Adana’daki hayatım yaklaşık 17 yıl sürdü ama o koca şehrin değil ilçelerini yerleşim merkezini bile sorsanız size on cümleyi aşamayacak bilgimi sunarım. Bugün İstanbul’u 11 ila 13 yaşlarında olan çocuklarıma sorsanız neredeyse karış karış bilirler derim. Onların davranışlarının ayarlarının kaydığını hissettiğimde içlerinde bulundukları topluluktan uzaklaştırmak için en büyük yardımcım olmuştu şehir turları. Tarihi ya da turistik ya da eğlencelik gezmeler. Arap geleneklerinin hâkim olduğu bir kültürde yaşamış babamın bana verdiği izinler sınırlı olduğu için evimizin bahçesinden bile çıkabilmek yan semtte akrabalara gidebilmek bile nimetti. Çocukluğumun geçtiği ilk mahallemin insan profillerinden hatırladığım Çukobirlik Fabrikası gece bekçisi babam, karısını öldürdüğü için yirmi yıl hapis yatan arkadaşı, kumar masalarında eşlerini satan adamların hikâyeleriyken ihracatla uğraşan tek komşu Vakkas Amca’ysa mahallemizdeki su birikintilerinde yaşayan, seyrine doyamadığımız kurbağaları Fransa’ya sattığı söylenen insanlardandı. Hepsi çocuk kalbimi parçalardı.
Peki neden yazıyorum bunları? Etrafıma baktığımda gördüğüm şeyler acı veriyor da ondan. Ülke olarak dertler bitmek tükenmek bilmiyor gibi. Peki, ben neden farklıyım o zaman? Neden iyi ve güzel hakkında farklı düşünüp farklı bakabiliyorum.
Yine küçükken yaklaşık sekiz yaşlarında gittiğim ve beni derinden etkileyen Adana Devlet Tiyatrosunda, oyun çıkışı tanıştığım bir oyuncu da silinmiyor aklımdan. Bizim mahalledeki amcalardan hiç farklı görünmeyen bu amca konuşurken bile şefkat saçıyordu etrafımıza. ‘O ne bilgili adamdı’ diyemeyeceğim bilgi ne onu da bilmiyordum. Ama algılarım bana ‘Bu insan ne güzel konuşuyor, eli kolu ne güzel hareket ediyor, tebessümü de yüzünün konuşurken aldığı şekiller de mahallemdeki amcalarıma hiç benzemiyor’ diyordu. Bizi etrafına toplamış ve geleceğimizi nasıl güzelleştirebileceğimiz konusunda konuşuyor, bizi güldüren espriler yapıyor adeta büyülüyordu. O gün, mahallemdeki amcalara benzeyen bu amcayı sahnede görmek, hepimize ayrı ayrı sunulan koltuklarda izlemek, sesinin tonuna ya da Türk Diline olan dil hâkimiyetine hayran olmak hayatımın hiyeroglifleri oldular. Hani unutmamak için çivi ile yazar gibi kayıt yapılırmış ya insanın ruhuna bazı duygular.
Ülkemin iki farklı kültüründe yetiştirildiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Biri; Arap Yarım Adası’nın insanı sindiren, yaşamasına engeller öre öre bu gününe getirdiği törelerle dolu yaratıcının o sınırsız yaratma gücünü gölgeleyen kültürü. (Örnek; küçük yaşta evlendirilen küçük çocuklar, evlerden çıkarılmayan kadınlar, zarafetin alım gücü sanıldığı üretimde işlevselliği zayıf ürünler, işlemeli koltuklar, yaldızlı süslü konaklar, ilim adına üretilen ama bilimden onay alamayan mezhep yorumları eserler gibi.) Diğeri ise Cumhuriyet’in evrensel insan değerlerini ön plana çıkarmak için neredeyse kanlı gözyaşları döktüren acılı, sancılı, düşündüren, almadan veren, malı ya da canını ortaya koyarak seferber olduğu zor ama tatmin duyulan, muhtemelen insanı en yüksek mertebeye taşıyan değerler. (Örnek; nasıl öldüğünü çoğumuzun bildiği Sokrates, Menemen Olayı Mustafa Fehmi Kubilay, Hrant Dink, Uğur Mumcu... Saydıkça yürekleri kanatan insanlık şehitleri gibi). Ergenliğimle ilgili hatıralarım daha çok neyi niye yaşadığımı bilmediğim için gözyaşlarımın hiç dinmediği günlerle örülüdür.
Peki, nasıl çıktım bu buhranlardan da kültür çatışmalarından da dersek işte o zaman yazımızın kahramanı olan TİYATRO için giriş yapabiliriz. Tiyatro; insanın insan olma serüveninde yaşadığı ya da yaşaması muhtemel olayları bir zeminde insanlara kısa bir sürede tattırması ya da kanıksatması diyebilirim. Dolaysız olarak tiyatro; İnsanın, insanı, insanla anlatmasıdır. İnsana insanla dokunan insanların eylemidir.
