Sürmekte olan o anaforlu atmosferde müvekkilimin pozisyonunu düzenleyerek rüzgârı arkasına alma ferasetini göstermek kolay olmadı. Aslına bakarsanız bu bahtsız müteahhidin davasını kazanmama giden yolu, trendi iyi takip etmemle buldum. Tabii trendi iyi okuyabilmek de sahip olduğum olağanüstü vizyonla mümkündü.
Tam da o günlerde metropollerimizden birinden mantar gibi bir kupon arazi çıkartı verilmesin mi! Ama nasıl değerli bir arazi biliyor musunuz? Metropolün merkezinde, tüm ulaşım yollarının buluştuğu noktada ve denize sadece bir ıslık mesafesinde... Bir gün batımı manzarası var ömre bedel... Yani o arsa üzerine yapılacak tavırslarda bir bekçi kulübesine ayak koysanız hayatınız kurtulur hatta çoluk çocuğunuzun hatta yedi sülalenizin de hayatı kurtulur. Evet, o derece kıymetli bir arazi, Atlantis gibi... tam da metropollerde arazi kalmadı... yerel yönetimlerin arsa üretmek derdinden -genel seçim arifesinde puan kaybetmeyi göze alarak- şehir mezarlıklarına dalmaları hasıl olmuşken.... Siyasi kimlik, kariyer için iki pazara birden çıkmış (biri Salıpazarı için, diğeri Perşembe pazarı için!) inanç-ahlak ölçütleri kartvizitlere basılır olmuşken... bu arazi nasıl oldu da bir anda gündeme yükseliverdi! Nasıl oldu diye sormayın. Demek sordunuz bile! Eh anlatayım o halde; adrese dayalı okula kayıt sistemine bel bağlayıp ülkenin öte ucunda konut projesine başlayan talihsiz müteahhidin kodese uzanan yolunu nasıl kestiğimi.
Müteahhit rüzgârın her yandan estiği anaforlu ortamda şaşkın-biçare kaldı ya... Çocuklarının iyi bir lisede okuyabilmesi için Türkiye sathında mahalle mahalle, muhtar muhtar, emlakçı emlakçı dolaşan, ellerindeki büyük ölçekli haritalarla-planlarla-navigasyon aletleriyle yollara düşen, biçare öğrenci velilerinin ilacı da bulunamadı ya! Rüzgâr bu! Ne yapalım, nerede, ne zaman, ne yönden eseceğini bilemeyiz ki! Tedbirli olmakta yarar vardır hep... Bizim müteahhidin eğitime katkısı kısmet değilmiş demek! Ama bu anlatacaklarım raylardan çıkan treni nasıl olup da yoluna soktuğumu, ihtiyacı olanlara gösterecek. Hem belki kariyerime faydası olur, değil mi!
Bu kupon arazi tam bir can simidi gibi düştü önümüze demiştim. Ama bizim o araziyi elde etmemiz epey zor oldu. Epey mesai yapmak gerekti bunun için de... Ama önemli olan kokuyu almak, süreci iyi okumaktı. Bilirsiniz, vizyon sahibi olmak lazım bunun için de...
Bu meslekte vizyonsuz yön bulunamaz; yine bilinir ki savunmanlık mesleğine soyunanlar hukuk fakültelerine Türkçe-sosyal-matematikte ülkenin en iyileri olarak seçilirdik. Zaten lisedeyken de tarihi, coğrafyayı severek çalışırdım. Bu yüzden de öğrenirdim. Bizim ülkemizin az gelişmiş ülke olduğunu öğretmenimiz anlatmıştı bir defasında. Ben elimi bile kaldırmadan ileri derecede hipermetrop gözlüklerimi düzelterek itiraz etmiştim hemen; Babam okul müdürü ya çokbilmişim yani; “Hayır öğretmenim! Az gelişmiş ülke değiliz biz, gelişmekte olan ülkeyiz!”
Öğretmenimiz ise hiç oralı olmamıştı. Dersini işlemeye devam ederken bana da hayat dersini vermişti. Ben işte o dersi hayatım boyunca daha doğrusu işime yaradığı sürece kullandım. Bakmayın siz şimdilerde kullanılmayan bilgilerin hamallığı yaptırılan öğrencilere. Ne miydi o önemli ders?
