İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan saat 13.20 uçağı ile Milano, Bergamo havaalanına iniyoruz. Havaalanı otobüsü ile Central Station’a transfer oluyor; tren biletlerimizi alarak 2 saat yolculukla Genova, oradan da aktarma ve 40 dakikalık yolculuk sonrası 3 gece kalacağımız Santa Margherita Liguere’deki otel Jolanda’ya yerleşiyoruz. Kısa bir dinlenme ardından İtalya’nın Liguere bölgesindeki bu sevimli sahil kasabasının içinde küçük bir tur atarak yemek yiyecek bir lokanta keşfediyoruz. Turumuz sırasında buranın tarihi binaları, karakteristik evleri, limanı ve marka dükkânları ile güzel ve turistik bir kasaba olduğunu keşfediyoruz. El yapımı taze makarnaların vitrinleri süslediği gerçek bir İtalyan burası.
2. gün istasyonun yanından kalkan otobüse binip Portofino’ya gidiyoruz. Aslında, Santa Margaritha’dan yürüme yolu da var ama biz otobüsü tercih edip birkaç durak önce iniyor ve denize kayalar üzerinden bakan yürüme yolundan şahane mavi renkli Akdeniz’i, mini mini koyları, kayalar üzerindeki malikâneleri, suyla bütünleşmiş çam ağaçlarını seyrederek ilerliyoruz. Hava çok güzel, güneş denizde yansıyarak pırıltılı ışıklar saçıyor, kediler gibi güneşleniyoruz. Harika fotoğraflar çekiyoruz. Yanımızdan bisikletliler geçiyor. Şarkılara konu olmuş romantik ve minik limanı ile Piazza Martiri dell’olivetta koyu, Portofino’nun tam kalbinde bulunuyor. Yeşil panjurlu, somon ve portakal renkli boyalı tipik balıkçı evleri ile çevreleniyor. Restoranlar, kafeler, turistik eşya dükkânları ve dondurmacılar var. Dar sokaklardan geçerek çevreyi keşfediyoruz. Deniz kenarında bir restoranı gözümüze kestirip oturuyor, Chianti eşliğinde İtalyan yemekleri yiyoruz. Sonra tepelere tırmanıyoruz. Dar sokaklarda minicik kamyonetlerle yük taşınması, hem meşakkatli, hem de ilginç manzaralar oluşturuyor. Tepede, terasında mor salkımlardan çardaklar bulunan Splendid otelinden koyun şahane manzarasına kuşbakışı bakıp, fotoğraflıyoruz. Akşamüstü geri dönüyor, otobüs ile diğer bir sahil kasabası olan Rapallo’ya gidiyoruz. Kasabanın gözde bir pizzacısında yemek yiyoruz. Gece otobüsü ve treni kaçırıp taksi ile geri dönüyoruz.
3. gün trene biniyoruz, önce Genova’ya gidip oradan Cinqueterre trenine biniyoruz. Adı üstünde, kendi küçük, ünü büyük, beş balıkçı köyünü gezeceğiz. İlk durağımız olan Monteresso’da fazla kalmayıp, trenimize tekrar binerek, son durak olan Riamaggiore’da iniyoruz. Burada, Via der Amore, yani âşıklar yolu başlıyor. Bu yol, yalçın kayalıkların kenarından turkuaz mavisi Akdeniz’e bakıyor. Dar ama nefes kesen manzarası ile büyüleyici ve her ülkeden insanı kendine çekiyor. İtalyanlar, daracık sokakları denize açılan, somon, oranj, kiremit kırmızısı evleri, bahçelerinde limon ağaçları ve birbirine bağlanan trekking yolları ile bu minik ve şirin balıkçı köylerini romantik birer turizm cenneti haline getirmişler. Bizler, geçen kışın oluşturduğu toprak kayması onarımı dolayısı ile bu yolu, yürüyerek değil ama köyler arasında trene binip, inerek dolaşıyoruz. Ellerinde yürüyüş çubukları ve spor giysileri ile dünyanın çeşitli ülkelerinde gelen insanlar buraları şenlendirmiş. Yemeklere gelince Pesto soslu (yörede bolca yetişen taze fesleğenden yapılan sos) ile el yapımı makarnası favorimiz oluyor, pizzalar ve balıklar da güzeldi; dalgalı veya durgun Akdeniz ve yosun kokusu ve renk renk balıkçı kayıkları, yalçın tepelerde oluşturulmuş taraçalarda yer alan üzüm bağları. Buralar öyle güzel ki... Sıra ile Manarola, (burada tepedeki manastıra çıkıp, limon ağaçlı bahçeleri olan karakteristik evleri ve Akdeniz’i seyrediyoruz). Corniglia’da, yemek yemeden önce yüzlerce basamak merdiven tırmanıyor, yemeği gerçekten hak ediyoruz. Venezza’da küçük dükkânlardan limon kokulu sabunlar alıyoruz. Minik koy, evlerin pencerelerinden sarkan çamaşırlar, kıyıdaki mimarisi güzel kilise, hava yine pırıl pırıl, güneş parlamakta, mart ayının en güneşli ve güzel günü sanırım, hele kayaların üzerindeki minik kafe, ne romantik yer burası. Diyoruz ve son durak Monteresso, yani Cinqterre’nin ilk köyü... Geniş bir kumsalı var, oturup bir şeyler içiyoruz. Burası diğerlerine nazaran oldukça büyük, pek çok sayfiye evi, kıyıda kayalara oyulmuş enteresan bir heykel var. Eski kısımda, kafeler, barlar ve hediyelik dükkânlar bulunuyor. Hava kararmaya yüz tutarken, ılık bir serinlikte bir bir ışıklar yanıyor. Akdeniz koyu lacivert bir renge bürünüyor. Geldiğimiz yollardan geriye dönüp, Santa Margaritha’daki son akşamımızı da ilk akşam yediğimiz lokantada sonlandırıyoruz.
