Pazartesi, 02 Ekim 2017 17:00

Vah Büyükada!

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Birkaç yıl önce “Vah Kınalı” adını verdiğim bir oyun yazıp sahnelemiştim. Pek tutan “Kınalı Ah Kınalı” oyunundan hemen sonra... İlki “Ah sen nasıl da vazgeçilmezsin böyle” anlamı içeriyordu, ikincisi de “Sana ne olmuş böyle” anlamındaydı. Şimdilerde sahnemiz olsaydı (ne yazık ki artık yok) bir de “Vah Büyükada” adlı bir oyun attırıverirdim. Büyükadalılar nedenini anladılar. Gerçi son yıllarda Burgaz hariç tüm adalar acınacak haldeler ama benim en son şok edici deneyimim Büyükada’yla ilgili.

Biliyorsunuz ben bir süredir artık adalı değilim. Bu yaz birkaç kez Kınalı ve Burgaz ziyaretim oldu iki kez de Büyükada. İlki yeni kitabın imza günü içindi ve Aram abi ile o malum yeni çıkan komik araçlardan biriyle ayağımız yere değmeden ve etrafı fazla inceleyemeden Prinkipo’ya vasıl olduk. Ve de akşamdı, yani çılgın kalabalık biraz dağılmıştı. İkincisi ise ta Aya Nikola mevkiine yakın Nazım Hikmet Yaz Kampı gençleriyle bir söyleşi içindi ve de gündüzün en civcivli saatiydi. Daveti alınca mutlu olmuştum, gençlerle bir arada olmayı hep severim. Pek de keyifli geçti. Mekân güzeldi, çocuklar güzeldi, sohbet güzeldi. Hatta o kadar hoşuma gitti ki “Bana burada rehber öğretmenlik falan gibi bir iş versenize” deyip durdum boyuna.

Bu yazının “Vah Büyükada”lık konusu gidiş ve dönüş macerası. Ben yeri bilmediğim için sevgili Halim Bulutoğlu beni karşılayıp götürdü. Yol uzak, faytona bineceğiz tabii. Amanın! O da ne öyle? İskeleden başlayan, dörderli beşerli bir kuyruk! Böyle bir sıra kuyruğuna Paris’te Eiffel kulesinin dibinde denk gelmiştim de “Aman tepesine çıkmasam da olur” deyip anında vazgeçmiştim. Allah’tan adalılar için ayrı bir sıra yapmışlar. Oraya yönelince rahatladım. Ama gel gör ki arabacılar birer korsan, birer kabadayı, burunları Kaf dağında. Adam “Nereye?” diye soruyor, beğenmeyince “Gitmem ben oraya” diyor. Resmen. Niye? Çünkü uzun yolda vakit kaybetmek istemiyor. Çabucak gidip dönecek, diğer sıraya girecek ve de yeni öğrendiği üç beş Arapça kelimeyle kendilerini artık hepten velinimetimiz sanan turistleri kazıklayacak. Ki etrafta bir tek Türkçe cümle bile duyulmuyor. Halimcim kibardır, fışkırmıyor, alçak sesle söyleniyor, ben “Yuh ulan, yuh” diye çemkiriyorum. Derken bir hanım da bizim gideceğimiz yere yakın bir yere gitmek istiyor. Adam “Bu hanımı da alayım mı?” diyor. “Al” diyoruz, ne fark eder? Yolumuz bir. Sohbet ede ede yola çıkıyoruz.

Hanım, Müze’ye yakın bir yerde iniyor ve ödenecek paranın yarısını uzatıyor. Arabacının tavrını görmeliydiniz, bir dövmesi eksik. “Bu ne be?” diyor. Hanım da “Eh yarısını da onlar verecek” diyor. Mantıklı değil mi? Ama yok öyleee, her iki müşteriden de aynı parayı alacak, yani fiyatın iki misli. Haklı. Yoksa ne işi var taa oralarda? Ben kalan yol boyunca “Yahu bir de bunların haklarını savunan yazılar yazmışım ben” diye söyleniyorum. Neyse, yerimize vardık. Cennet gibi mekânı ve pırıl pırıl gençleri görünce sinirlerim yatışıyor. Keyifli sohbetimizi yapıyoruz, çaylarımızı kahvelerimizi içiyoruz. Hatta sonra yemek de yiyoruz. Eee? Dönüş vakti gelip çatıyor. Bu kez işimizin daha kolay olacağını umuyorum, nasıl olsa geçen tüm arabalar mecburen iskeleye gidecek, elbet biri beni alır. Ha haa... Gülün, gülün. Almıyorlar. Bomboş gidiyorlar, almıyorlar. Kime sorsan “Müşteriye gidiyorum” diyor. Bu arada biz azar azar yürüyoruz, zira güneşin altında durup beklemek zor. Böylece Müze’ye kadar geldik. Eh gelmişken bir içeri girdim tabii. Sevgili Çetin bize kahve yaptı ben de pek etkileyici olan “Sürgün Kayıkları”na bir göz attım. Biz otururken Çetincim yoldan geçen arabaları durdurmaya çalışıyordu bir yandan. Ama ne gezeeer... Dönüp bakmıyorlar bile, bir ara dedim ki “Acaba kara bir çarşafa mı bürünsem? Belki beni makbul turist sanırlar da dururlar.

bercuhi 2 280x

Vapur saati yaklaştıkça sinirim hafiften paniğe çaldı. O sıcakta o kadar yolu yürümem mümkün değil. Halim dedi ki “Bercuhi, başka çare yok, şuna biner misin?” “Şu” dediği üç tekerlekli bir alışveriş bisikleti... Yani arkada oturacak yer yok, büyükçe bir sepet var. “Valla” dedim “el arabasına bile binerim bu durumda” ne diyeyim? Kader utansın. Halim müzeyi bekledi Çetin beni götürdü. Ay yazınca hop diye oluverdi gibi geliyor. O şeye binip inmek pek kolay değil, zaten içinde oturmak da kolay değil. İnsan için değil ki eşya için. Oturmuyorsun, tünüyorsun. Yol boyunca gelenden geçenden yüzümü gizledim, iskeleye varmadan, arka sokakta da indim.

Bindiğimde Halim’e bir fotoğrafımı çekmesini rica etmiştim çünkü birine anlatsam inanmaz, zaten tarif etmek de zor. O kadar yüzümü falan gizledim gerçi ama yine de sevdiğim Adalı Dergisi okurlarıyla pek paylaşasım geldi. Eğer Semracım ondan net bir görüntü alabilmişse göreceksiniz hiç aklımdan çıkmayan o halimi, yoksa artık tarifimle yetineceksiniz. Son söz olarak tekrarlıyorum “Ey arabacılar! Haram olsun sizin haklarınız için o çadır ahırlarda, at pisliği dağları arasında, sidik kokularından genzim yanarak geçirdiğim o gün ve yazdığım tüm yazılar. Ve de “Vah Büyükada”. Eski halinden eser kalmamış bu şehr-i İstanbul’un sağlam kalan tek yeri olan akciğerlerine de kanser bulaştıranlar utanır mı acaba?

 

 

Son değişiklik Pazartesi, 02 Ekim 2017 22:48
Yorum yapmak için oturum açın