“... Sanayileşme sürecinin gerisinde kalan ülkelerde kentleşme de gecikerek yaşanmıştır. Ülkemizde de 1930’larla başlayan köyden kente göç 1950’lerden sonra hızla gerçekleştiği için şehirlerin çevresinde oluşan gecekondu semtleri diğer tabirle varoşlar o kentin çeperleri halini almıştır. Bu sebepten İstanbul gibi sanayi kentleri, fabrikalarla değil de varoşlarla kuşatılmış olup; az gelişmiş ülkelerin o dönemin fabrikaları, kentlerle varoşlar arasına sıkışıp kalmıştır. Bugün yaşadığımız çarpık kentleşmeyi bu tabloyla açıklarız.”
Müteahhidin deyimiyle bir elleri öpülesi öğretmen de o vakitlerde bizim dersimize girmişti. O bilgiyi kullanarak sanayi kentlerimizin içinde kalmış fabrikaların izini sürmeye başladım. Bir ararken on tane buldum böyle şehrin içine sıkışıp kalmış fabrikalardan. 1930’larda başlayıp inci taneleri gibi dizilen genç cumhuriyetin tarıma dayalı sanayileşerek kalkınması için kurulan bu fabrikaların hepsi de bugün atıl duruma düşmüş ve bugünün viranelikleri haline gelmişlerdi. İşte yaşadığım metropolü gözümün önüne getirince anladım ki onlarca “viranelik” “kentsel dönüşüm” sırasını bekliyorlar. Kimin yetkisindedir peki bu araziler? Belediyeler ile Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarının! Nasıl bir heyecanla attı yüreğim. Malum sanayileşmiş Batı ülkelerinde bu yapılar bambaşka formatlara sokularak kullanılıyor, kâh sanayileşme müzesi, kâh kültür merkezinden tutan da eğitim kampüslerine kadar çok farklı amaçlarla restore edilerek kentin tarihi dokusunun korunmasını sağlıyor... Eee! Ama bizde sanayinin böylesine arsaya ihtiyacı varken o caaanım araziler çoluk çocuğa bırakılır mı arkadaş! Malum, ekonominin temel direği inşaat sektörü oldu, ağır sanayi ana aks değil artık. Hemen soluğu ilgili kurulda alacakken önce ajandamı açayım bir bakayım dedim, kimler var kurulda işimizi görecek. Randevu alıp görüşmeye gitmekle işe başladım.
Koruma kurulundaki mimar arkadaş bereket versin makul düşünen bir şahsiyetti. Yeni dikilen plazaların aksine geçen yüzyıldan kalmış bir iş hanındaki bürosunda karşıladı beni. Ekonomik birliğini sağlamakta geciktiğine yazıklanan bir Prusya hanedanı gibi gözüktü gözüme! Altmışlı yaşlarını ve ait olduğu yaş kuşağının özelliklerini göz önüne alıp uygun etkili içerikle konuşup işi bağlamak gerekiyordu. Ben:
“Halkın yiyecek kuru ekmeğe, yatmak için kuru ve sıcak bir yere ihtiyacı varken kültür merkezi, müze, kafeterya da ne oluyor. Rahmetli dönemin çoban başbakanının* dediğinin bir benzeri yani; yoksul halkımıza plan değil pilav lazımken harabeye dönmüş fabrikaları kültür varlığı diye saklamak milli ekonomimize ihanettir, halka vatana ihanettir. Zaten ilk büyük depremde yıkılacak olan viranelikler yıkılmalı. Yıkılmalı ki içinde barınan mültecisi tinercisi kalmasın. Yıkacaksın tabii viranelikleri, yerlerine dikeceksin depreme dayanıklı binaları, rezidans yapacaksın, hastane yapacaksın... Yapacaksın ki inşaatında çalışacak işçiler üç beş kuruş gelir sağlasın, işsizlere ilaç olsun. Hastaneleri yüzlerce insana iş alanı sağlasın. Hastalara şifa dağıtsın...” der demez; “Tabii dostum haklısın! Ben de bu sözün altına defalarca imzamı atarım. Ama...” dedi. “Aaması var işte, istemezükçüleri var işte. Bu arazilerin hepsi davalık oldu. Her biri çivi çakılamaz durumda. Zaten bu araziler bu davalar yüzünden bugüne kadar kalabildi ya! Bizim kurulda sorun oluşturacak hemen hemen hiç kimse kalmadı. Bir mimar vardı “müzmin muhalif” derdik adına da; şükürler olsun ki son kararnameyle işten atıldı da Koruma Kurulumuz ondan kurtuldu!
