Perşembe, 04 Mart 2021 06:15

Büyükadaya gidelim

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)
Büyükadaya gidelim Tan gazetesi, 28 Temmuz 1935, sf. 11

İstanbulu tarih coğrafya kitaplarında değil de “Piyerloti”nin gül rengi gözlükleri arasından görüp seven bir Fransız arkadaşla Büyükadaya gidiyoruz. Ona Paris’te ben adalardan uzunuzadıya bahsetmiş, adaları acem minyatürlerinden çalınmış bahçeler, gökler ve gözleri ceylan gözlerinden hiç te aşağı kalmayan sempatik eşeklerle süslemiştim, adaları gökten Marmaraya damlayan iri birkaç zümrüt damlasına benzetmiştim.

Bedri Rahmi

Ve arkadaşım birkaç muharrir ve ressamın yardımı ile bu iri zümrüt damlalarını (Engr 1)in biraz fazla şişman ve gözleri kuvvetli bir içki kadar insanı sarhoş eden kadınlariyle iskan etmişti. Nihayet bu rüyalar beldesine beraber gidiyorduk. Ve hatırı sayılır bir sıkıntı da cepleri kurşun dolu bir adamın sıkıntısız halinde içime asılıyordu. Bu ağırlık iki şeyden geliyordu. Evvela: Adaları ona lüzumundan fazla methetmiştim. Bilhassa Büyükadayı ela gözlü eşeklerinin eğerlerine varana kadar ballandıra ballandıra anlatmıştım. Şimdi misafirine önce evini, evinin bahçesindeki ağaçları metheden ev sahibinin onun kendisine çok aziz olan şeylere lakayt kalacağından korkacağı korku ile korkuyordum, kendi kendime adanın en basit bir planını yapıyordum: Çamlar + beyaz evler + ceylan gözlü eşekler = Ada.

Halbuki Fransız arkadaşım kendisine Piyerlotinin vaadettiği şeyleri İstanbulda bulamayınca bir hayli üzülmüş ve iştahını adalara saklamıştı, içimi sıkan ikinci şey de Büyükadaya ikide bir “Prinkipo” demek ve işitmek mecburiyeti idi... Biz onları Parisinin kuyruğuna ufacık bir S takıp Paris diyorduk, Büyükadaya Prinkipo diyorlardı. Bu ismin nereden gelip Büyükadaya musallat olduğunu bilmiyor ve bu kelimeye fena halde sinirleniyordum... Nihayet vapur kalktı! Bereket versin günlerden İstanbulun en güzel günü ve saat güzel bir sabahın yedisiydi, yani İstanbul şehri uyanalı çok olmamıştı. Sarayburnunun üstünde rüya artıkları, ve önde renk renk, çeşit çeşit bir baca kolleksiyonu vardı.

Karadenizden Marmaranın cılız, renksiz damarlarına dökülen dinç bir su vapurumuz altında olgun bir karpuz gibi kütürdeyerek yarılıyordu.

Vapur Haydarpaşaya uğradı, Fransız arkadaşım, bu büyük binanın ne işe yaradığını sordu:

- Ankaraya buradan gidilir, dedim.

Ve onun bütün kuvvetiyle adaların üzerine abanan dikkatini bir başka tarafa çekmek için bu sefer ona Ankarayı methetmeye başlamıştım.

- Tasavvur et! diyordum; yepyeni bir şehir. Yirminci asrın bütün nimetlerinden istifa eden bir mimari:

Arkadaşım dikkati bala yapışan sinek gibi adalara saplanıp kalmıştı. Bir aralık benim kendisini başka bir diyara götürmeğe çalıştığımı görünce gülerek:

- Sen, dedi; saatlerce aradığı bir parçayı bulup gramafona koyduktan sonra, onu dinleyeceği yerde bir başka plak aramaya başlayan dalgın adamlara benziyorsun? Adalara gidiyoruz, ceylan gözlü dilberler görmeğe gidiyoruz.

- Plak hikayesinde haklısın. Belki Behzadın bahçelerini de bulacağız. Fakat, ceylan gözlü dilberlere gelince!.. Ben sana eşeklerden bahsetmiştim. Ve onları bulacağımızı garanti ediyordum.

