Kırçıllanmış kıvırcık saçlarının döküldüğü oldukça geniş alnının aşağısında fışkıran kaşlarına da dalga dalga aklar düşmüştü. Tezatlık bu ya! O kaşların altında hafiften çukura kaçmış gözlerinin içinde zeytin karası gözleri muzipçe gülümserdi. İlerlemiş yaşına rağmen yüzüne çocuksu bir anlam katardı. Yıllara meydan okumak, küflenmiş otoritelere meydan okumak... hayatın akışına uymayan ne varsa inat olsun dercesine simsiyah çocuk gözleriydi onlar ve çoğu zaman ışıl ışıl parlardı. Sanırdınız ki kimse onu kızdıramaz, tatlı canını kimsecikler üzemez... Öyle sevecen, öyle hoşgörülü ve mütevazi biri nasıl olunurdu acaba?
Dostları onunla oldukları zamanı bir terapi seansı olarak değerlendirirlerdi. Tıpkı bir kediyi okşarken, sevilen bir işi yaparken ya da en sevilen yemeği yerken alınan haz mı dersiniz ne derseniz deyin, işte onunla olmak böyle bir tarife benzerdi herhalde. Arife tarif gerekmez derler ya, Seyit’e her tarif zaten yetersiz kalırdı.
Seyit’in doğası, harika bir ülkenin doğasının uzantısından geliyor denilebilirdi. Biz onun yalancısıyız; “Geniş bir açıdan dünyaya bakabilmenin bu coğrafyanın bir lütfu olduğu”nu var sayacak kadar materyalizmin insanıydı Seyit. Felsefe öğretmeniydi. Taş mı suyun altından kayar yoksa suyu mu üzerinden akıtır diyecek kadar “uçuk”tu.
Gelir düzeyi yüksek insanların yerleşim yeri olan bir beldede kendisi gibi öğretmen eşiyle beraber daracık gelirle yaşar giderdi. Ekonomiye kattıklarıyla aldıklarını dengeleme esasına göre yaşamayı şiar edindiği için zamanının çoğunu eşiyle beraber bahçesinde balkonunda, kitaplığında ve iş odası olarak düzenledikleri kilerlerinde geçirirdi.
Yaşama kattığı anlam ve değerle barışın çok, kavganın az olduğu günler geçirmeye çabalarken çalıştığı okulun ikiye bölüneceğini öğrenmesiyle bir gün denge bozuluverdi... Çalıştığı okul, çevrede başarıları ile isim salmış göz önündeki okullardan biriydi. Okul nasıl ikiye bölünür? Duvarla bina bölünür, kararnamelerle öğretim kadrosu bölünürdü. Ama eğitim hayatı da bölünür müydü? Nereye, ne zaman gideceğim kaygısı içine düşünce o çok düşkünü olduğu rahatını bozdu.
O hafta sonu tatili sabahında bahçede budama yapıyordu. Çalıştığı okulun müdürü ile oturdukları evler yan yanaydı. Okul müdürü balkonunda oturmuş kahvaltısını yapıyordu. Fırsat bulup sordu:
“Merhaba Müdür Bey, günaydın! Okulun bölüneceğini duydum. Doğru mudur?”
“Evet Seyit Bey, doğru. Kararnamesi geldi. Okulumuz bundan böyle iki okul olarak hizmet vermeye devam edecek.”
“Anlayamadım Müdür Bey, buna neden gerek görüldü? Başarılı ve başarılarını katlayarak sürdüren bir okulun yapısının değiştirilmesi kime ne fayda sağlayacak?”
“Bunu biz bilemeyiz Seyit Bey, büyüklerimiz bilir. Büyüklerimiz gerekli ve uygun görmüş, ölçüp biçmiş karar vermiş ve uygulayın demiş. Bu durumda bize tenkit etmek değil uygulamak düşer.”
“Olur mu Müdür Bey, demokratik bir toplumda yaşıyoruz. Ülkemiz demokratik bir ülkenin yasal güvencelerine sahip olduğu için bizlere, okulun öğretmen ve öğrenci ve velilerine sorulmadan okulun bölünmesi çok yanlış.”
“Yanlış manlış yok Seyit Bey, her şey mevzuata uygun yapılmaktadır. Bence böyle tepki göstermek yerine mesai saatlerine uygun davranmak üzere kendinizi toparlayın.”
“Ne alakası var Müdür Bey, en az sizin kadar mesai saatlerine uygun çalışıyorum ben. Hatta çalışma saatleri konusunda sizden daha titiz olduğumu iddia ederim.”
