“Yüz”ün insan duygularını ifade eden yer olması nedeniyle kimlik tanımlama açısından ne kadar önemli olduğu araştırıldı. Yüzde duyguları açık edecek olan organlar vardır. Bu organların ne anlattıklarını anlama isteği insanın kendi yüzüne yaptığı yolculuğun başlangıcını oluşturmaktadır. Bu yolculuk insanın kendi iç dünyasına yaptığı bir yolculuktur. Platon’a göre portre ölümlü bedeni yöneten ölümsüz bir ruhtur. Ruhun işlevleri de başın ön kısmına yerleştirilmiştir. Bu özelliğinden dolayı da başın arka kısmına göre ön kısmı daha asildir. Cicero’ya göre de duygu organları başımıza sanki kaleye yerleştirilmiş gibi düzenlenmişlerdir. Yüzün önemi algıların kavşağında olmasından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı tıp alanında da bazı hastalıklar üzerinden yapılan araştırmalar vardır. Bunlardan, Prosopagnasia hastası olanların yüzdeki uzuvları bir araya getiremedikleri ve dolayısıyla da anlamlandıramadıkları görülmüştür. Yüzdeki uzuvları tanıyamadıkları içinde kendilerini anlamlandıramadıkları ve sosyalleşemedikleri belirtilmiştir. Diğer bir hastalık olan Capgras sendromu hastalığında ise hastalar yüzlerin değiştirildiklerine inanırlar ve yakınlarını tanıyamadıkları görülmüştür.
Yapılan başka bir deneysel çalışmada da sırtından fotoğrafı çekilen deneklerin kendilerini tanıyamadıkları görülmüştür. Yüzün kimlik tanımak için ne kadar önemli bir yer olduğunun anlaşılması üzerine yapılmış bir çalışmadır.
Aristoteles, prosopon (kendinin başkasının bakışına sunan) düşüncesiyle insanın sesini yüzünden çıkaran bir çehresi olan tek hayvan olduğunu söylemiştir.
İnsanın, kendini ilk gördüğü durgun sulardan bugünkü aynalara olan yolculuğunda kendini nasıl keşfettiği araştırıldı. Kendi yüzüne erişen insana, onu imgeler içerisinden ilk portre olan Toumai ve Cherubism hastası olan Vicky Lucas’ın dünyasından bakıldı.
Yüzüne erişen ve onu tanıyan insan kendine ait bir kimlik oluşturmaya başlar ve bir süre sonra bu kimlik onun benliğini oluşturur. Bazen hastalık derecesine ulaşan benlik kişinin varlığının ispatlayan bir olguya dönüşür. Yüzüne ulaşan insanın benlik oluşturması incelendi. (Abstract)
Yüz Nedir?
“Ruhun işlevleri başın ön kısmında bulunur.”
İnsan ruhunu duygu ve yapısını en iyi ifade eden yer başının ön kısmıdır. Çünkü insana ayna olabilecek organlar burada bulunur. İnsanlar onlardan çıkarımlar yapıp kendilerini anlamaya çalışırlar. Bu bir anlamda insanın kendi labirentin de kendini bulmak için yaptığı yolculuktur.
“Yüz kendini arayıştır, kendine yapılan bir yolculuktur. Bu yolculuk labirentteki bir yolculuğa benzer. Bu, kendini merkeze alan bir yolculuktur... Kendimize yaptığımız bu yolculukta, yüz imgemizi tanınır kılmaya çalışırız. Burada imgenin tanınır bulunması söz konusudur. Yüz, uzuvların toplamından mı ibarettir? Yüz, herkeste başkadır ancak bütün bu birbirinden farklı ve değişken yüzlerin ardında, zihnin derinliklerinde bir yerlerde bir yüz var mıdır? Maskenin ardında bir yüz var mı? Gerçekten nedir yüzün gerisinde olan (Kocabıyık, 2014: 17)?”