Yahu memleketin kalkınmaya ihtiyacı var diyoruz. O, gelecek kuşaklara borcumuz var, diyor. Tutturmuş bir Kızılderili’nin sözünü diline; “son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda...” Yahu arkadaş ben de biliyorum şehirlerin beton yığınına döndürüldüğünü; parklarını, bahçelerini yapılar kapladığında şehrin totalde ısınma ısısı sorunu oluşturduğunu... Kışın üşüteceğini, yazın fırın gibi olup pişireceğini... Ama bu gemi de lafla yürümüyor ki, arsa lazım ekonomiye... çarkın dönmesi lazım... Bak Şişli’de inşaat yapılacak arsa bulunamadığından artık okulların bahçesine inşaat kazıkları dikilir oldu! Kazık diyorum kazık! Neyse ki inşaat sahasına giren okulu kapattılar da çocukların da, öğretmenlerin de hayatları kurtuldu. Bak koruma kurulu envanterinden Elektrik Fabrikasını çıkarttık. Ama o eski Elektrik Fabrikasının Koruma Kurulunun envanterinden düşürülmesine rağmen davaya müdahil olanları bir türlü ikna edemiyoruz ki! O hava gazı fabrikasıyla, o ilk elektrik çevrim binası şehrin hafızasıymış da yok kimliğiymiş de... Neyse yine tansiyonumu yükseltecek bu “istemezükçülerin” derdi. Bak ben derim ki medyayı kullanın, nereyi kullanırsan kullanın bu davalara müdahil olanları bertaraf edin, size onlarca inşaat izni olan arsa çıkar...” dedi. Belli ki Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu “ istemezükçüler”den daha gerçekçiydi. Ama Koruma Kurulu üyelerinin -birkaç istisna üyesi haricindeki- mülayim tavrı benim müvekkilimin mahkeme heyetinin elindeki ipinin gerilimini gevşetmezdi elbette.
Tam da bu sırada aklıma geldi bu soru. Nasıl oluyor da Koruma Kurulunun pimpirikli-titiz üyeleri böyle rahatlıkla yık gitsin diyebilir olmuştu! Hemen sordum Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulundaki Mimar arkadaşa;
“Kusura bakmazsanız şu merakımı gidermek için bir sorum var size: Kültür ve Tabiat Varlıklarının yapılaşmaya açılması söz konusu olunca sizin gibi entelektüellerin karşı koyma şeklinde bir refleks göstermesi beklenir. Oysa siz ılımlı davranıyor, hatta sahaya müteahhitlerle aynı açıdan yaklaşıyorsunuz. Tarihi Elektrik Fabrikası konusundaki yaklaşımınıza hayran olmamam mümkün değil. Yaklaşımınızın ardında nasıl bir vizyon yatıyor acaba?”
Mimarın çukura kaçmış gözlerinde bir ışık yanıp söndü ve küçük siyah gözbebekleri irileşti. Kısa bir süre düşündükten sonra elini başındaki seyrelmiş saçlarının üzerinden geriye doğru götürdü ve:
“İnsan hayatının o kadar uzun olmadığını ve sürekli bir döngü içinde yaşadığını nihayetinde anlıyor insan. Yaşadığımız her gün belki de son günümüz! Dünyayı ve hayatı en güzel şekilde, en zevk alıcı haliyle yaşamak varken, yoluna taş koyan bütün engelleri kaldırmak gerektiğini bu yaşa varınca fark ediyor insan. Doğrusu bazı mimar arkadaşlar kendileri gibi düşünmediğim için yadırgıyorlar beni, hatta dışlıyorlar da.”
