Çarşamba, 01 Haziran 2016 09:28

Babalar Günü

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)
Marko Ovadya Albükrek Marko Ovadya Albükrek Fotoğraflar: Viktor Albukrek

02 marko ovadya albukrek 1929 280xMarko Ovadya Albukrek - 1929 

“Beybabanıza gösterebileceğiniz saygı ve teşekkürün en güzeli, kendi evladınıza da en iyi şekilde babalık etmektir. Tüm babalara, aileleriyle birlikte sağlıklı ve mutlu günler dilerim.”

Haziran ayının üçüncü Pazar günü ‘Babalar Günü’ kutlanacak. 19 Haziran gelmeden, Beybabamızın; zamanından, sıhhatinden, parasından, eğlencesinden feragat edip bizi adam edişini anımsamamız, bize verdiklerinin bilançosunu yapmamız ve bizi yetiştirmek için verdiği uğraşın teşekkürü olarak bir hediye hazırlamamız gerekiyor.

Zaman zaman azarlaması dahi, teşekküre değer. Zira içeriğinde iyi niyet, nasihat, düzgün, doğru, güzel bir kişilik kazanmamız için öneriler var. Hayat boyu karşımıza çıkabilecek engelleri aşabilmemizin anahtarları var. Bunları ancak yıllar geçtikçe anlayabiliyoruz. Lakin azar işitirken, çocukluk, gençlik, delikanlılık ateşinden, isyan ediyorduk, o zaman…

Geçenlerde Koro Şefimiz ile görüşürken, müziğe olan istidadının ailesinden ona intikal ettiğini anlatıyordu bana. Bu tür özelliklerin kan bağı ile evlada geçtiği malumumuzdur.

Adalıların çoğu bilir: Her baharda, Yahudilerin kutladıkları Hamursuz Bayramı’nda, Agada denen kitaptan, MÖ 1312 yılında Mısırlıların esaretinden kurtarılışının tarihçesini, babaları tarafından çocuklarına bir yemek sofrası etrafında anlatması emredilir. Bir evlat, babasını (Allah geçinden versin) kaybedene kadar, her bayramda, önündeki tabakta iştah açıcı renkli yemekler, kokulu içkiler dururken, aç da olsa, Agada Kitabı’nı sonuna kadar dinlemek mecburiyetindedir. Zira Kutsal Kitap’ta, “evladına anlatacaksın” emri geçer ve o çocuğa hitaben de, “günü geldiğinde kendi evladına da anlatacaksın” emri var...

Bir babanın kendi bilgi birikimlerini evladına tevdi etmesi ve gelecek nesillere de tevdi ede ede katlanarak çoğalan bilgi birikiminden midir Yahudilerin Nobel türü ödülleri toplamaları?

Kişinin, vefat etmiş babasını anarken “Keşki yanımda olsaydı da ona danışabilseydim” demesi, babasına verebileceği en makbul hediye değil mi?

03 buyukadada 840xBüyükada'da, annem, babam ve çocukları (fotoyu çeken ip elimde)

Hatırasını canlı tutmak amacıyla, hayatı hakkında bildiklerimizi bir sinema şeridi gibi hafızamızda canlandırarak, düşüncemizin O’na kadar ulaşabileceği inancıyla manevi huzura kavuşamaz mıyız? Bu fikre kapılarak ben de günün hediyesi olarak hatırladıklarımı buradan sunuyorum:

09 buyukbabam moiz asseo 280xBüyükbabam Moiz AsseoAlbukrek soyadımız, Albuquerque’den gelir. MS 68 yılında İkinci Mabed’in yıkılışından sonra, Filistin topraklarından çıkıp Portekiz’in Albuquerque yöresine yerleşen babamın ataları, 1492 yılında, Aragon Kralı Ferdinand’ın politik sebeplerle koyu Katolik Kastilya Kraliçesi İsabelle ile evlendikten ve İspanya birliğini kurup İberik yarımadasında yaşayan Müslüman ve Yahudileri kovduktan sonra, yine politik menfaatlerle 1497’de kızlarını Portekiz kralı Manuel l ile evlendirdiklerinde, Portekizliler de Yahudilere engizisyon uygulayarak memleketten ayrılmalarına sebebiyet vermişlerdi.

