Perşembe, 03 Eylül 2020 09:43

Artık böyle mi yaşayacağız acaba?

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Daha ne kadar sürecek dersiniz bu illet? Yoksa artık hep böyle mi yaşamak zorunda kalacağız? Kimileri hiç aldırmamaya devam ediyor, kimileri hemen tırsıp bir kapanış kapandı, bir daha açılamaz görünüyor. O aldırmayanlar, diğerlerinin büsbütün korkuya kapılmalarına neden oluyor ki ben biraz öyleyim doğrusu. Bu aldırmazlık ki bence asıl nedeni cehalettir, dehşet verici bir düzeyde. Yok sayınca yok olacak sanıyorlar herhalde. Ülkemiz de en başta gidenlerden. Neydi o bayram tatili furyası? Otobüsler dolusu insan fırladı bir yerlere gitti. Kim, nereye ne kadar bulaştırdı ya da nereden ne kadar kaptı bilinmez... Adalar ise adeta baskına uğradı. Büyükada ve Kınalı doldu taştı, katledilen doğa da arada kaynayan oldu. Burgaz bu açıdan biraz şanslı sayılır, malum iskeleden çıkar çıkmaz denize girme kolaylığı olmadığından pek tercih edilmiyor. Allahtan...

Ve de inanılır gibi değil ama neydi o Ayasofya’nın ibadete açılışı rezaleti? Ah o nasıl akın akın bir koşturmaydı öyle? Ne maske, ne sosyal mesafe... Sanki Bizans yeniden fethedildi. Gördünüz herhalde, sosyal medyada destan destan paylaşıldı durdu. Demez misin şimdi? Yahu zaten vaktinde kiliseden camiye çevrilmiş, sonra o haliyle müze olmuş ve de her şeye rağmen her iki din açısından kesin bir ibadet yasağı falan da yok. Toplu olarak değil ama insanlar orada dua da ederdi namaz da kılardı, kimse karışmazdı. Bu her türlü kalabalığın tehlike arz ettiği dönemde, nedir yani ispatlanmaya çalışılan? Şehirde cami eksikliği mi vardı? Kariye’yi de katıyoruz artık, oh ne güzel... Eee... Çamlıca’daki dolup dolup taşıyor ya, yetmiyor. Ay bu konuyu kapatayım ben, çünkü usturuplu konuşma güçlüğü çekiyorum.

Daha kişisel yakınmalara bağlayabilirim, hatta yine biraz dert yanabilirim. Zaten bunalımım geçmiş değil. Mesela tam tersi biraz da temkinde aşırılık örnekleri verebilirim. Benim bir ana kız komşum var, altı aydır evden dışarı adım atmadılar. Tüm alışverişlerini telefonla veya İnternet'ten yapıyorlar, kapıları çalındığında hemen maskelerini takıyorlar, gelen malları dışarıda bıraktırıp, parasını bir karış aralıktan kartla temassız ödüyorlar, yere bırakılan malları birkaç saat sonra içeri alıyorlar. Tabii maske ve eldivenle dokunuyorlar her birine ve de önce spreyle dezenfekte ediyorlar. Sonra her şeyi deterjanla yıkıyorlar, tüm poşetleri atıyorlar, kuruyan malları cinslerine göre yepyeni steril poşetlerle, kutularla, kavanozlarla, gayet steril dolaplara koyuyorlar. Evin her tarafını her gün çamaşır suyuyla siliyorlar. Klimaları var, dışarıdan mikrop girer diye hiç pencere açmıyorlar. Nasıl hijyen ama? Biraz manikçe değil mi?

Geçen gün tüm bunları telefonda anlattı bana da oradan biliyorum. Kapıcı servise maskesiz giderse, delikten bakıyor, kapıyı hiç açmıyormuş. O yüzden beni aramış ki ben de sürekli maske takmaları için baskı yapayım. Ha bir de onlara alınacak maskelerin parasını apartman aidatına eklemek için. Ne diyeyim? Ben de kendimi kıl sanıyordum. Eve giren her şey gibi paraları bile yıkıyorum ve de yeşillikleri sirkeli suda bekletmeden yemiyorum, evime hâlâ kardeşimden başka kimse gelmiyor, kimselere gitmiyorum.

Ama bizim kapıcılar, çoluk çocuk, torun tosun, sülalece memlekete tatile gitmişlerdi. Amanın! Allaha emanet! Tam yirmi gün... Servis mervis yok, tabii mecburen arada, takıp maskemi çıktım. Biliyorsunuz, defalarca yakındım, maske takmak benim kâbusum. Kan ter içinde kalarak katlanıyordum da, eve geliş de başka bir dert. Apartmanda iki üç aileden ve benden başka herkes yazlıkta olduğundan bu kez de asansöre binmeye korkuyordum. Niye? Ya ben içindeyken elektrik kesilirse? Kime sesleneceğim? Aldıklarımı çekçekle asansöre koyup kat düğmeme basıyor, kendim merdivenden çıkıyordum. Eziyete bak, bu sıcakta. Şimdi merak ettim acaba bu yazı çıktığında biraz sonbahar havası olur mu? Adalarda yaşayanlar, serbestliği abartmama kaydıyla nispeten rahat olmalı, balkondu, bahçeydi, denizdi, tenhada yürüyüştü... Biraz rahatlatır insanı. Epeyce kültür etkinliği de oluyor, izliyorum. Sosyal mesafeye uyulduğunu umuyorum tabii. Şehirde olmak zor, hele ada çocuğu gibi büyüyüp bu yaştan sonra mecburi olursa. Diyeceksiniz ki; sen de biraz fedakârlık yap da at kendini bir adaya. O kadar kolay değil ama. İnzivaya çekilirsen başka da malum yazı çizi işleri yüzünden, şehirle sürekli ilişki mecburiyeti ve taşınma, ev kapatıp ev açma yalnız olunca zorlayıcı oluyor.