Bunu derken çenesindeki bir tutam sakalını okşayıp duvardaki soyut resme daldı bakışları. “Doğrusu inşaat sektörünün tıpkı aç kalmış bir panter gibi nerede bir park-bahçe görse arsa olarak görüp üzerine atlama refleksinde olmaları bence de kaygı verici boyutlarda... Deprem sonrası toplanma alanlarının dahi dev plazalara dönüştürüldüğü bir metropolde yaşamak bana da üzücü ve kaygı verici geliyor... Müteahhitlerin bu konuda daha vizyoner olması gerekli tabii... Mesela her plaza önüne birer tane erguvan ve ıhlamur dikilebilecek kadar yeşil saha ekleyebilirler!..” Sonra kolundaki altın kaplama saate bakarak acele acele konuştu:
“Ama canım, dolardaki bir puanlık yükselmeyle binlerce insanın mutfağına giren ekmeğin, tenceresinde kaynayacak yemeğin, sarf edeceği elektriğin gramajı ve miktarı değişiyor, porsiyonları küçülüyorken... Ekonominin can damarını biraz daha daraltmanın kime ne faydası var. İşte bunu düşünemiyor o “istemezükçüler”! Benim yatırımlarım döviz yelpazesi üzerinedir, kimsenin kazancında da gözüm yoktur; ama ülkenin aydınları havanda su dövmekten, lafla peynir gemisi yüzdürmekten öteye bir adım öteye geçemiyorlar. Oysa düşünün ki tarihi havagazı fabrikasının, elektrik fabrikasının zaten ekonomik ömrü tükenmiş, olsa olsa aksiyon filmlerinin seti olarak sanat dünyasına can damlatıyor. Sonra yine mülteciler, tinerciler, fareler ve tahta kurtlarına ev sahipliği yapıyor. Bu fecaat yerine yapsalar ya çok katlı bir home ofis konseptinde yüzlerce dairelik bir bina. Altını alışveriş, sağlık, spor merkezleri, sağlık merkezleri, kreş, hatta üniversitelere tahsis etseler... Işık alan bölümlerine yeşil dokular tesis edilse, peyzajcılar müthiş projeler üretiyorlar... Mesela yirmi beşinci katta uygun florasyonla bu da mümkün biliyorsunuz. Bir ölçüde oksijen üretip şehrin gürültüsünün absorvasyonu da sağlamak mümkün... Bakın mühendislik-mimarlık bilimi üretim için yeterli datayı uygulamaya sunuyor. Müteahhitlerimiz bunları bire bir ürüne dönüştürecek sermaye ve işçiliğe hakim. Neden üretimin yoluna taş koyalım. Açalım tüm yolları ilerlesin ekonomimiz. Bütün yolların Roma’ya çıktığı yeter artık biraz da İstanbul’a gelsin romantik sevdalılar... İnsan bazen bu “istemezükçülerin” iyi niyet taşıdıklarından şüphe ediyor. İnanın avukat bey bazılarını fakülte yıllarından tanımasam kararnamelerle ihraç edilmelerini bekler hale geleceğim. Ayrıntılara takılmakta son ayrıldığım karımı anımsatıyorlar bana; o kadar bezdirdiler beni yolumu kesen bu “istemezükçüler”...
Müteahhit müvekkilimin mahkeme heyeti önünde elini güçlendirebilecek anahtarı o an yakalamak üzere olduğumu hissettim. Hemen mimar arkadaşa birkaç soru daha sordum:
“Helva yapası geliyor insanın inanın. Helva için her şey var ama altına ateşi yakanı yok. Ev için her şey var ama arsası yok! Tarih bizi haklı çıkartacak mimar bey, öyle bir adım atmalıyız ki bu metropolde yaşayan herkes “Yıkın o mezbelelik Elektrik Fabrikasını. Viranelik olmuş, yolumuzun üzerinde sabah akşam korku filmi izler gibi dikilip durmasını istemiyoruz...” gibi haykırmalı işte ne bileyim, bunu sağlayabilirsek yani bu konuda bir kamuoyu oluşturursak...”