Okul Müdürü boğazını sıkan bir düğmeyi çözdü ve:
“Peki, Seyit Bey, bakış açısını değiştirelim; sizinle tartışmaya ben de çok hevesli değilim. Okulumuz, öğrenci sayısı fazla olan, temizliği ve diğer ihtiyaçlarını karşılaması gün geçtikçe zorlaşan bir okul. Malum nüfus alan bir bölgenin başarı grafiği yüksek bir okuluyuz.”
“Bunu söylüyorum ya işte. Beraber emek verip çalışıp-çabalayıp iyi bir yere taşıdığımız eğitim kurumunu neden ikiye bölelim; durumunu bozalım anlamıyorum! Anlamak da istemiyorum.”
“Bakın Seyit Bey, kurumun ikiye bölünmesi ile okulumuzun idari yapısı iki kat artacak, öğretmen sayısı artacak, okul aile birliği sayısı ve tabii ki toplanan aidat ve bağış miktarı da katlanarak artacak. Bütün bunlar da hizmet kalitesini artıracak.”
Seyit’in gözleri kısıldı, zeytin karası göz bebekleri hedefine kilitlenmiş ok olup müdürün ölü balık gibi bakan gözlerine odaklandı. Öfkelendiği ender anlardan birisiydi ve müdürün yüzünde tekinsizlik belirtileri oluşturdu.
“Müdür Bey, bizler eğitimciyiz ve eğitimci mantığına-felsefesine sahibiz. Ama görüyorum ki sizinle aynı mantık ve felsefede değilmişiz! Siz tüccarlığa başlamışsınız da bizim haberimiz olmamış. Ama okulumuzu ticarethane mantığı ile yönetemezsiniz! Buna biz öğretmenler olarak izin veremeyiz...”
“Kendinize gelin Seyit Bey, nasıl konuşuyorsunuz benimle böyle!”
“Asıl siz kendinize gelin! Yeterince tüccarı olan bu ülkenin eğitime ve eğitimci yöneticilere daha çok ihtiyacı var.”
“Sizi müdürünüzle böyle konuşmaktan men ederim!”
“Asıl ben sizi bir okul müdürü gibi davranıp düşünmeye ve yaşamaya davet ederim!”
“Sen beni hiçbir yere davet edemezsin!”
“Davet de etmem zaten, sizin gibi tüccar zihniyetli, aklı fikri maliyetlerde-parada olan biriyle ben hiçbir yere gitmem.”
Müdürün seyrek saçları arasından parlayan kafa derisine kadar kafası kıpkırmızı olmuştu. Demek ki insanın kafasının kızması böyle oluyordu.
Seyit de öfkesini kontrol etmek için eline aldığı tespihi daha hızlı çevirir olmuştu.
Kuş sesleri susmuştu.
Dışarıdan yükselen seslerin kaygısıyla balkona fırlayan Maksude Hanım eşine kaygı ve merakla seslendi:
“Neler oluyor Seyit?”
“Müdür Beyle istişare edecek bir konu vardı. Okulumuzun ikiye bölünmesi hakkında konuşmak istedim. Ama müdürü yerinde bulamadım, ayrılmış!”
“Yaaa dedi, Maksude Hanım, tayininin çıktığını bilmiyordum.”
“Yoo, müdürün tayini çıkmamış! Eğitimcilikten istifa edip tüccarlık sınıfına geçiş yapmış!”
Maksude Hanımın yüzü karıştı, belli ki kafası da karışmıştı. Elinde tuttuğu tahta parçasını yontmaya devam ederek işinin başına döndü.
Aynı günün akşam saatleriydi. Hava kararmaya yüz tutmuş, batan güneşin ışıkları, gökyüzünün üzerini incecik bir tül gibi örten bulutlardan yansımakla zümrüt rengi bir atmosfer oluşturmuştu. Seyit böyle havalara bakarak söylenirdi:
“Çakırcalı Efe, böyle havalarda eline geçen düşmanlarının canını bağışlarmış!”
Maksude Hanım bu cümleyi söyleyerek balkona çıkmıştı ki şaşkınlık içinde sözü yarıda kaldı. Akşam güneşinin sapsarı ışıkları evlerinin önünde uzanan üzüm asmasının yemyeşil yapraklarında adeta yıkanarak yeşile boyanıyordu. Seyit o asmaların arasında elindeki bağ makası ile çalışkan bir çiftçi gibi ritmik hareketlerle dolaşıyordu.
“Seyiiit! Ne yapmışsın sen öyle?”
“Ne olmuş ki? Ne yapmışım ben öyle!”
“Eh Seyit, dalıp gitmişsin... komşunun asmasını da budamışsın! Ne olacak şimdi?”
Seyit hiç istifini bozmadan;
“Asmanın keyfi yerinde bence!”