Derken göründü Talasın bağları! Adalar geçit resmine başladılar. Vapur doğrudan doğruya Büyükadaya gittiği için arkadaşım merakını onlar üzerinde tamamiyle harcamamış ve kulağının ucundan ayak parmaklarına kadar tecessüs kesilerek Büyükadaya düşmüştü.

Arkadaşımın ilk inkisarı hayali iskelede oldu. İskele boyunca onun başının içinde yerleşen dilberlerin yarısı boyunda ve kaşları Jakondun kaşları kadar yok olan ufak tefek midinet satıcı kızlar kırıtarak dolaşıyorlardı... İskeleden çıkar çıkmaz da minyatür bahçeleri yerine önüne muazzam bir asfalt yol çıkmıştı. Köşedeki gazinolarda gözleri hiç te ceylan güzüne benzemeyen dilberler vardı. İlerledik. Ve sakız kadar beyaz villaların önünde arkadaşım:

- Dostum diyordu. Biz yanlışlıkla Nise gelmişiz!

- Yoo dedim. Nisten bir parça daha güzel bi yere geldik. Fakat kabahat bende. Ben sana adayı bu kadar methetmemeliydim. Ne tuhaf, insanlar ekseriya bir başkasının fazla methettiği şeyi sevemez oluyorlar. Adanın güzelliğini keşfetmek zevkini sana bırakmalıydım. Seni bir gün habersizce adaya getirsem, sen onu çok garip dekorlar ve mahluklarla süslemeye vakit bulamayacak, olduğu gibi kabul edecektin.

Arkadaşım boynunu büktü: “İstanbul minarelerinde ezan okuyan mavi sakallı müezzinlerin de yerinde yeller estiğini görünce, o boynunu gene böyle bükmüştü. Fakat köşe başından çılgın kahkahalar atarak, dört nala bize doğru gelen eşekli bir kafile görününce, arkadaşımın yüzü güldü ve içini çekerek:

- Neyse! dedi. İşte Nise benzemeyen bir köşe!

Ufak zillerin yaygarası, eşek süvarilerinin asfalta dökecek kadar sarkan, ütüsü bozulmuş pantolonları, iriyarı bir bayanın çorabı ile fazla yukarı sıyrılan etekleri arasında kalan bir parça, ömründe hiç eşek görmediğini zannettiğim arkadaşımın müthiş hoşuna gitmişti. Biz de derhal iki eşek kiraladık. Eşeklerden bir tanesi beyazdı. Eğer takımı kırmızı. Gemi ve bütün kayışları işlemeli idi. Kara gözlerinden sonsuz bir tevekkül akan kırmızı eğerli beyaz eşeği Fransız arkadaşıma takdim ettim. Beyaz eşeği boynundan öptü. Ve yola koyulduk. Deniz, adım başı yolumuzun önüne çıkıyor ve masmavi bir Kütahya çinisi gibi çamların arasında parçalanıp dökülüyordu. Beyaz eşeğin kırmızı eğerinden ve bu kuvvetli mavi yeşil armonisinden sarhoş olan arkadaşım bir aralık çamlara ve denize bakarak:

- Şimdi Türk çinilerindeki mavi ve yeşilin hikmetini anlıyorum.

Ve karşı sırtlardan birinde kaybolan renkli bir eşek kafilesini göstererek:

- Evlerine “Mimoza” veya otellerine “İsplandit” adını takanlar ne kadar uğraşırsa uğraşsın adanın çamları bu kadar yeşil, denizi bu kadar mavi ve eşekleri bu kadar cana yakın oldukça her zaman bir acem minyatürü kadar güzel kalacak, diyordu.

Eşekler, daha doğrusu eşekçiler, bizi “Dil”e götürmüşlerdi. Önümüzde azgın bir ressam paleti kadar renkli bir plaj yıkanıyordu, plaja müthiş bir rağbet vardı. Plajın üstündeki kahvelerden birine oturduk. Heybeliada karşımızda, kenarından bir parça kesilmiş bir kavun gibi yüzüyordu. Yanımızdaki masalar yavaş yavaş dolmağa başlamıştı. Etrafımızda hemen herkesin Fransızca konuştuğunu gören arkadaşım hayretle:

- Ne tuhaf dedi; İstanbulda Fransızca konuşulmayan bir yer yok mudur?

