluşturuyor, bir zaman sonra koruma aracımız bizi hasta etme aracına dönüşüyor. Üstelik tıbbi atık statüsünde bunlar, ona göre imha edilmeli.

Çoğunlukla devletlerin yaklaşımı şu yönde: Piyasada kıt olan maskeleri gereksiz tüketmeyin, asıl ihtiyacı olan sağlık personeline kalsın bunlar. Doktorlar hastalanırsa sizi iyileştiremeyecekler. Üstelik halk doğru kullanımını bilmediği durumda bunlar tam tersi tepki yapabiliyor. Mantık silsilesi doğru aslında, ama çözüm değil…

Diğer görüş mutlaka herkesin maske kullanması gerektiği yönünde. Yıllar boyunca özellikle uzak doğu ülkelerinde halkın hem enfeksiyon hem de hava kirliliğinden korunmak için insanların toplum içinde sürekli maske taktığını görmüşünüzdür. Bu görüşün temeli güvenlik seviyesi ne olursa olsun (evde yapılmış olsa bile) herhangi bir maskenin hiç önlem almamaya göre daha iyi olduğu. Ama önemli bir uyarı da yapılıyor ve herkes ona göre bilinçli davranıyor: Bunlar sizi her ortamdan korumaz. Online ya da sonradan izlediğimiz birçok yayında (bunlar arasında ülkeler arasında uzmanların gerçekleştirdiği webinar’lar da var) Çinli uzmanlar ısrarla maske kullanmak gerektiğini söylüyor, hele hastalığı semptomsuz geçirenler olduğunu da düşünürsek zaten tersi son derece yanlış geliyor. Çin ve Güney Kore kullanılması konusunda ısrarcı ve Avrupa’da da Avusturya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya gibi bazı ülkelerde maskesiz dışarı çıkmak da yasak.

Biz nasıl korunuyoruz?

Tüm araştırmalarımızdan sonra doktor eşimle birlikte şu noktaya geldik:

Standart kurallara dikkat ediyoruz:

  • izolasyon
  • 2 metre mesafe
  • eldiven kullanma
  • dışarıdan gelen paketleri bir süre dışarıda bırakma, içeri eldivenle alırken dezenfekte etme, ardından paketleri koruma ekipmanını dezenfekte ederek, eldivenleri tersine çevirerek başka bir poşete koyarak kötü çöplerin arasına atma
  • her durumda önerilen şekilde sabunla el yıkama vb.

Büyük çaplı alışverişleri İnternet’ten sipariş ediyoruz. Ama en azından ekmek almak için bakkala gitmek zorundayız. Ameliyat eldiveni kullanıyoruz, yanımızda açılmamış bir ameliyat maskesi taşıyoruz (bir şekilde kalabalık ortama girmek zorunda kalırsak diye), kullanırsak da ardından evde imha ediyoruz.

Ayrıca gelinecek noktayı epey önceden gördüğümüz için yasaklanmadan epey önce acil durumlar için az bir miktar yüksek korumalı (%99 korumasıyla FFP3 - %95 korumalı N95’den daha iyi) maske edindik. Eşim her an göreve çağırılmayı bekliyor, hastane gibi kontamine ortamlara başka türlü girmek mümkün değil, üstelik çevremizde çok doktor arkadaşımız var görev başında, haber verdik sıkışırlarsa göndereceğiz. Devlet yeterince sağlamadığı için birçoğunun kendi çabaları ile koruma malzemesi bulmaya çalıştığını birinci ağızdan biliyoruz. 100.000 sağlık personelinin her biri günde 2 tane N95 maske kullansa bir ay içinde 6 milyon maske gerekiyor.

Ama en önemlisi uzun zamandır dışarı çıkmıyoruz ve etkileşimlerimizi sıfıra yakın hale getirdik.

Virüsü kaparsak da gerçekten hasta olana kadar hastaneye gitmeyeceğiz (şansımız evde doktor olması).

Sonuç?

Yazmaya başlayalı neredeyse bir hafta oldu bu yazıyı, uzadıkça da uzadı, İnternet üzerinde yayınlanacağının rahatlığı ile - bırakırsam yakında tez boyutlarına ulaşacak. Ama hala yazılacak çok şey var, testlerden ısınacak havaların olası etkilerine, hükümetin aldığı kararlardan olası gerçek rakamlara kadar. Burada bahsettiklerimin her biri çok daha uzun incelemelerin konusu, üstelik sürekli güncellenmesi de gerekiyor.

O yüzden burada kesmek istiyorum, dergiyi çıkarma tarihi geldi. Biraz moral toplayıp ek yazılar yazarım süreç içinde diyorum.

Sonuç? Bir sonuç yok, daha başındayız bu işin…

Bilim insanları galaksinin başka bir gezegeninde yayınlamadılar devletleri uyaran makalelerini, tam burada, gözümüzün önünde oldu her şey, ekoloji aktivistlerinin kampanya ve protestoları desteğinde ve uzun zamandır…

Sağlıklı kalın, #evdekalın ve en önemlisi moralinizi bozmayın, diğer uzman yazarlarımızın da dediği gibi, en önemlisi bu. Don’t Panic !

 


DİPNOTLAR

[i] Dr. Li Wenliang, yaş 34, oftalmolojist (göz hastalıkları uzmanı), 30 Aralık 2019’da WeChat’deki özel alanda salgınla ilgili alarm seviyesinde uyarı yaptıktan sonra “halkı paniğe sevketmek” türü yakından bildiğimiz bir suçlama ile polis tarafından sorguya alınmış ve idari ceza ile görevinden süreli uzaklaştırılmıştı. Görevine döndükten sonra virüsü kapmış ve 6 Şubat 2020’de hayata gözlerini yummuştu. Bu olaydaki rolü Çin’de güçlü bir ifade özgürlüğü hareketinin de sembolü olmasına neden oldu. Detay bilgi için tıklayınız.

[ii] CDC: Center of Disease Control and Prevention / Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi

[iii] Mesela kolera, suçiçeği, SARS, MERS A sınıfı, dolayısı ile B Sınıfı daha az tehlikeli patojenler için kullanılıyor. B sınıfında hepatit grubu, influenza (grip), malarya örnekleri var.

[iv] Zoonotic disease – hayvanlardan insanlara bulaşabilen hastalık

Son değişiklik Salı, 07 Nisan 2020 18:15
Yorum yapmak için oturum açın