Ergenlik yıllarımda tanıştığım ilk tiyatro oyunu yüce insan Suna Pekuysal ve duayen diyebileceğimiz Zihni Göktay gibi isimlerin başrolü paylaştığı ‘Lüküs Hayat’ Opereti olmuştu. Müzikal bir oyunun enerjisi de sahnenin estetik güzelliği de oyuncuların yüzlerinden okunan sadece içimizdeki bir parçanın görebileceği tatmin olmuş insanlara özel ışığı da o gün görebildiğimi fark etmiştim. Eğlenirken öğrenmek kadar zengin bir kazanç başka türlü nasıl elde edilebilir düşünmeliyiz. Yıllarını insanı anlayıp da anlatabilmek adına bilime adayan bunu da ilimle destekleyen insanlar madde ve manayı tanımada büyük yol almış alimler olmuşlardır. Tiyatro eserlerindeki o insanı aydınlatmak ve düşündürmek adına gösterilen o incecik çabaların şahidi olarak geçti ilk gençlik yıllarım. Cahil aklımla sorguladım günlerce izlediğim eserlerdeki ana fikirleri. Kültürün değerinin maddi varlıktan çok daha önemli olduğunuysa, hala ara ara anımsadığım, sevgili Haldun Dormen ve Nevra Serezli’nin başrolünü paylaştığı ve Özel Dormenler Tiyatrosunda izlediğim ‘Şahane Züğürtler’ oyunu sayesinde kazandım ve etkisini hala yüreğimin derinliklerinde neşe, hüzün, şükran ve kanıtlanmış bir olgu olarak görüyor ve hissedebiliyorum. Her ay Haldun Taner sahnesine yeni gelen oyunları tek başıma izlemeye gider bazen aynı oyunu defalarca izler üzerinde günlerce düşünür, gördüğüm oyunculukları da oyunları da ana fikirleri de sorgular sorgular sorgulardım. Özel bir bankada çalışırken, çalışanlardan oluşan bir tiyatro grubunun yönetmenliğine yardım etmiş, izlediğim oyunlar sayesinde pek de bilgili sayılmıştım. Tiyatroda perde önü ya da perde arkasında olmak değil her zaman seyirci koltuğunda olmak en büyük değerdi benim için. İyi bir izleyici olmak da iyi bir sanatçı olmak kadar değer ifade ediyordu.
Yıllarca çocuklarımı arkadaşlarıyla birlikte çocuk tiyatrolarına taşıdım ama hiç çocuk sahibi değilken de tanıdığım ya da tanıdıklarımın tanıdıkları olan çocukları da çocuk oyunlarına taşıdığımda aldığım zevk sayesinde taşıdım. Özellikle Shakespeare’in ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ oyunu, o zamanlar 19 yaşlarında bir genç kız olan beni derinden etkilemiş, yetişkinlerin çocukları güldürmek adına yaptıkları figürleri 5 yaşımdaki ben gibi izlemiş, gülmekten yerlere yatmakla kalmamış belki de yıllarca, hatırladıkça performanslarına şaşırmıştım.
Tiyatro benim ruhumu ince ince işlemiş, insana çıplak gözle bakabilmemi, kalkanlarımı indirmemi, ön yargılarımı yıkmamı, yaşadığım hayatı sorgulamamı, eğlenirken öğrenebilmemi amaç edinmemi sağlamış ve emeğe hayranlık duymama vesile olmuştu. Beni hiç tanımayan birçok tiyatro emektarı, bir kez bile görmedikleri benim için büyük bir çaba harcarlarken içlerindeki aşk; ister alkış olsun, ister şöhret, ister kazanç, ister başarma hırsı ya da farklı düşündüğünü de davranabildiğini de tüm insanlığa gösterme isteği, ne olursa olsun aslında derinden ne büyük ne anlamlı bir kazancı bireylere sağladıklarını hissedebildikleri kanaatindeyim. Sevgili Adile Naşit, Zeki Alasya, Muhsin Ertuğrul, Afife Jale, Tuncel Kurtiz ... ülkemin kültürüne hakim ama Mevlana’mızın semazenleri gibi raks ederek, bir ayakları ile ülke insanını sabit olarak algılayıp yüceltmeye çalışırken diğer ayakları ile dünya insanların kültürleri ve değerlerini tavaf edip içinde ihtiyaç duyabileceğimiz kolaylıkları ayıklayıp topluma kazandırma peşindeydiler. Yaşamını yitirmiş ya da hala hayatta olan oyuncularımız için çoğu zaman ‘İnsan sarrafları’ demek çok mu abartılı olur?
Tiyatro, insan sarrafı diyebileceğimiz insanların öğretmenlik rolünü üstlendiği, öğrencilerininse gönül rızası ile katılım sağladığı evrensel bir okul. O okulun öğrencisi olmak da sanırım en büyük bahtiyarlık olsa gerek. Bu okulu okumayı düşünemeyen bireyleri uyandırmak adına etrafımızda kim varsa bir el uzatıp da ellerinden tutup en yakın ya da en uzak sahnelere taşımak da bizlerin işimiz olsun.
Ha bu arada yakında Şehir Tiyatroları’nda sergilenen ‘Oyun İçinde Oyun’ oyunu da tiyatroya başlatmak isteyeceğiniz yetişkinler için en güzel eserlerden biri. Çocuklarımı ve arkadaşlarını yetişkin tiyatrosuna başlatmak için iyi oldu. Hem eğlendiler hem de teknik bilgi olarak, tiyatro sahnesi ve tiyatro oyuncularının gerçek yaşamdaki hayatlarından minicik tüyolar edindiler.