“Bunu yapmak olasılık dahilinde elbet. Hele de beşinci kolu kaldırmakla akan sular duruyor biliyorsunuz. Kardeş medyayı harekete geçirirseniz, Elektrik fabrikası önünde de birkaç de birkaç gösteri tertip edile bilinirse... Gerisini kimse tutamaz. Hele ki Elektrik Fabrikasını çevreleyen teneke mahallesine “Fabrikanın yerine yapılacak tavırslarda gençlerinin kadrolu işe alınacağı, sigortalı işyerleri açılacağı...” haberini bir yayarsanız... kendi elleri ile bir gecede Elektrik fabrikasını temellerinden söküp önünüze koyarlar! O istemezükçü mimarların arabalarını yollarından bile geçirtmezler. Basın açıklamalarını açamadan tükürüklerle kapatıverirler...”
“O virane Elektrik Fabrikası arazisi bire bin verecek yatırımlık bir saha; bin yıllık yerleşim alanı üzerine bin yıllık daha garantili bir yatırım... Bunu kotarabilirse bizim müteahhit kotarır, biz de onu kurtarmış oluruz. Hem bu saha ülkenin en iyi okullarının bulunduğu bir bölgede olduğu için de hayat dolu bir yatırım imkanı veriyor. Sınavın adı da İstanbul Borsası gibi oldu ya! İşte o liselere giriş sınavında yüzde sekizlik dilime giremeyen öğrenci velilerinden çok talep gelir eminim. Eee, ekonomi arz-talep işidir. Pazarlayamadığın malın-hizmetin üretimini yapmayacaktın arkadaş! O yayla ilindeki ölü yatırımdan sonra bu proje bizim müteahhide çok iyi gelecek.”
Mimar arkadaşla görüşmem isabet olmuştu. Mimarlık ofisinden ayrılırken içim ferahlamış ayaklarım dans edercesine gidiyordum. Yapacak çok işimiz vardı: Basınla bağlantıları kurmak, teneke mahallelileri harekete geçirmek, koruma kurulunun muhalif üyelerini yakın markaja almak, açılan davaya bakan mahkeme heyetini incelemek... gibi çoook işim vardı. Bu arada müteahhit müvekkilim de iki de bir arayıp adalarda yükselen saray yavrusu dairenin son halini anlatıyordu. Bir gün inşaat sahasına gitmek üzere sözleştik.
Güneşli ama poyrazın insanı üşüttüğü bir mart sabahında vapur iskelesinde buluştuk. Müteahhit oldukça heyecanlıydı. Öyle ki heyecanını bana da taşıdı. Bu heyecanın en masum halini yıllar önce Hukuk öğrencisiyken de Adalara piknik yapmaya giderken yaşadığım geldi aklıma... İlkbahara girerken Adalara gezmeye gider, çay bahçelerinde oturup karnımızı doyurmaya çalışırdık. Cebimizde kalan para hayli az olduğundan martılara atmak için ayırdığımız bayat ekmekleri de yerdik. Ama bunu yaparken kız arkadaşlarımıza fark ettirmemek için bayat ekmekleri havaya atıp martlarla yakalama yarışına çevirdiğimizi anımsadım. İçimden gelen bir kıpırtı ve midemde hafif bir ekşimeyle beraber anılardan kendime geri döndüm. Şimdi Adaların rengini dönüştürecek ellerimiz vardı. Müvekkillerim için çareler yaratmakta üstüme yoktu. Körün istediği bir gözdü aslında. Tıpkı üzerinde çalıştığımız kupon arazi gibi Adalar üzerinde inşaatlara başlamak da körün bir göz isterken verilen ikinci göz olmuştu. Adalar, hem doğal ve kültürel sit alanı envanterinden çıkarılmış, hem çevre bakanlığının aldığı kararla imara açılmış, hem de inşaat izni alınmıştı. Demek bizim aaama, dört gözlü olarak ilerleyecekti bundan böyle hayat yolunu. Yolculuk boyunca konuştukça konuştuk, içimiz ferahladıkça ferahladı. Ada iskelesine vardığımızda Müteahhit hem heyecanlı hem de keyfi yerindeydi. Ada’nın her yanı şantiye halinde olduğu için fiziksel bir cazibesi kalmamış adeta Alkadras Adasını ya da savaş sonrası Berlin’i andırıyordu.
