30 Ekim’de öğleden sonra Sığacık’a 17 mil kadar uzakta 7 şiddetinde bir deprem yaşadık. Yaklaşık yirmi dakika sonra da tsunamiyi...
Deprem şiddetliydi ve aynen 17 Ağustos Depreminde olduğu gibi dakikalarca sallandık gibi geldi, bitmek bilmedi. 17 Ağustos depremi gece yarısı yaşanmıştı, 30 Ekim’de ise gün ortasıydı. Umalım ki bu durum can kaybını çok çok azaltmış olsun.
Ben deprem sırasında araba içinde Sığacık merkezdeydim, üç dakika sonra da Sığacık’a 1 km uzakta olan Atlantis Tatil Köyü’nde. Sarsıntı şoku ve korkusu insanların üzerindeyken, Atlantis’in Akkum kumsalında deniz yüz metre kadar çekildi. Kum zeminde zıplayan balıklara bakarken, su yavaş yavaş geri gelmeye başladı, sadece çekilen yerle kalmadı, yüz metre kadar içeri de girdi. Sonra yine yavaşça çekildi, kumsalda krem beyazı köpüğümsü dokuda bir tortu bıraktı. Bitti diyorduk ki üç kez daha çekildi ve ilerledi. Yaklaşık yarım saat sonra deniz tamamen sakinleşmişti. Kumsalın yüzeyi köpüksü madde ile kaplanmıştı, kumsaldaki şezlonglar, masalar denizde yüzüyordu.
Bu anlattığım “dehşetli ama fazla zarara yol açmayan” görüntülerin aslında çok hafif şeyler olduğunu sonra sosyal medyadan, izleyenler televizyondan bense sabah Sığacık’ta yerinde gördüm.
Sığacık’ta deniz 300 metre kadar çekilmişti kimilerine göre, sonra da 500 metre kadar içeri girmişti. Su seviyesi çekilme ile taşkın arasında yaklaşık üç metre yükselmiş olmalıydı. Bu müthiş olağanüstü bir hareketlenme ve basınç yaratmış olmalıydı önüne çıkan her şey üzerinde. Rakamlar söylence, ama gerçek olan birkaç gözlemimi paylaşabilirim:
Atlantis ile Sığacık arasındaki Teos Marina en büyük hasarı almıştı. Sayılar uçuşuyor ama 30 kadar tekne batmıştı. Bu sayıya marina dışındakiler de eklenince batan tekne sayısı 50-60’a yükseliyordu. Marina dibinde temizlenmesi geciktirilmiş ya da temizleme zamanı yeni gelmiş çamur tabakası, çekilip geri dönen sularla Sığacık sahilinden Kaleiçi’ne ve Kale çevresinden park tarafından diğer yerleşim kısmına yürümüş ve sular geri çekilirken kale duvarlarının engeli nedeniyle çamur Kaleiçi’nde kalmıştı. Evlere, dükkanlara, lokantalara büyük bir ivmeyle 130 cm kadar yükselerek giren su tamamı bir ya da iki katlı binalardan oluşan bölgenin alt katlarında ne var ne yok dağıtmış, hafif olanları tekrar sürüklemişti.
Kale duvarı ile sahil arasındaki yolda olan arabalar ya da kafe, lokantaların açıktaki malzemeleri ise ya deniz içindeydi, ya kullanılmaz halde.
Sahil bandı, yol ve kaldırım sağlam gibi görünüyordu, ama yürürken altının oyulmuş, boşalmış olduğu hissediliyordu. Yani doğa, deniz kenarında kendinden alınan dolgu alanlarını tekrar kazanmak için ciddi bir hamle yapmıştı. 17 Ağustos depreminde Değirmendere-Gölcük’ten farkı, bu hamlenin tam sonuçlanmamış olmasıydı.
Tek teselli, buralarda, yani deprem merkezine en yakın yerlerde binaların ayakta kalmış olmasıydı. Merkeze daha uzak noktadaki İzmir’in kimi yerlerinde görülen yıkımdan eser yoktu. Bu üzerinde hep konuşulan, hatta sloganı bile olan bir konumuzdu: “Deprem değil kötü yapı ve yapılaşma öldürür...“ İşte bir daha tanık olmuştum buna. Atlantis tamamı kaya üzerinde kurulu ve bir-iki katlı binalardan oluşan bir tatil köyüydü, bu sarsıntıda birkaç bardak kırılması ve bazı sıva çatlakları dışında bir sorun yaşamamıştı. Sığacık (yeni dönem yapıları hariç) bir-iki katlıydı, kayalık zemindeydi, dolgu alan ve marina çamurunun yarattığı ciddi hasar dışında yıkıntı vb olmamıştı. İzmir en az üç kat daha uzakken sayıları fazla olmasa da binalar çökmüş, azımsanmayacak sayıda binada ise ciddi hasar meydana gelmişti.
20 yıl arayla yaşadığım bu iki deprem her şeyi anlatıyor sanırım. Bu özetlemeye ekleyebileceğim üç kelimem bile yok...