Halk dilinde, “mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” diye epey yerleşmiş bir deyim vardır.
Bahara bir adım kalmışken, elde avuçta ne kalmışsa tüketen, coğrafyamıza özgü o pek ünlü karlı günlere, soğuklara dikkat çeker. Son yıllarda pek olmuyor ama, martın son günlerine denk gelen yoğun kar yağışlarını hatırlarım. Galiba en son böyle bir yağış 1987 martında olmuş, 4-14 Mart tarihleri arasında 10 gün süreyle çok yoğun bir kar fırtınası kasıp kavurmuştu İstanbul başta ülkenin genelini.
Geçtiğimiz ay, uzun süren kuraklık sonrası İstanbul için meteorologların bir bölümü yine böyle bir geçişe işaret etmişlerdi ama tahminleri tutmadı, etkisi fazla olmadı.
Mimozalar çiçeğe dönmüştü, şehirde 30 santime çıkan kar kalınlığı Adalar’da o güzelim sarı çiçekleri örtemedi bile. Güzel görüntüler oluştu.
Henüz mart başındayız. Önümüzdeki günler ne olur bilinmez.
Ama ben, bu ünlü halk deyişini, martın hemen ilk günü Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklanan “kontrollü normalleşme” adımları sonrasında yaşanabileceklere dikkat çekmek için başlığa taşıdım.
Tam birinci yılını doldurmuş olan COVİD-19 pandemisi kabusunun etkisinden kolay kurtulamayacağımız konusunda tüm uzmanlar hemfikir. Öyle bir kabus ki, elde avuçta ne varsa tüketti. Acısını en çok, bitmeyen ekonomik kriz sarmalındaki ülkemizde, ağırlıkla mevsimlik ya da sezonluk çalışan hizmet sektörü çalışanları çekti, çekiyor. Adaların ekonomisinin ağırlığını oluşturan işletmeler ve çalışanları da tümüyle bu kategoriye giriyor.
Dolayısıyla, bir an önce normalleşme adımlarının atılması, işyerlerinin açılması, çarkların dönmeye başlaması en fazla onların dileği. Bu son derece anlaşılır.
Hele bizim gibi, yaşı 65’i geçmiş, emekliliğini eline almış tuzu kurular için, bulunduğu köşeden atıp tutmak da kolay.
Hepimiz fena halde bunaldık. Bir an önce kendimizi dışarılara atmak istiyoruz. Bir kafede sere serpe oturmak, gelip geçen kalabalığı seyretmek, bir iki dost yüzü görmek. Dost-akraba ziyaretlerini saymıyorum bile.
Böylesi günlerin acısını hafifletecek tek şey dayanışma ve adalet beklentisiydi.
Bilim insanları olağanüstü bir çabayla pandemiye karşı hem tedavi edici ilaçları, hem de inanılmaz bir sürede aşı geliştirdiler.
Ama gelin görün ki, aşı birkaç şirketin tekelinde kalakaldı. Parası olanlar üzerine oturdu. “Aşı insanları bekliyor” diye böbürlenerek açıklamalarda bulunan ülke yöneticileri var, yetmiyor stoklarındaki aşıları günlük siyasi çıkarları için rüşvet olarak kullanmaktan bile çekinmiyorlar... Benzeri görüntüleri dünya devi ABD eyaletleri arasında pandeminin ilk günlerinde yaşamıştık. Kitlesel ölümlerin başladığı eyaletlere, stoklarındaki sağlık ekipman ve malzemelerini göndermeyen eyalet valileri ve bunları çok da yadırgamayan, hatta ayrımcı söylemleriyle teşvik eden bir Başkanı.
Harvard Tıp Fakültesi öğretim görevlilerinden Emrah Altındiş, geldiğimiz noktayı çok güzel özetliyor. “İnsanlık ahlaki olarak kapitalizme yenildi... Pfizer, Moderna ve diğer şirketlerin yarattığı bu ahlaki çöküntüyü sağlayan patent sistemini hem DSÖ, hem Dünya Ticaret Örgütü içinde eleştirip, değiştirmeye çalışanlar olsa da gücümüz yetmiyor. 18 Şubat itibari ile 130 ülkede tek doz aşı yapılamadı!.. İdeal şartlarda aşıların üretim hakkı/bilgileri paylaşılmalı, bir üretim seferberliği ile tüm dünyaya yetecek kadar aşı üretilip, dağıtılıp, uygulanmalıydı. İnsanlık ahlaki olarak kapitalizme yenildi. DSÖ'nün ve diğer kurumların çağrıları duyulmadı..."
Durum global ölçekte böyle.
Ülkemizde olan biteni anlatmaya gerek bile yok.
Adaletsizlik, “yeni reform” sosuyla yeniden tedavüle sokulacağı kulvarları arıyor. Sosyal devlet, dayanışma ise hakgetire.
Demem o ki, elde avuçta ne varsa tükettiğimiz bugünler, tedbirsizliğimizle yeni dalgalara yol açmasın.
Bu dönemin kahramanları sağlık çalışanları, sabırlarının sınırında çünkü.