Ama peyzajcılar girip çıktıktan sonra ortalığı mis gibi yaparlardı elbet. Demokrasi ve Özgürlük adına yakışır gibi yani. Alkadras Adası da bugün rekreasyon sahası yapılmamış mı zaten. Yüzbinlerce turist dolaşıyormuş o Alkadras Kuşçusu ve pek çok eskinin mahpusun ömrünü çürüten hücrelerinde... Tabii bizim projemizde içinde gazino gibi eğlence mekânlarının yaygın olması bir yana geçmişinin esaret, ölüm ve hüznü barındıran havasını dağıtacak başka yatırımlar da yerinde düşünülmüş. Hatta bir camii yapılıyor ki Selçuklu Mimarisini andıran... Ancak camiinin varlığı sabah uykusundan erken uyandırılmak kaygısını depreştirebilirdi. Sabah uykusu ki en tatlı uykudur; sabah ezanı konusunda olsun bir çaresi olamaz mı, dedim. Müteahhit gülümseyerek cevap verdi:
“Hiç çare olmaz mı bizde. Siz nasıl çareler üretiyorsanız biz de çare üretiyoruz. Ve yapılarımızın dış ve iç cephelerinde ses yalıtımı niteliği taşıyan yapı malzemeleri kullandık. Nitekim bazı daireleri Batı Avrupa ülkesi vatandaşlarına sattık... Bilirsiniz onların doğu mistisizmi hevesleri ilk birkaç günlüktür. Sonrasında bu ilgi bitiyor. Daha sonra ise gün doğmadan uyandırılmak durumunda agresifleşebiliyorlar. Hatta inanmayacaksınız ya sırf bu sebepten dairelerini batı cephelilerden tercih edenler var. Neyse ki sattığımız dairelerin paralarını peşin aldık.”
Hayatı boyunca devlete tek kuruşluk vergi ödememiş müteahhidin işleri, devletin bakanlıklarının yürütme kararları ile yolunda yürüyecek gibi görünüyordu. Demokrasi ve Özgürlüğe, nasıl Tabiat Varlığı envanterinden çıkartılıp imar izni verildiyse bizim tarihi Elektrik Fabrikası da envanterden çıkartıldığı gibi imar izni ve inşaat izinlerini aldı. Temellerin atılmasıyla temelden satışları da başladı. İlk müşterileri de İsveç ve Belçika vatandaşlarından sonra davaya bakan mahkemenin başkan ve üyeleri oldular. Doğrusu çok iyi iş çıkartmıştık. Müteahhit, mahkeme başkanı ile sonradan kanka bile oldu. Çocukları aynı liseye gittiler.
Tarihi havagazı ve elektrik fabrikalarının kentin genleri, karakteri, hafızası olduğunu söyleyenler bizim başarımıza veryansın ettiler... Fabrika önünde “istemezük” imzası toplama masaları açtılar. Koruma Kurulu kararını, Elektrik Fabrikasını tarihi sit alanı envanterinden çıkartmakla kenti korumasız bıraktığı gerekçesiyle dava ettiler; koca koca ak saçlı avukatlar adliye önünde düdük öttürdüler... Ama kervan yürüdü tabii... Koruma Kurulundaki mimar arkadaş da bu arada ihya oldu; mimarlık bürosunu büyütüp yeni yükselen plazalardan birine taşındığı gibi çok büyük projelere de imzasını attı. Ada üzerinde yükselen Demokrasi ve Özgürlük temalı işleri ile ismini de yükseltti; tabii döviz hesabını da... Kent kültürü ve dokusunu tahrip ettiğimizi söyleyip depremden tsunamiye, küresel ısınmaya kadar felaket tellallığı yapan mimar-mühendislere de ancak “batı özentilileri” diyebilirdim. Ya da amiyane tabirle “ekmekleri kalmamış yemeğe atla giderler gezmeye”...
