Kendi ırkının veya toplumsal özelliklerinin, diğerlerinden daha üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç olarak özetlenebilecek ırkçılık, tarihte sayısız acı olaylara neden olduğu için, mücadele edilmesi gereken bir konu.
Bu güdüğün kaynağını anlamak için, dünyamıza ve canlıların tarihçesine bir göz atalım.
Bundan 13,7 milyar yıl önce, evrenin büyük bir patlama ile meydana geldiği yönünde teoriler var. Dünyanın ise, 4,5 milyar yıl önce oluştuğu hesaplanmış.
3.8 Milyar yıl önce, ilk olarak tek hücreli canlılar oluşmuş ve bizim de dâhil olduğumuz memeliler grubu, 200 milyon yıl önce ortaya çıkmaya başlamış.
Bugüne kadar olan süreçte, şu anda dünyada görülen canlı türü sayısının 200 katının nesli tükenmiş, yani ortaya çıkan türlerin sadece binde beşi, bugünlere gelebilmiş. Bu kadar fazla canlı türünün soyunun tükenmesinin nedeni, dünyadaki şartların istikrarsızlığı ve sürekli değişimler.
Depremler, tsunamiler, volkanlar, fırtınalar, seller, kuraklıklar, yangınlar, iklimlerdeki dalgalanmalar, gece gündüz sıcaklık farkları, çok hassas olan canlılar için sürekli bir zorluk ve tehdit yaratıyor.
Bütün bu zorluklara ilaveten, canlıların bir bölümü, birbirlerini yiyerek besleniyor, sürekli bir yiyecek bulma ve düşmandan kaçma mücadelesindeler.
Bu zorluklarla baş edebilmek ve türünü devam ettirmek için tüm canlılar, kendilerine has sistemlere, ortama göre devreye girecek programlara sahiptirler.
Detaylarını incelediğimizde, en dayanıklıların, en vahşilerin, en acımasızların, en zekilerin, en kuvvetlilerin, en hızlıların, acil durum programları en iyi şekilde güdülerine işlenmiş olanların, hayatta kaldıklarını görüyoruz. Diğerleri ise, fosiller kitabında yer alıyor...
Bize huzur veren yemyeşil çayırlara yakından baktığımızda, buradaki bitkilerin, aslında kıyasıya bir yaşam mücadelesi verdiklerini görürüz. Her biri, enerji alacağı ışığa ulaşmak için üste çıkıp birbirlerini gölgelemeye çalışmakta. Ayrıca toprak altında da suya ve minerallere ulaşmak için köklerini birbirlerinin köklerinin içine dolamakta.
Hepimizin tanıdığı ve aslında az su ile bile yetinebilen sardunya çiçeği, başka bitkiler ile beraber olmaktansa, saksıda tek başına daha iyi yetişiyor.
Osmanlı çimi, daha fazla klorofil içeren koyu yaprakları sayesinde, gölgede rakipsiz yaşayabiliyor. Ancak güneşin açısının değiştiği bahar aylarında daha fazla ışık alınca, bol ışıkta çok daha çabuk uzayıp onu gölgede bırakan başka türlerin altında yaşam mücadelesi veriyor.
Adalarda bize huzur veren çam ağaçları, Mayıs ayından başlayıp Ağustos sonuna kadar, bilhassa sıcak günlerde, yapraklarının uçlarından aşağıya minik reçine damlacıkları bombardımanı ile altında filizlenmeye çalışan tohumların büyümesine engel olmakta, kısa zamanda onları öldürmektedir. Bir yorgan gibi toprağı örten kuru diken yapraklarıysa ağacın altına düşmesi muhtemel yabancı tohumların toprağa ulaşmasını zorlaştırıyor. Ulaşsalar bile ışık almalarına engel oluyor.
Adalarımızda, hepimizin dolaşmaktan zevk aldığımız çamlıklardaki Kızıl Çam cinsi, kendi ırkından olmayanı, arasına kabul etmiyor. Acımasızca reçine bombardımanına tabi tutuyor.
