Adalı Dergisi’nin Temmuz ve Ağustos 2017 tarihli sayılarının kapaklarında yayımlanan eserlerinin fotoğraflarıyla ilk adını duyduk. Eserlerin sahibinin adının Koenraad Marinus van Lier olduğunu ve Burgazada’da yaşadığını öğrendik. Koenraad Marinus ile geçip aşağıdaki sohbeti siz Sevgili Adalılar için gerçekleştirdik. İyi okumalar...
Seni yakından tanımak isteriz. Hollanda’dan Burgazada’ya uzanan öykünden bize söz eder misin?
İlk olarak şunu belirteyim: İstanbul’la tanışmam bir dijital sanat organizasyonunun beni buraya davetiyle oldu: Amber Dijital Festivali organizasyonu daveti... 2008 yılında Born Dijital (Amsterdam) adı altında, dijital sanat dalında faaliyet gösteren bir vakıf kurdum. Born Dijital aracılığıyla, üretmiş olduğum dijital sanat eserlerini çeşitli uluslararası festivallerde ve grup projelerinde sergiledim. Born Dijital’e yapılan davetle İstanbul yolculuğum başlamış oldu.
2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti İstanbul etkinlikleri kapsamında yapılan davetle İstanbul’a geldim ve festivale katıldım. En başta şunu belirteyim İstanbul’daki enerji beni çok etkiledi. Hollanda’dan çok farklı bir enerjisi vardı, hem de her anlamda farklıydı. En başta burada kaos var, güneş var. Kaosu seviyorum, Hollanda’da her şey düzenli ve statik, durağan. Sanatsal ve yaşamsal yaratıcılık için aradığım her şeyi burada bulabileceğimi anladım. İlham verici bütün materyallere sahip bu kent ve çok ilginç bir şehir. Sonrasında artık burada yaşamalıyım kararını vererek yerleştim...
Koenraad Marinus, Amsterdam Sanat Akademisi mezunu. Eserleri önce yağlıboya, sonrasında dijital sanat sonrasında yeniden yağlıboya... Neden dijital sanattan yine yağlıboyaya dönüş yaptın?
Amsterdam’dayken bulunduğum yerde ve dünyada bilgisayarların yaygın olarak kullanılmaya başlandığı bir dönem yaşadık. Herkeste bir heyecan dalgası yarattı bu dijital ortam. Fırçalar bir kenara konuluyor, heyecanla piksellerle oynuyorduk. Sanal ortamda dijital eserler üretiyordum. Sonrasında bu bana heyecan vermemeye başladı. Fırçayı özledim, dokunmayı, boya kokusu almayı özledim. Yani koklamak, dokunmak, hissetmek... Sanatsal yaratıcılık da duyu organlarının çalışması değil mi zaten?
Neden ve ne zaman fırçaya yani resme bu geri dönüşü yaşadın diye sorarsanız, İstanbul’la tanışmamla oldu. Yeniden fırçaya sarılmam bu kent sayesinde oldu. Gördüklerim, aldığım ilham hissederek dokunarak eserler yapmalıyım fikrini canlandırdı yeniden. Dijitali aşan bir kent burası... Yani resme yeniden İstanbul’da döndüm. Ve yağlıboya resimde ilk serim, “Yeditepe İstanbul” oldu.
Sonra mozaik serime başladım. Çünkü İstanbul demek, bir anlamda mozaik demektir.
İstanbul macerandaki duraklar nereler, hangi semtler oldu?
İlk Elmadağ’da yaşamaya başladım. O vakitler İstanbul benim için karınca tepesine benzer bir yerdi. Kımıl kımıl, kalabalık, sürekli bir hareket; giden-gelen insanlar, araçlar ve tepeli bir şehir... İstanbul’u karınca tepesine benzettim.
Sultanahmet’teki eski mozaikler bana buradaki eski yerleşim yerlerini ve medeniyetler birliğini hatırlattı. Mozaik serim bu düşünceyle şekillendi.
Çocukluğum, orman kenarında geçti. Ağaçlar, yeşillik, su. Elmadağ’da deniz ve ağaçlardan, yeşilden yoksun kaldım. Burada sadece yeşil adına sadece Taksim Gezi Parkı vardı. Bu nedenle Elmadağ’dan taşınmaya karar verdim. Erenköy’e yerleştim. Erenköy’de, yeşillik, deniz ve süper bir manzara karşıladı beni. İşte “Deniz” temalı resim serime burada başladım. Yani Elmadağ’da genel olarak şehir görüntüleri, mozaik ve Yeditepe. Erenköy’de deniz resimleri...