Yüzle ilgili sorduğumuz bu sorulara Platon ( MÖ 427-347 ) “Portre, ölümlü bedeni yöneten ölümsüz ruhtur. Ruhun işlevlerini yerine getiren duyu organları ise tanrılarca başın ön tarafına yerleştirilmiştir.” şeklinde cevap verir. Bunun da bir nedeni vardır: Platon’a göre tanrılar bizi yaratırken ön tarafımızın arka tarafımızdan daha asil ve emretmeye daha yetenekli olmasına karar vermişlerdi. Bu nedenle duyu organlarımızın toplandığı yüzümüzün yönü ile yürümemizin yönü aynıdır. (Platon, 2015: 45)
Yüzümüzün yer aldığı baş, bedenimizin en tepesindedir. Beş duyu organımız yüzümüzde toplanmıştır. Cicero ise (MÖ 106-43) “Duyu organları sanki bir kaleye yerleştirilir gibi yerleştirilmiştir başımıza.” der. Bir de yüzün gerisini düşünelim: Beynimiz yüzümüzün ardında yer alır ve bütün bedenimiz bu merkezden yönetilir. Gözle, burunla, kulakla, deriyle edinilen algılar beyinde depolanır, anlamlandırılır ve işleme konulur. Özetle yüzümüzün bedendeki konumu son derece önemlidir, yüzümüz adeta algılarla anlamların kavşağında durmaktadır.
Yüz tanıma sosyal hayatımızın merkezinde yer alır. İnsan olmak, başkalarıyla birlikte yaşamak ve onlarla ilişkiler kurmak anlamına gelir. Normalde bir yüz gördüğümüzde yüz tanıma alanları limbik sisteme bilgi gönderir; limbik sistem de belirli yüzlere karşı uygun duygusal tepkiler (sevgi, öfke, kayıtsızlık, hayal kırıklığı vs.) üretilmesine yardımcı olur.
Yüzümüz hakikatimizdir. İnsanlar için yüzünü yitirmek yok olmaktır. İnsanlar varoluşunu yüzleriyle oluştururlar. Birçok gelenekte ruhun yerinin kalp değil, baş olduğunu hatırlayacak olursak, maddeyi simgeleyen bedene karşılık, yüzün ruhu simgelediğini söyleyebiliriz. Bedenler maddesel yapıyı simgeler. Yüzler ise ruhu temsil eder. İnsanı kendi evreni yapan yüzüdür. Yüz benliktir. Hiç kimse olmak istiyorsanız yüzünüzden vazgeçeceksinizdir. Bu “tıpkı ölülerin Hades’te ki ruhları gibidir; adları yoktur, “yüzleri” yoktur onların. Dünyada birer bireyken Hades’te adlarını ve yüzlerini yitirmiş, tek tip varlıklar güruhuna katılmışlardır,” açıklamasıyla anlatılır. (Kocabıyık, 2014: 12)
“Nörolog R. M.Bauer yüz tanımanın, yüz teşhis etme ve duygusal tepki üretme güzergâhında gerçekleştiğini öne sürmüştür. Ona göre, Prosopagnosia hastalarında yüzü teşhis etme bölgesi hasar görmüştür” (Kocabıyık, 2014: 18).
İnsanın yüzüne verdiği değeri Antropolog ve Sosyolog David Le Breton, insanın kendisini yaralamasını konu edindiği “Ten ve İz” isimli çalışmasında, bireyin kesikler açmak üzere öncelikle bileklerini ama genellikle ön -kol, göğüs, karın veya bacakları seçtiğini belirtir. Yüz ise genellikle dokunulmazdır; çünkü “kutsal” benliğin tezahür ettiği en önemli yerdir. Bireyin yüzünü kesecek bir raddeye gelmesi, psikoz belirtisidir; yüzümüzü koruma kaygımız, temelde benliğimizi, başkalarıyla ilişkilerimizi koruma, hayatla bağımızı sürdürme iradesinin bir ifadesidir (Kocabıyık, 2014: 18).
Benlik oluşturmayı sağlayan yüz, ismimizin kimliğimizin mekânıdır. Yüzüm beni yansıtır, yüzümüz benliğimizdir. Bizi yüzümüze bakarak tanıyan sadece başkaları değildir; bizde kendi görüntümüzü belli ölçüde yüzümüzden tanırız.
Sırtından fotoğrafı çekilen deneklerin % 37’si kendisini teşhis edememiştir (Bonnet, 2008: 216).