Her gün yanından geçtiğimiz bitki ve ağaçların, kendinden olmayan yabancı türleri uzak tutmak, hatta öldürmek için, proseslere sahip olduklarını görüyoruz. Eğer bu proseslere sahip olmasalardı, şüphesiz soyu tükenmişler listesinde yer almış olacaklardı.
Hayatta kalmak için bitkilerin ırkçı uygulamalarından sonra kendi atalarımıza bakalım.
Yapılan arkeolojik ve genetik araştırmalarla, bugün dünyada yaşayan bizlerin, günümüzde yaşayan maymunların herhangi birinden evrimleşmediğimizi, sadece onlarla ortak atalarımızın bulunduğu gösteriyor. İnsan ve maymunların ataları, altı-sekiz milyon yıl kadar önce Afrika’da birbirlerinden ayrılmaya başlamışlar.
Aynı dönemlerde yaşayan birçok maymunsu insan türlerinin birbirleri ile iletişimdeyken, bir türü gelişirken, girilen mücadeleler sonucunda diğerlerinin soyunun tükenmesi gibi süreçler, milyonlarca yıl sürmüş. Onlarca insan türünden sadece beş tanesi, değişik zamanlarda Afrika dışına çıkıp Asya ve Avrupa’ya dağılabilmişse de, sadece Homo Sapiens’ler hayatta kalmış. Mesela, İstanbul Halkalı’da bulunan Yarımburgaz Mağarası’nda 400.000 yıllık Homo Erectus kalıntılarına rastlandı.
Dünyamızda şu anda tek insan türü olan Homo Sapiens’lerin, yani bizlerin, 200.000 yıl önce, dramatik iklim değişikliğinin yaşandığı bir süreçte Afrika’da evrimleştikten sonra, 60.000 yıl önceki görülmemiş düşük deniz seviyesi sayesinde, Kızıldeniz’den Yemen’e geçerek Afrika’yı terk ettiğimiz ve dünyaya dağıldığımız düşünülüyor. Fosil ve genetik araştırmalar, daha önceden Afrika’yı terk eden Homo Sapiens’lerin torunlarının bugün aramızda olmadığı, yani tümünün soyunun tükendiğini gösteriyor. Belki de aynı dönemde yaşayan ve 500.000 yıl önce Afrika’yı terk etmiş olan Neanderthal insan türü ile girdikleri mücadelelerden yenik düşmüşlerdi.
Son yıllarda yapılan araştırmalar, bugünkü Avrupa ve Asyalı insanların DNA’larının % 1 ila 4 arasının Neanderthal kökenli olduğunu göstermekte. Demek ki, iki insan türü arada sırada karşılaşmışlar. Bu karşılaşmalar acaba barışçıl mıydı? Yoksa savaş şeklinde miydi?
Geçen yüzyıllarda Avrupalıların, Amerika’daki yerliler ve Afrika’daki zencilerle karşılaştıklarında doğan sonuçlara bakılırsa, Neanderthal’lerin neslinin tükendiği 40.000 yıl önceye kadar olan karşılaşmaların hiç de barışçıl olmadığı, ölümcül sonuçları olduğu tahmin edilebilir. Üstelik geçen yüzyılda karşılaşanlar aynı tür insanlardandı, yani Homo Sapiens idi.
Milyonlarca yıllık evrimsel sürecimizde, çok feci ve berbat yaşam deneyimlerimizden geçmiş, defalarca çetin zorluklar yaşamış, başka insansı ırklarla da karşılaşmış ve çok ciddi kanlı mücadelelere girmiş olmalıyız...
Zekâsı ilerleyen ve sosyalleşen insanın, bireysel yaşamaktansa, kabile şeklinde yaşayarak, hayatta kalma üstünlüğüne sahip olduğu anlaşılıyor. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” misali, birlikten güç doğduğundan, hayatta kalmak için insanlarda bulunan güçlü bir program da “bir gruba dâhil olma” güdüsüdür.
Kabileler arasında anlaşmazlık yaratıp, diğer kabileyi ötekileştirme ve yok etmeye çalışmanın, gelişim açısından çok faydalı olduğu anlaşılıyor. Zira küçük sorun veya yalan ve iftiralar sonucunda başlatılan kabile savaşları neticesinde, nüfus geçici olarak azalsa da her iki kabileden daha güçlü ve zeki olanlar hayatta kalmakta, birkaç nesil sonra da her şey unutulmuş olarak hayata devam edilmekte. Sonuçta, kalan nesiller, biraz daha güçlü ve zeki hale geliyor.