Mimar arkadaşımın dediği bir gerçeğin üzerinde bir kez daha durmam lazım. Bir insan ömrü ancak kendine yeter, onu da en iyi şekilde geçirmelidir derim. Öyle bir devrin ozanının dediği gibi “bir insan ömrünü neye vermeli...” diye düşünecek kadar zamanımız mı var sanıyorsunuz... Kızılderili kabile şefinin sözlerine de kulak asmayıp, “Atalarımızdan miras kalmayan, çocuklarımızdan ödünç aldığımız Dünya” masallarına gülüp geçeceksin. Her konuda bir fikir beyan eden çokbilmiş bu Kızılderililer doğru söylemiş olsalardı zaten kendileri yeryüzünden silinip gitmezlerdi!
Gün batımı manzaralı lüks konutuma göz dikenlerin de gözleri çıksın. Kıskançlıklarından kah çevreci olurlar, kah çağdaş mimar mühendis! Bir de jeolog olanları var bu istemezükçülerin; ortalığa tsunami hayaletini salıverip tadımızı kaçıran... Çokbilmişler! Bu yüzden cahil halkı seviyorum, cahil halkı sevenleri daha çok seviyorum. Cahil halk, haddini hududunu bilir; mütevazı olur, söz dinler, itaat eder.
Bizim müteahhit böylelikle -amiyane tabirle- ipin ucundan kurtulmuş oldu. Öyle kanunlar kitabından delik aramak zorunda kalmadan hem de. Malumunuz örgü bilmeyenin elinde her gün sökülüp yeniden örülen yün kazak misali, kitabın sayfalarının da her gün silinip yeniden yazıldığı bir zamanda buna gerek kalmadı. Müteahhidimiz şimdi telefon direğinin üzerine konacak kuş için pusuya yatmış kedi gibi yeni arsaların avına çıktı, yeni konut projeleri peşinde dolanıyor...
(Burada bahsi geçen müteahhit, avukat ve mimar karakterleri ile olayların geçtiği mekanlar kurgu ve hayal ürünü olup anlatılan bizim hikayemizdir...)
* 5 Yıllık Kalkınma Planı uygulanmalarının önem taşıdığı 1960’lı yıllarda, Devlet Planlama Teşkilatı’nın başında Atilla KARAOSMANOĞLU (1932-2013) vardır. İstanbul’un çevresinde Kocaeli-Çatalca eksenli bir sanayileşme bölgesi yaratma planı gündemdedir ve KARAOSMANOĞLU buna şiddetle karşı koyarak uygulamanın yoğun nüfuslanmaya giden bir süreci başlatacağını anlatır. Bu nüfuslanmanın ise Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın bu bölgeden geçmesi sebebiyle bu bölgeye yerleşecek halk için toplu katliam demek olacağını belirtir. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel çok tartışılacak “Halka plan değil pilav lazım” sözleriyle bilim insanının uyarısına tahammülsüzlüğünü gösterir. Bölge hızla sanayileşmeye başlar. Gerçekten de o dönemde Prof. Dr. İhsan KETİN (1914-1995) Anadolu’nun kuzeyinde kuvvetli depremler üretebilecek büyüklükte ana fay zonunun olduğunu ortaya koymuştur ve KAF Zonu tam da sanayi bölgesi olarak belirlenen bölgenin altından geçmektedir. “Pilava kaşık çalmak” ya da başka bir amiyane tabirle ışığa toplanmak hevesiyle iktidar gücünü kullananlar için ise finans kapitalin kuralları geçerlidir. Bu iki değerli bilimcinin işaret ettiği büyük tehlikenin üstü böylece bir süreliğine örtülür. Müteahhitlere gün doğar! Bu “talancı” zihniyetin kararttığı bilimin ışığı üzerindeki nefes aldırmaz atmosferin dağılacağı günlerin özlemiyle... Bu değerli iki bilim insanımızı saygı ve minnetle anıyoruz.