Aristoteles, insanda saçlarla boyun arasında kalan kısma yüze, prosopon, yani” kendini başkalarının bakışına sunan” dendiğini hatırlatır. Çünkü insan, dik duran tek hayvandır; (Quignard, 2005: 64) yüzünü dönüp bakan, sesini yüzünden çıkaran, bir çehresi olan tek hayvandır. Ellerin yürüme işlevinden kurtulması, yüzün yeni bir araç oluşturulmasının yolunu açmıştır. Yüzleri ve yüz ifadelerini tanımak, vücut dilini okumak, yaşadığımız dilselleşmiş dünyada yönümüzü bulmamızı mümkün kılmıştır (Kocabıyık, 2014: 49).
Yüzler aynı zamanda karakter oluşturulan yerlerdir. Jest ve mimiklerin oluşturduğu duygu ve heyecanlar karakteri okumamızı sağlar. Bu alanda çalışma yapan Hogarth ile Lichtenberg, aşamalı olarak bir yüzü biçimlendirirler. Sıklıkla, kaygılı bir kişinin alnı çizgi çizgi hale gelecektir, buna karşılık neşeli bir kişi gülümseyen bir çehre edinecek, çünkü geçici olan kalıcı hale geçecektir.
“William Hogarth, yüzü John Locke’nin zihni gördüğü gibi görür. Her biri (gerek zihin, gerek yüz), bireysel deneyimler yüzeyine kendi öykülerini yazıncaya kadar bir tabula rasa, yani “boş levha”dır. Bu değerlendirmenin dışta bıraktığı şey, tam da araştırmamızın nesnesidir- ister karakter diyelim adına, ister kişilik ya da mizaç. Bir kişiyi kaygıya, bir başkasını gülümsemeye daha yatkın kılan, bu bütünsel mizaçtır-Bir iyimserin gülümsemesi ile bir kötümserin gülümsemesi arasında fark vardır (Gombrich, 2015: 129).”
Bir kez daha anımsayalım: Karakter ile beden yapısı arasındaki bağlantı, insan tipleri ile insan “simaları” ya da “mizaçlarına” olan çok eski bir inanç üzerinde yükselir (Gombrich, 2015:130).
“...kişinin gerçekdışı yüz anlatımının olası nedeni olarak aramayı öğrendiği bazı hatalar vardır. Çok “keskin “bir nitelik mi gösteriyor anlatım? Gözlerin birbirine çok yakın olmadığından emin olmak için portreyi dikkatle gözden geçirin. Öte yandan, bakış çok mu belirsiz? Gözlerin birbirinden çok uzak olmadığına emin olun. Elbette çoğu zaman çizim doğru olabilir, ama gölgelerin çok fazla ya da gereğinden az vurgulanması, gözleri birbirine doğru çekiyor ya da aralarındaki uzaklığı arttırıyor gibi görünebilir. Ağzı doğru çizdiğinizden emin olduğunuz halde, hala bir biçimde yanlış görünüyorsa, ağzın çevresindeki tonları, özellikle üst dudaktakini gözden geçirin; bu geçişin tonundaki bir hata, bütün farklılığa yol açıyor, ağzı öne çıkarıyor ya da geri itiyor olabilir anlatımı hemen etkileyen bir yöndür bu. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyor ve yerini belirleyemiyorsanız, kulağın konumunu gözden geçirin” (Gombrich,2015:119).
İlk yüze ait bilim insanlarının yaptığı bazı araştırmalar ise şöyledir: Bilimcilerin, Toumai adını verdikleri Hominide(Sahelanthropus tchandensis)ait kafatası,2001 yılında, Çad’daki bir çölde bulundu. O tarihe kadar bilinen en eski atamız 1974 te Eitopyanın Hadar bölgesinin çorak tepelerinde bulunan Lucy idi ve bu Australopithecus afarensis iskeletinin yaşı 3,2 milyon yıl olarak tahmin edilmişti. Toumai’nın yüzü bilim ile sanatın ortak bir ürünüdür.(Sonradan iskelet üzerine oluşturuldu)
Toumai sudaki yansısına baktığında ne düşünüyordu, bilinmez. Ama insanlaşma yolunda kendi yansısını fark etmenin, “ben bilinci” ne sahip olmanın ve “kimim?” sorusunu sormasının önemi açıktır.
Ben İmgesinin Oluşması
Benlik duygusu ise kaygı ve umutsuzluğun etkisiyle var olmaya başlar. Eğer bu duygulara sahip değilseniz, benlik geliştiremezsiniz.