Bugün dahi, Afrika’nın birçok bölgesinden, kabile savaşlarının haberlerini almaktayız. Devlet otoritesinin olmadığı, “kim kime, dum duma” şeklindeki yüz binlerce yıl öncesinde, sudan sebeplerle çıkarılan kabile savaşlarının, çok daha sık olduğu ve hayatın bir parçası şeklinde devam ettiği muhtemeldir.
1948 yılında, insan zekâsının bir ürünü olan, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, “kardeşlik, eşitlik ve barış” düşünceleri, evrimsel tarihimize kıyasla, henüz çok yeni kavramlar. Lakin bunlar, evrimsel süreçte hayatta kalmamızı sağlamış yüz binlerce yıllık güdülerimizle çakışıyor.
1990 yılında yayınlanan Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi sadece insanların değil, hayvanların da haklarının savunmasını gerektiğini söylüyor. Son yıllarda, et yemeyen vejetaryen ve hayvansal ürün tüketmeyen veganların sayısı artıyor. Bizleri olduğumuz şekle sokmuş olan orman kanunlarını ve içimizdeki güdüleri ideal bulmayan insan aklı, daha adil bir dünya yaratmak için çözümler üretiyor.
Ancak, bugün savaşlar, soykırımlar halen devam etmekte... Genetiğimize işlemiş olan güdüler kolay kolay değişmiyor. Artık işe yaramasalar dahi, binlerce yıl sonra, halen aktif kalabiliyor.
Yüz binlerce yıllık geçmişimizde, hayatta kalmak için kabilenin erkekleri organize şekilde her sabah hayvan avına çıkmak zorundaydılar. Kaçan bir geyiği takım arkadaşları ile koşarak yakalama ve daha sonra av sahnesini tartışmaktan alınan içgüdüsel zevkin, bugün erkeklerin futbola gösterdikleri ilgi şeklinde devam ettiği söylenmekte... Kaçan geyiği koşarak kovalamanın yerini, yuvarlanan topu kovalamak almış!
“Bir kabileye dâhil olma güdüsü”nün sonucu olarak, birey hiç top oynamasa dahi, “ben şu takımlıyım”, “biz kazandık” diyerek mutlu olabiliyor insan...
On binlerce yıl önce hayati öneme sahip olan güdüler, bugün anlamsızsalar dahi, halen tatmin edilmeyi bekliyor. Mantık ve zekâmızı, güdülerimizi başka yollardan tatmin için kullanmaktayız.
Bundan yola çıkarak, bir gruba dâhil olmak, sebep yaratıp diğer grubu ötekileştirmek ve ondan nefret ettirtmek, “gelecek için yaşam alanını garantiye almak için kendisinden farklı olduğuna inandırılan grubu yok etme” isteği şeklindeki ırkçılık güdüsünün, binlerce yıl daha, aramızda kalacağına kesin gözü ile bakabiliriz.
Ancak durum çok da ümitsiz değil. Çünkü insan, diğer canlılardan farklı olarak öğrenebiliyor, öğretebiliyor ve bu kabiliyeti gittikçe geliştiriyor.
Nereden geldiğimizi, geçmişimizde yaşanan bunca savaşı, soykırımları öğrenerek ve öğreterek, insanları daha temkinli hale getirmek mümkündür. Irkçılık güdüsünü devreye sokacak ortamı başından engellemek için, bunu yeşertecek iftira söylemlerinin, kışkırtılmaların, kişilere faydası olmadığı hususunu okullarda öğretmek, bununla ilgili eğitimleri desteklemek, eğitimin sürekliliği ve bilhassa toplumlar arasında sıkı bir dayanışma gerekmektedir.
Ancak, eğitim süreci kesilirse ve bir sonraki nesillerde uygun şartlar oluşursa, ırkçılığın filizlenme ihtimali binlerce yıl daha devam edebilecektir.