Dolayısıyla, İspanya’daki Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelmelerinden 5 yıl sonra, Portekizli Albuquerque’ler Anadolu’ya vardıklarında, Sultan Beyazıt ll, onları Anadolu’nun ortasına, o zamanki adiyle Engürü denen yöreye yerleştirir. Zira oralarda, Augustus tapınağı civarında, İkinci Mabed’in yıkılışından sonra Anadolu’ya gelmiş Romaniyot’ların havrası vardı.

Kuzey güney ile doğu batı kervan yollarının kesiştiği ve seyyah tüccarların çapa atar gibi konaklamalarından dolayı Angira, sonraları Ankara denen bu yörede, Albuquerque sülalesi, beş yüz sene, Ankara Kalesi’nin güney eteklerindeki Samanpazarı Mahallesi’nde, demir hırdavatı ve cam ticaretiyle, üç yüz aileye varana kadar, dışa kapalı bir aşiret halinde yaşadı.

Babam Marko-Ovadya Albukrek 1891’de bu mahallede, Hayim ve Simha  Albukrek çiftinin sekizinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi, birkaç yıl sonra vefat edince, Cemaatin Başkanı olan büyükbabam, onu bir Osmanlı Eyaleti olan Kudüs’teki Allience İsraelite Universelle okuluna yatılı olarak yerleştirir.

10 buyukbabam albukrek 280xBüyükbabam AlbukrekGenç Marko-Ovadya, orada, İbranice, Arapça ve Fransızca öğrenmekte iken, bir imtihan sonrasında, öğretmen olarak yetiştirilmek üzere 1904 yılında Fransa’ya yollanır. Fransız kültürünü Orta Doğu’ya yaymak emeliyle Osmanlı topraklarından imtihanla seçtikleri Yahudi çocuklarını ‘Ecole Normale İsraelite Orientale d’Auteuil’de eğiten Fransızlar, 1913 yılında genç Marko-Ovadya Albukrek’i 1860’tan beri Osmanlı topraklarında açtıkları 180 küsur okullarından biri olan Halep’teki Allience okuluna ‘mecburi hizmet’ olarak öğretmenlik yapması için gönderirler.

Öğretmenlikten müdürlüğe terfi eden babam, Birinci Cihan Savaşı patlak verince, askere alınır ve Filistin-Suriye Cephesine gönderilir.

Çöllerde mekik dokuyan sabotajcılar, Osmanlı askerlerinin güney doğuya inmelerini önlemek amacıyla, demir yollarını devamlı imha etmekteydiler. Bu yöreyi ve yöre lisanlarını iyi bilen babamın görevi, asker ve savaş malzemesi taşıyan trenleri korumak, gereğinde, ilerleyen lokomotifin önünde sürüklenen boş bir vagondan devamlı yola bakarak gözcülük etmek, özetle “Lawrence of Arabia” türü sabotajcıların söktükleri raylardan olabilecek kayıpları önlemekti.

Savaştan sonra, evvelce Fransız kültürünü benimseyen babam, bu defa ‘Petit Paris’ (Küçük Paris) addedilen Beyrut’a giderek Tıp Fakültesine kaydını yaptırır. Lakin Beyrut, Osmanlı topraklarından kopunca şehri terk eder ve evvelce Paris’teki “La Belle Epoque” (Güzel Dönem) refahlığıyla büyülendiğinden, kaydını Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesine naklettirir.

Burada, Fransız Kültürü’nün tüm nimetlerinden faydalanarak, edebiyat, felsefe, resim ve müzikle ilgilenir. Almanca lisanını öğrenerek keman dersleri dahi alır ve 1927 yıllarında ‘Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi Birinci Sınıf Dâhiliye Mütehassısı’ diplomasiyle Türkiye’ye kati dönüş yapar.