Peki, böyle kısmen de olsa eve kapanmış ne yapıyorum, değil mi? Nasıl vakit geçiriyorum? Telefonla veya maille soranlar oluyor. Vallahi yazıyorum çiziyorum, daha doğrusu çizeceğim. Biraz havanın serinlemesini bekliyorum, tezgâh kurduğum köşe pek sıcak. Bir de gözlerim yanana kadar okuyorum, istemesem de sosyal medyaya takılıyorum, eh ister istemez, bipleyince bakılıyor. Aman neler var neler, sağlık bakanımızın her gün düzenli olarak rapor verdiği gerçekliği tartışılan Covid istatistikleri de tuzu biberi... Kafayı yer insan... Ha bir de televizyon izliyorum. Özellikle belgeselleri, uzayla, doğayla, hayvanlarla, arkeolojiyle ilgili belgeselleri... Bizim kanallara da arada bakmıyor değilim ama ‘Kim milyoner olmak ister’ hariç, eski diziler ve saçma sapan yarışmalar var.

Mesela; ‘Yaparsın aşkım’. Hani, hoplayıp zıplayıp, toplar atıp, bardaklar kırıp, acı biberler yiyip araba kazananlar var ya, işte o. Hani kırk yıl geçse akıllarına bile gelmeyecek tipler durmadan birbirlerine “aşkım” diyorlar ya... Sonra; ‘Doya doya Moda’. Büyük beden kızlar yarışıyor, ne yapsınlar manken gibi kızlar bulamıyorlar zahir. Birkaç kez takılmak gafletinde bulundum. Aman, aman, o ne hengâme... Her biri şöhret peşinde, adeta kenar mahalleden fırlamış genç kız, avaz avaz bağırıp birbirlerini gırtlaklayacak hale geliyorlar. Sonra; ‘Master Chef’ var... Aferin Acun’a bastırmış parayı tüm formatı satın almış. Yabancı kanalda bayıla bayıla izlediğimden ona bazen bakıyorum. Şeflerimiz yemekleri tadarken idam fermanı imzalayacak gibi davranmasalar...

Ruh halimi anlıyorsunuz değil mi dostlar? Buraya kadar yazdıklarımı şöyle bir okudum da biraz daldan dala atlamış hatta uçmuş gibiyim. Bu kadar dağılmışsam nasıl bağlayayım, nereye bağlayayım diye düşündüm biraz. Ama durun, ciddi ve düşündürücü bir bağlama yapabilirim. Bir takım gizli dosyaların deşilmesiyle ilgili bir belgesel izledim dün gece geç vakit, son zamanlarda zaten zor bulduğum uykularımı büsbütün kaçırdı.

Hitler, vaktinde biyolojik savaşlarda kullanılacak öyle virüs, mikrop, zehir gibi silahlar üretme çalışmaları yapmış epeyce ve de bunlar Nazi kamplarında esirlerde denenirmiş. O malum olaylar bitince CIA, o mikrobiyologlardan kimini bu tarz gizli silahlar üretmek için yavaşça bünyesine almış. Bunlardan biri: ilk adını aklımda tutamadığım Dr. Oslo. Ve bu adamın çalışmaları sonucu elde edilen ve bizim ancak 70’lerde duyduğumuz LSD ile birçok mahkûm ve Fransa’da Pont-Saint Esprit adlı bir köy halkı çıldırmış. Bütün detayları internette var. Malum madde sinsice ekmeğe katılıyor, yiyen hayvanlar bile çıldırıyor ve bu olay 1951’de oluyor. Bir dolu bahaneyle örtbas ediliyor tabii ve artık bu işlere bulaşmak istemeyen Doktor, New York’ta bir otel odasında intihar süsü verilerek öldürülüyor. CIA bunu hâlâ inkâr edermiş ama ben bunların araştırıldığı bir belgesel izledim. Bu biraz karmaşık yazıya bu konuyu dâhil etmemin nedeni ise insanların, daha doğrusu devletlerin bu kimyasal silahlardan bir türlü vazgeçememesi yüzünden, bu illetin tarihteki nice örnekte olduğu gibi başımıza gelmiş olması ihtimali. Ne dersiniz?

 

Maske

 
Son değişiklik Perşembe, 03 Eylül 2020 17:35
Yorum yapmak için oturum açın