Erenköy’de atölyem, balkonumdu. Ama ses ve gürültüden çalışamaz hale gelmiştim. Orası bir inşaat mahallesi ve şantiyeye dönüşmeye başladı her geçen gün.
Bir adalar turu yaptığım sırada Burgaz’ı gördüm ve görür görmez buraya âşık oldum. “Ben burada yaşamalıyım dedim.” Burası çok büyük değil, çok da küçük değil; birden fazla koyu ve tepeleri vardı. Sahil, koy, deniz, tepe ve köy gibi bir yer; aradığım tüm özellikleri burada buldum. Yürümeyi de çok seviyorum... 2016’nın ilk ayı itibariyle artık Burgaz’da yerleşik bir durumdaydım.
Ve Burgaz’da bir ressam, sanatçı olarak resimlerinde nasıl bir değişim gerçekleşti?
Burada derinlik serime başladım. Ben doğadaki denge ve dört element –hava, su, toprak ve ateş- ile büyük bir etkileşim halindeyim. Resimlerimi bunlar etrafında oluşturuyorum. Elementlerden ateş benim için ada demek... Adaların oluşumu volkanik patlamalar, depremler sonucu, yani lav ateş ile başlıyor. Ve adaların ilk oluşumunda buluyorum ben dört elementi; işte bu bakış açısını resimlerime yansıtıyorum. Benim yaratıcılığım ve sanatım denge ve dört element üzerine kurulu. Ve bu elementlerin en ham hallerini ve oluşum hallerini Burgazada’da bulabiliyorum.
Peki Burgaz’daki resim serilerine hangi adı verdin?
Erenköy’den buraya taşınınca buradaki mavinin oradan görünenle farklı olduğunu görünce “Mare - Deniz - Su” serisine devam ettim, bir farkla; Burgaz mavisiyle. Sonrasında “Derinlik - Toprak” ve devamında “Dolunay ve Yakamoz - Hava” serisi geldi. Burgaz’da gördüğüm yakamozu, daha önce hiçbir yerde görmedim. Burgazada’da en güzel dolunay ve yakamoz, Gezinti Caddesi’nden seyredilebiliyor.
Marta Koyu’ndaki esere gelince... Dergimizin kapak fotoğrafına konu olan “altın spiral” ya da “nautilus” eserini neden bu koyda yaptın?
Öncelikle adadaki bütün koyları gezdim. En sevdiğim koy Marta Koyu oldu, tepe de Bayraktepe. Önce tepede taşlarla oynamaya, ilgilenmeye başladım. Doğal taşlarla... Marta Koyu’nu incelemeye başladığımda gördüklerime inanamadım. Kumun içinde inşaat malzemeleri! Asfalt, beton ve kiremitler... Çöpler denize atılmış; lodosla yeniden sahile vurmuş... Kendimi burayı temizlerken buldum.
İlkin asfaltla başladım temizliğe, çok çirkin görünüyorlardı. Asfalta oturmak istersen, yolda oturursun; kumda asfalt görmek istemedim. Ve bu koyun, adaların doğal taşları gerçekten çok güzel. Sonrasında kiremitleri toplamaya başladım. Sonrasında oluşumun odak noktasının spiral olduğunu düşünerek sarmalı yapmaya başladım. “Altın Spiral”, altın oran ve sonsuzluğu anlatır.
Bu nedenle buradan başladım. Asfalt, kiremit ve doğal taşa sahil kumunun içinde değilmiş olarak baktığında bir kaos gibi durur; ama onları düzenli bir şekilde dizersen bir güzellik çıkar ortaya. Tıpkı koyda yaptığım spiral gibi... Yani bir çirkinliği güzelliğe çevirdim. Her şey oradaydı, ben yalnızca onların düzenini değiştirdim ve artık güzel görünüyorlar. Hiçbir şeyi vardan yok, yoktan var etmedim. Kaostan düzen yarattım.
Orası bir taş bahçe ve ben de bir bahçıvanım!
Spirali yaptıktan sonra beni en çok mutlu eden şey, buranın bozulmaması, hala durması. Samanyolu da nautilus/altın spiral. Başlangıç ve sonu yok. Sahili de temizlemek sonsuzdur, bitmeyecek bir temizlik bu. Ne kadar temizlersen temizle lodos ve oraya gelen farklı insanlar kirletiyor; her gün bu bahçeye bakmak gerekiyor. Bu nedenle de spiral eseri...
