‘Sosyal medya ve teşhircilik’, ‘Sosyalleşme manisi’, ‘Paylaşım çılgınlığı’ gibi birkaç başlığım daha vardı bu yazıya. Ben kendimce rastgele seçtim ama siz ne yakıştırırsanız onu tercih edebilirsiniz. Bu konuya sık sık eleştirel bir yaklaşım sergilediğimden, beni sosyal medya karşıtı sanıyorlarmış. Sosyal medya dediğim, en popülerleri; Facebook, Twitter, WhatsApp, Instagram olan adlarını bellemeye yetişemediğim, ben yetişemedikçe yenileri çıkan biiir dolu sosyal paylaşım şeyi... Bakın, hepten karşı değildim ama endişeliydim. Önceleri, zaman içinde iyice sindirilirse düzelir diyordum da şimdiki bu çaresiz mecburiyetle gerçekten endişe verici bir hal aldı. Resmen her şeyin önüne geçti. Tüm dünyayı, bir cep telefonuyla avucumuzda tutmaya başladığımız andan beri zaten şaşırmış ve abarttıkça abartmıştık, büyük şehir insanları olarak tam ‘buldumcuk’ olmuştuk, bu felaketle bir de mahkum olduk.
İstediğimiz an, istediğimiz şeyi birkaç tuşa basarak öğrenebilme kolaylığı, göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir şey. Ona lafım yoktu zaten. Ama günden güne çığırdan çıkan olur olmaz her şeyi paylaşma çılgınlığına aklım ermiyor. Gerçekten manik bir durum oluştu. İnsanlar, yeni aldıkları ayakkabıdan tutun da pişirdikleri yemeğe, duydukları dedikoduya, ettikleri kavgaya, sevgilileriyle özel hallerine, hatta çocuklarının kaka yapmasına kadar, anlamlı anlamsız her şeylerini anında paylaşıyorlar. Acayip bir teşhircilik söz konusu... Sabahlara kadar oturup ona buna laf yetiştirmek de cabası.
Zaten bir yerde toplanmış konuşuyorken, birden karşında oturanın elindeki aleti yüzüne tutup pıt diye kaydedip o anı paylaşıvermesi, ya da bir dolu gencin bir kafe’de, restoranda hatta bir partide falan, yan yana oturmuşken, birbirleriyle hiç konuşmadan ellerindeki aletle meşgul olmaları yeterince sinir bozucuydu. Ve “Bunun neresi sosyalleşme?” deyip duruyordum. Uzun zamandır görmediğim bir dostumla karşılaştığımızda tam hasretle sarılmış öpüşürken, “Ay bunu twitlemeliyim” diye telefonunu ileriye doğru uzatıp resmimizi çekmesi ve “Yahu ne yapıyorsun?” dememe kalmadan paylaşıvermesi pes dedirtmiş “Bu kadarı da olmaz artık” diye bağırmama neden olmuştu... Ki bunları bile özler olduk.
Ay her fikrime karışıyor şu pandemi hali... Durun biraz daha yok farzederek yazayım, döncem sonraaa... Ne diyordum? Ha... Bir de feylesof kesilerek “Benim şu kadar takipçim var” diye kasılanlara sinir oluyorum. Konuşurken üç kelamı arka arkaya edemeyenler, oradan buradan arakladıkları laflarla, bilge kişi havalarına giriyorlar. Bazen biriyle konuşurken bir şey söyleyiveriyorum mesela, benim de çenem boldur bilirsiniz, “Aman bu çok iyi laf, izninle twittliyorum” deyiveriyorlar. Ben söylüyorum, başkası paylaşıyor. İnanılmaz valla... Hele sahte kimlik oluşturanlara ne demeli? Ne güzel, gerçek hayatta asla yapamayacağın şeyleri, sanal ortamda özgürce yapıyorsun. Bu arada birileri, sen farkına bile varmadan senin kimliğini de kullanabiliyor. Al başına belayı.
Şimdi ben, elli yaşın üstündeki birçok insan gibi bu teknoloji patlamasına intibak edemiyor olabilirim. Malum, biz radyodan televizyona, fakstan e-postaya jetonlu telefondan cep telefonuna geçişi görerek bu günlere gelmiş, garip bir ara nesil olduk. Zorlanmamız normal... ki oldukça da iyi idare ediyoruz. “Bizim aklımız ermiyor” diyerek hiçbir yenilikten el etek çekmedik. Birçoğumuz birçok konuda, teknolojiden yararlanıyor. Ama gençlerimizin durumu biraz tuhaf... O çok amaçlı telefonları olmadan, neredeyse nefes bile almıyorlar. Üstelik ülkemiz bu konuda birçok ülkeyi iyice sollamış durumda. E biz her türlü severiz abartmayı, “Vur” deyince öldürmeyi...