- Olmaz olur mu, dedim.. Beyoğlu’nun birçok taraflarında yalnız Rumca konuşurlar, Ortaköyde, Hasköyde oturanlar İspanyolca konuşurlar.

- Eee... Türkçe nerelerde konuşulur?

- Şehzadebaşı, Fatih, Edirnekapı civarında...

Bedri Rahmi

Arkadaşım kendisini bir gün o civarlara götürmemi rica ederken iki adım ötede burnundan konuşan bir gramofon “Karyoka”yı kıvırmağa başlamıştı. Masa komşularımız bu ilahi musiki ile coşmuş ve bütün azalariyle burnundan şarkı söyliyen gramafona yardıma girişiyorlardı. Komşularımızdan çocuklu çoluklu bir aile muhteşem bir sofra hazırlamağa başladılar. Ve bir parça sonra kocaman bir rakı şişesi masanın ortasında yer aldı ve rüzgarın bin bir müşkilatla denizden koparıp bize kadar getirdiği yemyeşil bir yosun kokusunu bu koca şişe sırtlayıp götürmüştü. Arkadaşım bu garip kokulu içki hakkında izahat istedi.

- Bu içki, dedim, Fransada şarap ne kadar içilirse, bizde o kadar harcanır. Bizim dinimiz kurulurken şarap icat edilmişti. Ve peygamberimiz şarabı menetti. Fakat rakı ondan çok sonra icat edildiği için yakayı kurtarmıştı.

- Şaraptan ne farkı vardır?

- Şarap içen adam güzel konuşur. Rakı içen adam da evvela güzel konuşur. Fakat ikinci kadehte şarkı söylemeğe başlar ve üçüncü kadehte üstünü başını kirletir.

İzahatım arkadaşımı tatmin etmemişti. Ufak bir şişe rakı ısmarladık. Arkadaşım rakıyı evvela bir parça kuvvetli, sonra harikulade buldu, birkaç kadeh rakıdan sonra çamları daha yeşil, denizi daha mavi ve “Karyoka”yı daha kıvrak bulmağa başlarken kahveden çıktık.

Süt kadar beyaz bir akşam adayı, çirkin isimli villalarını bir kat daha güzelleştirirken adadan ayrıldık. Arkadaşım bir parça sarhoş olmuştu. Berrak, durgun bir akşam onun sarhoşluğuna birkaç kadeh daha ilave ediyor ve arkadaşım bana Beaudelaire’den yüksek sesle mısralar söylüyordu. Bir aralık vapurun ön taraflarından ikimizin çok sevdiğimiz bir melodi yükseldi. “Macar rapsodisi”ni çalıyorlardı. Gramafonunu cıgara tabakası gibi yanında taşıyan bir meraklı bu güzel parça ile akşamı bütün vapur yolcularına daha lezzetle tattırıyordu.

Vapur bütün adalara uğradı. Ve hepsinden günlerinin son damlasına kadar kana kana içip tüketen, ve gözlerinden tatmin edilmiş insanların yorgun saadeti taşan insan kümeleri aldı.

Fransız arkadaşım çoktan pembe gözlüklerini takmış, ortalığı gül, gülistan görüyordu. Bir aralık gözleri vapurun bacalarından büyük bir iştah ile buram buram çıkan ve akşamın beyazlığını açmadan bulandıran dumanlara takıldı ve bir müddet dalgın dumanlara bakakaldı. Ona ne düşündüğünü sordum:

- Senin bana anlattığın ve benim de ilavelerle süslediğim adalara her halde bacasından bu kadar bol ve küstah bir duman salıveren vapurlarla gidilmediğini düşünüyorum. Suya daha çok değen, suyu daha çok tadan, bir balık kadar rahat yüzen sandallar düşünüyorum.

Ben ona su kokan sandalları ve muhayyilesinin alamayacağı daha birçok güzellikleri görebilmesi için İstanbula biraz geç geldiğini söylüyor ve ona “Lale devri”ni anlatıyordum...

 

Son değişiklik Cuma, 05 Mart 2021 13:49
Yorum yapmak için oturum açın