04 dr m o albukrek diyarbakirda 280xDr. M.O.Albukrek Diyarbakır'daAnkaralı Albukreklerin çoğunun İstanbul’un Kadıköy ile Haydarpaşa arasındaki Yeldeğirmeni semtinde yaşadıklarını gördüğünde oraya yerleşir ve orada Terkos Sular İdaresi Umumi murakıbı Moiz Asseo’nun kızı Rejin-Raina ile tanışarak, 1929’da Beyoğlu’ndaki ‘Union Française’ salonlarında evlenir. İlkin Şeşhane’deki meşhur Frej Han’a yerleşir, bilahare Tepebaşı Yemenici sokağındaki 6 katlı köşe binasını satın alarak art arta doğan beş çocuklarını orada annemle birlikte büyütürler.

Babamın “sefertası” dediği, elli beş metre kare tabanlı, asansörsüz evin alt katında kalorifer dairesi, zemin katta babamın muayenehanesi ve hasta bekleme odaları vardı. Üst katlarda, yemek ve oturma odası, onun üstünde anne baba odası, daha da üstü, kışın fırtınalı günlerde soğuktan sığınmak için Yeldeğirmeni’nden gelen büyükanne büyükbaba odası, daha üstü kız kardeşler ve en tepede erkek çocukların yatak odaları vardı.

Dolayısıyla gün boyu, ahşap merdivenlerden yankılanan ayak sesleri eksik olmazdı. Alt katta mesleğini ifa etmekte olan zavallı babam, sessiz olmamız için sıklıkla Hemşire Hanım’ı bize gönderir, hatta bazen bizzat kendisi yukarıya çıkıp bizi azarlardı.

Babamız, okula geç kalmamamız için, sabah erkenden, odasının kalorifer borusuna bir kaşıkla: tak tak (ara) tak tak tak diye beş defa vurarak bütün evin uyanmasını sağlardı. Bu işaret ailemizin şifresiydi. Aile efradı da sokak kapımızın zilini: zır zır (ara) zır zır zır diye beş kez basar, hatta sokaktayken, uzaktaki biri birimizi çağırmak için: fü fü …fü fü fü diye ıslık çalardık. Babam, akşam yemeğinden sonra, beş kardeşi eğitmek için etrafına toplar, Tevrat’tan kısa bir bölüm okuduktan sonra, Cumhuriyet Gazetesi’nden Burhan Felek’in eğlenceli makalelerini veya La Fontaine’den masallar anlatırdı. Tüm kardeşlere müzik dersleri aldırtmıştı.

Sıcak mevsimlerde, Büyükada’ya, büyükbabamın evine göç edilirdi. O devrin yazları Mayıs başından Eylül sonuna kadar beş ay sürerdi ve babam makalelerini sabah erkenden çıktığı İsa Tepesi’nde, Ligor’un kır bahçesinde, kahvesini yudumlarken yazardı.

60-70 yıl evvel sağlık kurumları bugünkü kadar yaygın değildi. “Doktor” denildiğinde, tıp doktoru anlaşılır ve halk arasındaki mevkileri apayrıydı. “Bir gün lazım olur” düşüncesiyle herkes onlara son derece saygılıydı. Doktorlar, genelde hastanın evine çağırılır veya hasta yürüyebiliyorsa, doktorun muayenehanesine gelirdi. Hastanedeki hasta, korkutucu bir mana ifade ettiği gibi, tehlikeli durumları belirtirdi.

05 babam samda 280xBabam Şam'daBabam her sabah hastanelerin birine gider, öğleden sonraları muayenehanesinde hasta kabul ederdi. Akşamüstü ise, hastalarının evine, turneye çıkardı. Gureba Bezmialem Hastanesi’nde, ünlü profesörlerden Akil Muhtar Özden, Tevfik Sağlam ve Eric Frank ile çalıştı. Fransız Pasteur Hastanesi’nde Dâhiliye Şefi ve Balat Musevi Hastanesi’nde Başhekim görevlerinde bulundu.