En başta temizlikle başladı, şimdi güzel bir eserle hikâye devam ediyor. Toparlarsam, doğanın sunduğu doğal taşlarla, insanın attığı doğal olmayan taşlarla bir bahçe oluşmuş durumda, ben de kendimi bu bahçenin bahçıvanı olarak görüyorum...
Adalı Dergisi ve adalılar seni derginin Temmuz ve Ağustos sayısındaki eserlerinin kapak fotoğraflarıyla tanımaya başladı. Spiralin hikâyesini dinledik; Ağustos sayısında yer alan kapak fotoğrafındaki seramik “kümbet” ya da “dom” eserinin hikâyesini de paylaşır mısın bizlerle?
Asfalt, kiremit ve beton parçalarını toplarken kumların içinde seramik karo parçalarını gördüm. Asfalt ve kiremitleri eve getirmem zordu, bu nedenle taş bahçenin bir köşesine, gelenleri karşılayacak bir köşesine küçük bir spiral bahçe yaptım. Seramikleri ise eve, atölyeme getirdim.
Daha önce inşaatlarda, evlerde bir dönem kullanılan bu nostaljik seramikler yenileriyle değiştirilmiş ki buralara gelmişler. Bunları görünce bunlardan bir resim yapmak yerine, ait oldukları şekilde değerlendirilmeli deyip, ben de inşaat yapmaya karar verdim. Akademide mimarlık da okudum. Ve en çok etkilendiğim-beğendiğim mimar ve sanatçı Antonio Gaudi’dir. Barcelona’ya gittim ve eserlerini gördüm. O da küçük paçalardan oluşan mozaiklerle “Park Güell”i yaptı. Yani bir mozaik parkıdır orası. Gaudi bu eserlerini bir duvar veya destek üzerine yapıştırdığı mozaiklerle üretti.
Ben seramikleri dikey-yatay olan bir duvar benzeri desteği kaplamayla yapmıyorum. Zeminden yukarı, içi boş şekilde, denge üzerine kurulu yapıyorum. Ve elastiki, yani depreme dayanıklı inşaatımın evleri “dom” “kümbet”tir.
Aslında, aslımıza rücu etmeye de bir göndermedir bu “dom” eserim diyebilir miyiz?
Evet, diyebiliriz. O zamanlar bu tür “yurt”larda yaşardık, şimdi ayakkabı kutuları içinde yaşıyoruz... Yani en başa, natürel yaşam halimize bir gönderme.
Yaptığın eserlerde hep kosmos, doğa ve yaşam felsefesi var; yaşam felsefesi üzerine şekilleniyor sanatın ve eserlerin. Yaratıcılığını bu felsefeden alıyorsun sanırım...
Evet, özellikle şunu belirtmek isterim, kendi tekniğimi kendim yaratıyorum. Yaptığım bu eserin tekniği özgün. Bir denge ve elastikiyet üzerine, aşağıdan yukarıya doğru eserimi inşa ediyorum.
Seramiklerin renkleri çok canlı ve zeminden yukarıya doğru dizilimleri irili ufaklı parçacıklardan oluşuyor. Bunları boyuyor musun ve parçaları birleştirirken bir kesme vb. işlemi uyguluyor musun?
Hayır, asla boya ve kesme işlemi uygulamıyorum. Doğa bana bu renkleri ve biçimleri sunuyor. Bir maddeyi -bugün bunun adı taş, seramik- yok edemezsiniz. Yok etmek için denize atılmış bu seramikler. Ben bunları kumdan, denizden topluyorum. Güneş, hava, su ve toprak ile etkileşiminden bu renkler bize dört element harikası olarak bahşediliyor. Yok olacakları sanılarak atılan bu seramikler gördüğünüz çirkinlikten güzelliğe doğru bir eser hikayesinin materyali oluyorlar.
Dediğim gibi eserlerin bir felsefe, hem de doğanın diyalektiği felsefi üzerine kurulu...
Ben doğanın ve dengenin üzerine kurdum sanatçı yaratıcılığımı ve yaşamımı. Bir vurguyu burada bir kez daha yapmak istiyorum: Bu nedenle Burgaz’ı yaşam alanım olarak tercih ettim.