İnşallah geçer bu furya. Zira bu gidişat hiç iyi değil. Tanıdığım bir dolu genç, sanal ortamda harikalar yaratmaktayken, gerçek hayatta resmen a-sosyal. Hele sanal cinsellik; gerçekten tehlikeli boyutta... Yapmayın çocuklar, doğrusu bu değil. Ekrana değil de gerçek göze bakmanın, el ele, diz dize olmanın, sarılıp öpüşmenin, dokunmanın yerini hiçbir şey tutamaz. Sonra çok pişman olacaksınız ama yaşınız geçmiş olacak. Ne diyeyim? Belki şimdi çocuk olanlar büyüyünce, düzelir bu esas amaçtan sapma durumu. Ne de olsa onlar teknolojinin içine doğdular, daha kolay sindirirler. Biz görmeyiz herhalde de inşallah bir nesli kurban vermeden, az zararla atlatırız bu geçiş dönemini.
Son iki paragraf, şu mecburi kısıtlanma, uzak kalma, dokunamama, eve kapanma halleri olmadan son derece geçerli. Şimdilerde ise neredeyse bütün dünya, somut somut, insan insana birlikte olmanın hasretini çekiyor. Bu günler geçince –geçerse tabii- ne halde olacağımızı düşünemiyorum. Tahmin edildiği gibi yapay zeka ağırlıklı bir dünya yaratıldığında biz neresinde ya da nerede oluruz bilemem... ben ve yaşıtlarım ölmüş olabiliriz diye avunduğum da olmuyor değil ama ya umduğumuzdan önce oluverirse..? En siniri de çip takılmış ev hayvanı gibi sürekli izlenebilir olmak geliyor galiba herkese. Zaman zaman toplu bir panikleme oluyor, millet telaşla birbirine ilginç önerilerde bulunuyor. Yok, artık facebook kullanmayın, yok, instagramı bırakın ‘bilmem ne’yi kullanın, yok, tüm mesajlar denetlenecek, telefonunuz dinlenecek, bilgisayarınızın kamerasını bantlayın vs.vs. biiir dolu anlamsızlık.
Yahu gelecek zaman gibi konuşmayın diyesim var. Mesela telefonlar zaten nicedir dinlenmiyor mu? Ben kendimden biliyorum, gazete yazarı olmak, ezelden beri netameli bir durumdur, hep topun ağzındasın. Vaktinde sevgili Engin Aktel bir imza gününde anlatmıştı, gazetecilik günlerinde telefonla konuşurken araya tıkırtılar, nefes sesi falan karışırmış ki o zamanlar şartlar biraz daha ilkel olmalı. Bir gün bunlar iki arkadaş konuşurken birden dayanamayıp “Ne dinliyorsun ulan?” diye başlayıp ana avrat küfürler savurmaya kadar gittiklerinde, karşıdan titrek bir ses “Abi lütfen yaa... ayıp oluyor... biz de görevimizi yapıyoruz” diye cevap vermez mi... Buyurun. Bu kim bilir kaç yıl önce. Şimdi tabii bu kadar kolay değil anlamak ama ben artık iyice alıştım ve anlıyorum dinlemeye geçildiğini. Eskisi gibi tıkırtı falan olmuyor ama kendi sesin aniden yankılanmaya başlıyor. Ayrıca kimi zaman dikkatten kaçan bazı aksamalar da oluyor. Bir arkadaşım, telefonla konuşurken aniden bir hapşırma olmuş mesela, ikisi de birbirlerine “geçmiş olsun” demişler önce. Sonra “Sen mi hapşırdın, ben mi hapşırdım?” derken dank etmiş tabii.
Bir kere uzun konuşulunca mutlaka dinleniyor, sonra bir takım kod sözler varmış, onlar geçince dinleyene uyarı gidiyormuş, bir de Ermenice konuşursan ohooo... hepten tu kaka. Ben sık sık “Kardeeeş çekil aradan dedikodu yapıyoruz, kötü bir şey söylemedim” derim. Bazen “Boşuna vakit kaybetme ben artık gazeteci değilim” dediğim de olur ama bir yerlerde yazı yazan daima netamelidir tabii, bilirim. Ah geçen akşam beni çok güldüren bir şey oldu, onu da anlatayım, bari bu sevimsiz konuyu da mizaha bağlamış olayım.
Sık sık telefonlaştığım bir arkadaşım var, bizim ekipten. Sarveeen! Kulağın çınlasııın! Genelde uzun konuşuruz, dedikodu falan da yaparız, gülüşürüz ve de kesinlikle dinleniriz. Ben bilirdim, farkına varırdım ama o bilmezdi, nereden bilecek? Ta ki geçen gün bir polis telsizi sesi gelene kadar. “Ay ne oluyor yahu?” dedi, ben de “sorun yok, dinliyorlar” dedim. Ne cevap verse beğenirsiniz? Bir an bile duraklamadan “Bana bak kardeeeş mutlaka Bercuhi Berberyan’ın ‘İster ağla ister gül’ kitabını al ve oku ve de herkese söyle e mi?” Nasıl? Kahkahadan konuşamadım. Şimdi artık alışkanlık edindi, her tıkırtıda aynı lafı ediyor. Boş verin dostlar gününüzü yaşayın yarın hiç yokmuş gibi anlık keyifler yaratın. Hobiler edinin, yazı yazın, yazmak epey rahatlatıyor, kitap okuyun. Dünya gizli bir kaynama, aleni bir duraklama içinde... Bari hasta olmayalım.
Bakalım gelecek, nasıl gelecek?