İkinci Dünya Savaşı sınırlarımıza yaklaştığı günlerde, babam tekrar askere çağırıldı. Bu defa Teğmen Tabip Subay rütbeleriyle Akşehir, Denizli ve Diyarbakır yörelerinde görevlendirildi.

Terhisinden sonra birçok hayır kurumuna destek vererek 1949 yılında, dostu İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Fahrettin Kerim Gökay zamanında, şimdiki ‘500 yıl Müzesi’ binasında, ‘Bikur Holim Halk Dispanseri’ni kurdu ve yıllarca orasını yönetti.

O günlerin birinde, Fahrettin Kerim Bey evimize gelerek ve babama, milletvekili adayı olması için epey ısrar ettiyse de, gece babamın uykusu kaçması üzerine ertesi sabah annem erkenden telefona sarılarak, Fahrettin Bey’e, eşinin politikaya katiyen girmeyeceğini bildirmişti.

Annem en doğrusunu yapmıştı; zira babam politika adamı değildi. Hayatı boyunca ve gücü yettiği güne kadar, Etibba Odası, Fransız Cemiyet-i Hayriye, Okullara Yardım Derneği gibi, şehrimizdeki mesleki, sosyal ve kültürel faaliyetlerin yayılmasına yardımcı oldu, güzel sanatları, müzik gibi çalışmaları destekledi.

Çok yönlü, dinamik, etkin ve yaratıcı bir kişiliğe sahipti. Tıbbı dergilerdeki Fransızca ve Türkçe yazılarına ilaveten, 1971 yılına kadar yayımlanan İstanbul’daki ‘Le Journal d’Orient’ gazetesinde, yüzlerce makalesi var. ‘Mes Amis les Malades’ ve ‘Propos d’un Flaneur’ isimli Fransızca lisanında iki kitabı basılmıştı. Bunlardan birincisi, 2002 yılında, “Balkan Kültüründe Fransız Dilinin Etkisi” kapsamında İstanbul Yıldız Üniversitesi’nde ve 2016’da, Université de la Sarre, Saarbrücken Almanya’da, ‘Médecin-Ecrivains Francophone’ çalıştaylarında konu oldu.

Üç yıl evvel benim yazdığım ‘Bir Zamanlar Büyükada’ kitabımda, babamdan o kadar çok bahsetmişim ki, dostlarımdan biri: “Yalınız Beybabanın sana nasihatlerinden bir felsefe kitabı çıkarabilirsin” demişti, geçenlerde…

Babam, makalelerinin çoğunda Büyükada’daki yaşantısına değiniyordu. Anadolu Kulübü’nün her Ağustos ayında açtığı Adalı Ressamları sergisinde, tablolarını sergilerdi.

Büyükada’nın Aya Nikola mevkiindeki Adalar Müzesi’nin, “Adada İz Bırakanlar” panosundaki 2 numaralı fotoğrafta, babamı subay kıyafetiyle görebilirsiniz.

Özetle, tıp doktorluğu yanı sıra, iyi bir müzisyen, titiz bir ressam, kuvvetli bir yazar ve güçlü bir düşünürdü. Hareketli, coşkulu ve heyecan dolu yaşamı, 1981 yılında, doksan yaşına geldiğinde, noktalandı.

Sevgili okurlarım, babanızın biyografisini doğru ve sıhhatli yazmak istiyorsanız, 19 Haziran günü hediyeyi verir vermez, hemen kâğıt kaleme sarılıp başlayın.

Ve de son sözüm: “Beybabanıza gösterebileceğiniz saygı ve teşekkürün en güzeli, kendi evladınıza da en iyi şekilde babalık etmektir”.

Tüm babalara, aileleriyle birlikte sağlıklı ve mutlu günler dilerim.

 

06 babamin kitaplari 280xBabamın kitapları
07 fransa tip diplomasi 280xFransa Tıp diploması
08 turkiye tip diplomasi 280xTürkiye Tıp diploması
 
Son değişiklik Perşembe, 02 Haziran 2016 10:36
Yorum yapmak için oturum açın