“İyi de siz az önce müdürle kanlı bıçaklı olmadınız mı? Az daha birbirinize girecektiniz. İnsan dargın olduğu insanın asmasını budar mı hiç?”
“Seyit elinin birini beline koyup bağ makası tutan elini de asmanın üzerine koydu ve; “Ya Maksude, ben asmayla kavga etmedim ki! Müdür denen o tüccar kılıklı adamla kavga ettim. Asmayla ne alakası var?”
Maksude Hanım şaşkın bakışlarla olduğu yerde kala kaldı. Diyecek tek söz bulamamıştı. Seyit asmayı budama işine kaldığı yerden devam ederken Maksude henüz kendine geldi ve; “Aynen...” diyebildi.
Seyit’in yüzü bir anda değişti; elinde bağ makası asma kütüğüne dayandı. Güleç yüzü ciddi bir hale döndü:
“Rica ederim Maksudeciğim, şu “aynen” sözcüğü ile iletişim kurduğunu zannetme. Hiç olmazsa sen kullanma bu ne olduğu belirsiz, içeriksiz popüler konuşma tarzını ne olur!”
“Aman Seyit, düşüncene katıldığım anlamında söyledim. Öyle uzun uzun konuşmak yerine bir kere “aynen” demekle anlaşmış olmuyor muyuz?”
“Türkçe dil bilgisi kurallarını yeniden yazacak değiliz Maksudeciğim. Ancak şurası bir gerçek ki bir olaya aynı açıdan baktığımızın yani ortak açılardan gördüğümüzün ifadesi olmanın ötesinde “aynen” demekle sohbetin ya da diyaloğun içtenlikle devam edebileceğine inanmıyorum. Her şeyden önce iki insanın yaşanmışlıklarının farklılığının getirdiği duygusal, bilişsel, eleştirel farklılık ortadaki olaya bakışımızın da farklılaşmasını getirir. Bu farklılıklar ki sohbeti zenginleştirendir. Oysaki kelimeler dolusu dert anlatmamın ardından senden alacağım yanıt sadece ve kupkuru bir “aynen” oluyorsa burada bir ciddiye almazlık ortaya çıkmıyor mu sence de?”
Amaaan be Seyit, “aynen” dediğime diyeceğime pişman ettin beni.”
“Maksudeciğim, derinlikli düşünceleri sığ kelimelerle anlatmamız mümkün olamaz. Sadece bunu anlatmaya çalıştım sana. Bir olumlama sözcüğü olarak kullanılmanın ötesinde “aynen” sözcüğünün niteliğini bilmiyoruz bile. Benimki sadece bir uyarı; bu eleştiriyi alırsın almazsın sen bilirsin.”
Maksude kısa bir süre düşündükten sonra elindeki şimşir kaşığın pürüzlerini yoklayarak;
“Sana hak vermiyor değilim Seyit. Ama kestirme yollara, kolay iş bitirmeye o kadar başvurur hale geldik ki; hemen anlaşıvermek, hemen sonuca varmak istiyoruz. “Aynen”in kullanımı da burada yaygınlaşıyor sanırım. Bir de bakmışsın dilimize yerleşip gitmiş bu melez sözcük.”
“Emek vererek, sözcük sözcük örerek belirginleştirdiğimiz muhabbetlerin tadını bilen kişiler olarak “aynen” ile aynı yoğunlukta sohbet sürdürülemiyor. Aynı tadı alamıyoruz. Dilimizin fakirleşmesi sohbetin de yavanlaşmasına yol açacak kaygısını taşıdığımdan seni uyardım. Bunu anlıyorsun değil mi?”
“Elbette anlıyorum Seyit. Senin bir üzüm asmasının canına verdiğin değeri insanlar arasındaki iletişime misli misli vereceğini biliyorum. İnsanlar konuşmayı, anlaşmayı, eleştirmeyi hayatı paylaşmanın bir aracı olarak gördüğü sürece duygu ve düşüncelerini yükledikleri sözcükleri de özenle seçecekler elbette.”
Maksude elindeki kaşığın son pürüzlerini de almak üzere masaya otururken gülümsüyordu:
“Asmanın budandığını fark ettiği zaman müdürün yüzünün aldığı şekli görmek isterdim.”
“Bence asmanın budandığını fark etmeyecek bile. Malum, müdürün derdi okulun bölünmesi. Bugünlerde asmaya üzüme bakacak vakti yok. Asmayı üzümü gözeten insan öğrencileri, öğretmenleri haydi haydi gözetip okulu böldürmez zaten.”
Seyit’le Maksude konuşarak anlaşmanın hazzını duyumsayarak evlerine girerken güneşin son ışıklarının karşısında asma yapraklarının yeşil örtüsü griye boyanıyordu.