İnsanın “ben” kavramı üzerinde durabilmesi için önce, sorgulamanın yasak olduğu skolâstik düşünceyi yıkması gerekliydi. Beraberinde zihne ket vuran tabuların da önüne geçilmeliydi. Bu, 17. yüzyılda Aydınlanma hareketi ile sağlanabilmişti.
Aydınlanma Dönemi’ni başlatan Francis Bacon (1561-1626), günümüz analitik biliminin temeli sayılan yeni deneycilik yaklaşımı ile skolâstik düşüncenin yerini, deneysel bilime bırakmasını sağlamıştır. Yeni Organon (Yeni Organon, Novum Organum, 1620) isimli eserinde ayrıca insanın gerçeğe ulaşması önünde engel olarak gördüğü ön yargıları “zihnin putları” olarak adlandırarak kategorize etmiştir.
Aydınlanmanın bir başka büyük temsilcisi Rene Descartes (1596-1650), “Düşünüyorum, o halde varım.” ifadesi ile düşünme eyleminin, varlığını ispatladığı “ben” kavramını ortaya koymuştur.
“Jean Jacques Rousseau (1712-1778) duygunun düşünceden önce geldiği romantik yaklaşım ile özgürlüğün şartı olarak öznelliği ortaya koymuştur. Nesnelleşmenin olduğu yerde özgürlüğün olamayacağını söyler. Bir özne olarak insanın “kendi” olabilmesinin önemine işaret eder. “Öbür insanlardan daha iyi değilsem bile, hiç olmazsa başkayım.” (Rousseau, 1975: 17)” .
“Özne, Ulaş (2002) Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde şöyle tanımlanmaktadır: “Özne terimi Aristoteles tarafından ve sonra da Orta Çağ’da töz anlamında kullanılır; ancak 17. yüzyıldan bugüne kadar olan yolculuğunda bugünkü anlamını kazanır. Ruh bilim ve bilgi kuramı açısından “ben” anlamını alır: Kendini ben olmayanın, nesnenin karşısında bulan, karşısına koyan ya da karşısına konduğu, kendini karşısında bulduğu nesneye bilme ve eyleme ereği ile yönelen birey. Ruh bilim açısından ise ruhsal yaşantıların taşıyıcısı, düşünen, tasarımlayan, bilen, duyan, isteyen ben. Bilgi kuramı açısından: Bilen, bilmeye yönelen, ama kendisi bilgi nesnesi olmayan varlık.”tır (Akarsu, 1988: 148).”
İmgenin “ben” üzerinde narsist bir etkisi olmakla beraber, bir iktidarı da oluşur. “Ben”in yüzümüzün aynadaki bükülmez yansıması, dış “yüzeyler” alanındaki egemen etkiyi elinde tutacaktır. “Ben” imgesinin değer kazanabilmesi ve kabul görebilmesi için kendi imgesini görmesi gerekir. En yakışıklısı mı? “Ben’in” böyle bir hükme varması yani kendini kendi arzusunun yegâne nesnesi ilan etmesi için, kendini görmesi gerekir. “Ben” ancak parlak bir cismin yansıttığı ve kendi hükmüne önerdiği kendi imgesini görürse kendini arzu edilebilir ve sevilebilir sayar.
“Bu imgenin çalışmaları; tasavvur edilebilirliktir, kudrettir ve sonrasında arzuya biçim vermek ve Pascal’ın yazdığı gibi “yakışıklılar” katında rakipsiz hüküm sürmek, yani dayanılmaz biçimde sevilmektir (Marin, 2013: 33).”
Kendini görmeyen insan, varlığına inanmaz ve onu sorgulayamaz. Bir anlamda da gerçeklik algısı olmaz. Bu da kendi “ben”i hakkında düşünmesine engel olup kendini tamamlamaya çalışmasına engel olur. P.Nicole: “Adam kendini görmek ister çünkü hiçtir, kendini görmekten kaçınır çünkü hiç olması dolayısıyla kendi kusurlarının görüntüsü karşısında acı çekmek istemez (Marin, 2013: 40).” Bunun diğer bir tarafı da şöyle oluşabilir: Kendi dışında bir dünya olmadığına inanıp bütün değerleri kendi “ben”i üzerinden kurgular.