4. gün Santa Margaritha’dan ayrılıp önce trenle Genova’ya gidiyor şehrin önemli yerlerini turluyoruz. Türkçe okunuşu ile Cenova, günümüzde İtalya’nın Ligurya bölgesinde kendi ismini taşıyan Genova ilinin merkezi ve Ligurya bölgesinin başkentidir. İstanbul’a gelip Galata bölgesine yerleşen Ceneviz’lilerin başkenti ve Kristof Kolomb’un doğduğu önemli bir liman şehridir. Genova “Porta Soprana” şehir kapısını, Porta Soprana kulelerini, Piazza di Ferrari”yi, Cenova San Lorenzo Katedralini, Kristof Kolomb Anıtı’nı görüyor, limanda Karaip Korsanları filminde kullanılan orjinal korsan gemisini görüp tren ile yolumuza devam edip Milano Central Station’a (Milano tren garı, tarihi ve gerçekten görülmeye değer) varıp Hotel Windsor Milano’ya yerleşiyoruz. Araba kiralayarak gezimize devam etmek istiyoruz. Moda’nın başşehrinde, şehrin merkezinde, dünyanın en büyük Gotik tarzdaki katedrali olan Duomo di Milano, dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden biri olan Galleria Vittorio Emanuele II ve dünyanın en büyük tiyatro binalarından La Scala bulunur. Scala tiyatrosu önünde Leonardo da Vinci’nin heykeli ile hatıra fotoğrafı çektiriyor, şık marka mağazalara bir göz atıyoruz. Duomo ve Vittorio Emmanuel’i geziyor, akşamüstü bir kafede Tiramissu ve Kapuçino ile soluklanıyoruz, Akşam yemeği Milano usulü safranlı risotto ve chianti; sonrasında otele dönüş.
5. gün kiralık arabamız ile Como’ya doğru yol alıyoruz. Como, Como Gölü kıyısında romantik bir kasaba, marinasında yüzlerce yat, onlarca iskele ve tekneler, göle bakan yamaçlarda harika evler, köşkler, malikâneler, arabamız ile manzarayı seyrederek, gölün çevresinde ilerliyoruz. Buralar gerçekten keyifle yaşanılacak yerler, manzaralar, bahçeler, güzel evler, minik kasabacıklar, şık, sevimli, son moda... Bellagio adındaki kasaba gerçek bir İtalyan, kıyıdaki kafelerde İtalyan tarzı yemek yiyebilir, karşıda görünen Alp dağlarını seyrederek keyif yapabilirsiniz. Dar sokaklarda son moda İtalyan tarzı giysiler satan mağazalar, galeriler, hediyelikçiler var. Buralar oldukça pahalı, havalı sofistike. Bizler turist olmanın dayanılmaz hafifliği ile vitrinlere ve dudak uçuklatan fiyatlara tepeden bakıyoruz. Tabi hiçbir şey almıyoruz. İskeleden kalkan feribot ile bir başka harika kasaba Menagio’ya geçiyor, burayı da geziyoruz. Lavanta satıcısının, yüzlerce lavanta çiçeği ile süslü arabasının önünde fotoğraf çektiriyoruz. Sınırdan İsviçre’ye geçiyor, Lugano’da, yüksek dağların çevrelediği kocaman gölde, keyifle yüzen kuğulara hayran kalıyor, vaktimiz yettiğince kenti dolaşıyor, akşam yemeğinde yediğimiz kuşkonmazlı ve somonlu pizzanın lezzetini İtalya’dakiler ile karşılaştırıyoruz.
Akşam oluyor. Otobandan Milano’ya dönüyoruz.
6. gün sabah havaalanına gidip arabamızı teslim ediyor ve ülkemize geri dönüyoruz...