Şimdi bu seramikler, ellili-altmışlı yılların evlerinin balkon ve mutfaklarında kullanılan seramik döşemeler... Bu yılların ada evlerinden denize atılan bu seramikleri, deniz tekrar adaya verdi. Bir neden için geri verdi, bir şeye dönüşmesi için verdi. Ben de bunu adaya bir eser olarak geri vermek istedim. Dolayısıyla ben ne kırıyorum, ne de biçimlendiriyorum; çekiç vb. hiçbir alet kullanmadan bu parçaları tekrar bütüne dönüştürüyorum. Parçadan bütüne yeniden yeni bir hikâye ile yok olmadan yaşamaya devam ediyorlar.
“Ben, bu materyallere ikinci hayatlarını veriyorum.”
Toparlarsak, ben sahili temizliyorum, topladığım materyalleri kullanıp bir eser yapıyorum, bu eserle birlikte yeniden yaşamalarını sağlıyorum. Bunlar buraya, adaya aitti; şimdi yine adaya ikinci bir yaşam olarak geri döndüler. Kısacası denize atılan bu inşaat artıklarını deniz bir süre sonra geri veriyor kumsala. Bunlar bana ait değil diyor deniz. Size ait olanı size iade ediyorum diyor, ben de adaya ait olanı adaya vermeye çalışıyorum. Bir sanatçı olarak aracılık ediyorum bu materyallere. Baktığında tek tek bir anlamı olmayan bu materyalleri -parçadan bütüne- yerleşik çağın ilk barınma mekânlarına çeviriyorum, domlara, yurtlara!
Bu üç boyutlu seramik eser ya da heykelden sonra yeni bir düşünce ya da projen var mı?
Evet, var. Domun daha büyüğünü yapmak. Biz şimdi sadece dışarıdan görüyoruz bu minik heykeli. Ben içini de görebilecek büyüklükte yapmak istiyorum. Şimdi bunları ben evimde yaptığım için herkes göremiyor, ben herkesin görebileceği bir yere yapmak istiyorum.
Neden daha büyüğünü yapmak istiyorsun?
Ben bu güzelliğin içinin de görülmesini istiyorum. İnsanların ‘dom’un içine girerek bu güzelliği deneyimlemelerini istiyorum. Gerçekten bir yurt, kümbetin içine girme hissini yaratmak ve yaşatmak istiyorum. İlk yerleşik dönemimizde yaşadığımız mekânın hissedilmesini istiyorum. Beğenirler mi bu projemi bilmiyorum! Belediye böyle bir mekân-imkân bana sunar mı, bilmiyorum! Hayal ediyorum, etmek istiyorum; hayal etmezsem hiç gerçekleşmez çünkü...
Ben minnettarım böyle bir adada yaşadığım için. Ben insan için bir şeyleri güzelleştirmek istiyorum, ama özellikle ada için özel bir şey yapmak istiyorum, ada için bir eser yapmak istiyorum. Buradan dünyaya olumlu bir iz bırakmak istiyorum.
Adalılara, okurlara direkt dergimiz aracılığıyla söylemek istediğin bir şey var mı?
Umarım adaları bu güzelliği koruyabilirler, daha temiz bir deniz ve ada için, adayı bu haliyle yaşatmak için çaba sarf ederler. Burası da İstanbul gibi olursa doğanın dengesini bozmaya devam edeceğiz; nefes alacak özel alanlarımız azalmaya devam edecek. Adanın küçük bir İstanbul olmaması için hep birlikte üzerimize düşeni yapmalıyız.
Teşekkürler bu söyleşi için Sevgili Koenraad Marinus; teşekkürler çeviride yardımcı olan Sevgili Gözde (Koenraad Marinus’un eşi).
Koenraad Marinus van Lier
Yağlıboyanın önemli bir yer tuttuğu uzun bir resim geleneği içinden gelen, ortaokul çağından bu yana çizim, resim ve fotoğraf çalışan van Lier, Amsterdam Gerrit Rietveld Sanat Akademisi Mimari Tasarım Bölümü’nden mezun oldu. 1990’ların sonundan itibaren dijital sanatla uğraştı. 2008’de Amsterdam’da dijital sanata eğilen Born Digital Vakfı’nı kurdu. İstanbul’a yerleştikten sonra yeniden yağlıboya resme dönen sanatçı dijital çalışmalarını arka planda bırakarak pikseller yerine fırçaya sarıldı. Burgazada’da doğayla, toprakla ve deniz ile bir araya gelişinin ardından kozmosun 4 elementi -su, ateş, toprak ve hava- kendisine sonsuz bir ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
www.koenraadvanlier.com
Instagram: koenraadmarinus