“Adam kendine, başkalarının hayalindeki belli bir “varlığa” göre bakar. Kendi –temsili-içindeki her özne bir bakış çokluğunun kaçış noktasıdır. “Fakat bu odak noktasında görülen sözde ego da, başka bakışlarca görülür.” Adam kendine, başkalarının hayalindeki belli bir varlığa göre bakmakla kalmaz, (...) başkalarının zihninde keşfettiği portrelere göre de bakar”. Kendini gömülmüş olarak görür, kendini temsil edilmiş olarak temsil eder, üstelik iki kez temsil edilmiştir, zira gittiği resim akademisinde, yani o “dünyada”, başkaları onda yalnızca kendi portresini keşfeder ve bu portrenin onun tarafından görülmesini sağlarken, kendi kullanımlarına ayırdıkları portreyi saklarlar (Marin, 2013: 34).
Benlik ve Portre
Portrenin tanımlayıcı özelliği kimlik oluşturmak için kullanılmaya başlanır. Kendini tanımayan, kendi imgesine yabancı olan “ben” artık kimlik tanımlama aracı olarak karşımıza çıkar. Açıklama kudreti yoluyla imgenin iktidarı: görünüşün değişmesiyle modele benzerliğini yitiren portre, benzerlik veya kimliği belirleyici tanıma kudreti, açıklamayı ortaya çıkarma gücüdür.
Kimlik tanımlama aracı olarak yüzü kullanırız ve kime ait olduğunu doğrulamak için, bu gerçekten “o” ,veya model kendimiz isek şayet evet bu benim şeklinde cevaplar veririz.
“Tanınanı yeniden tanıma için portrenin o kişiye benzer olması gereklidir. “O” portrenin karşısına geçince “Evet bu kişi, o.” denir. Örneğin Sezar’ın portresinin karşısında, evet bu o, denilir. Ama tanınan kişiyi tanımıyorsak o kişiye ait kimliği değil, başkasının adı söylenir ki bu da ötekiliğin olumlanması olur. Örneğin cinsiyet farklılığının mantığına göre, cinsiyetin çift yanlı ekonomisi bağlamında eğer erkek Valere’nin ontolojik kimliği kadın olmamak ise portresiyle kendini kadın olarak göstermekle bu kimlik hermafrodit belirsizlikle gücünü yitirir. Valere hem erkek (cinsiyet) hem de kadındır. Bu andan itibaren, portresi yapılanın imgesinin baştaki kudretinin benzerliğinden değil, benzemezlikten kaynaklandığı anlaşılır. Fakat portrenin modeli tarafından bile tanınamayacak hale getirilmesi -bu benim “değil”, bu başka bir kadın, “benzemeyen ötekinin dişileştirilmesi- modeli” gizlenmiş kimliğiyle ifşa eder ve burada “bu tastamam benim” tümcesi “ben bir kadınım” anlamına gelir. Portrenin taşıdığı mesaj toplumsal bir sapmayı, göreneklerin uygarlıkla birlikte değer yitirmesini ifşa eder ve bunu aslına, doğal ve simgesel cinsiyet farklılığına değinerek yapar. Valere’nin portresidir ama bir kadın olarak resmedildiğinden portredeki kadına âşık olur ve kendini o portrede görmek istemeyen de kendisidir (Marin, 2013: 15).”
Yüzün tanımlayıcı özelliği, kimlik oluşturmak için kullanılmaya başlanır. Kendini tanımayan kendi imgesine yabancı olan “ben” artık kimlik tanımlama aracı olarak karşımıza çıkar.
Sonuç
Yüz insanın kendini anlamlandırdığı yerdir. Varoluşunu yüzünde oluşturur. İnsanın yüzünü kaybetmesi benliğinin yok olmasıdır. İnsanı tanınır kılan, kendini ifade etmesine olanak sağlayan yer olarak yüz bir anlamda insan ruhunu temsil eder. Yüzünü kaybeden insan hiçliğin içine düşer. Yüz bizi sadece başkalarının tanımasını sağlamaz aynı zamanda kendimizi tanımamızı sağlar. Kendini tanıyan insan varlığını ispatlayarak kimlik oluşturur. Kimlik aynı zamanda insanın özne konumuna geçmesini ve benlik oluşturmasını sağlar. Benlik özgürlüğün kapısını açan kendine ulaşmanın yoludur. Çeşitli nedenlerden dolayı yüzünü kaybeden veya onu tanıyamayan insanlar bir hiçliğin içinde kaybolurlar.