Pazartesi, 28 Mart 2016 13:36

Ada’ya varmak

Pervin Tuğan
Ögeyi değerlendirin
(1 Oylayın)

Yavaş yavaş çıkıyordu yamacı tırmanan yoldan. Uzun mesafeler kat ederek geldiği yolun verdiği yorgunluk hızını kesiyordu ama kuzey rüzgârının serinliği ilkyazın tazecik havası gibi tuhaf bi tatlılık katıyordu bu yorgunluğa. Denizden ılık ılık esen yel yamaçtan yukarı çıkarken yanaklarını yalıyor, sanki yoldaşlık ediyordu ona. Her bir yanda açmış erguvan dallarının renklerine, gecikmiş açan akasya ve iğde çiçeklerinin kokularına hayran kalmıştı. Unuttuğu çocuk neşesine yeniden kapılmanın heyecanı ile adımlarını hızlandırdı farkına bile varmadan.

Oysa nasıl da her anının, her adımının, her metresinin farkına varmak istiyordu bu mekânın. Gökyüzünün parlak canlı mavisinin, her esintide yeşilin binbir tonunu yansıtan kavak ağaçlarının canlılığının... Arnavut kaldırımlarının arkasından gökyüzüne adeta koşarcasına fışkıran rezenelerin ve dahi kaldırım taşlarının arasından yük çeken minik karıncaların...

Hayatın en küçük ayrıntısının, her bir parçasını görmek, duymak, koklamak, dokunmak, konuşmak istiyordu sabırsızlıkla. Geçmişte kalan her yaşantısını yeniden adlandırmak isteği de bu sırada çıkmamış mıydı? Sevdiği o şarkının sözleri dökülüverdi dilinden; “... bugünkü aklımla severim şimdi... ikinci baharı yaşıyor ömrüm...”

Derin bir nefes daha aldı bu güzelim ilkyaz esintisinden, körükledi göğüs kafesini ve daha bir gayretle tırmanmaya başladı yaşına göre artık dik sayılabilecek yokuşu. Az sonra görebilecekti onlarca yıl evvelinden çekip çıkarılacak bir yaşantının ucunu...

02 cinar 280xDış görünüşüne bakılırsa yaşı yanlış tahmin edilirdi. İnce uzun biçimli bacakları boyunu olduğundan daha uzun gösterirken başından eksik etmediği –mevsimine göre şekil değiştiren hasır ya da kumaş- şapkası ve fuları, bol cepli keten yeleği ve neredeyse sırtı ile bütünleşen adidas sırt çantası ve bol cepli klasik kesim keten pantolonu ile adaya turistik amaçlı gelmiş bir gezgini andırıyordu. Ada iskelesine indikten sonra uğradığı belediye başkanlığı su aboneliği işleri bürosundaki memur da turist zannederek sınırlı İngilizcesiyle konuşmamış mıydı zaten! Türkçe karşılık vererek bir abonelerinin bilgisine ihtiyaç duyduğunu söylediğinde memur derin bir soluk almıştı. Nereden aklına gelmişti sahi Seyide Hanım’ın evinin nerede olduğunu belediye su aboneliği biriminden öğrenmek? Bir kitaptan okuduğu mu yoksa izlediği bir filmden mi aklında kalmıştı? Yoksa soran gözlerle belediye başkanlığı binası kapısından girerken oluşuveren kendi yaratıcı zekâsının sonucu muydu? Her neyseydi işte buluvermişti ya yıllar evvelinde kalan sevgi dolu bir kucağın bal gibi bir yanağın adresini.

Yokuş az da olsa kaybetmeye başlamıştı eğimini, tam da bacaklarındaki dayanma gücünün azaldığını fark ettiği sırada. Belediye zabıtası ahizeyi hızlı bir hareketle eline tutuştururken de böyle olmuştu. Nefesi kesilir, bacakları titrer gibi... Ve Seyide Teyze’nin billur sesi:

- Zabıta bey, kim görüşmek istiyormuş benimle telefonda anlamadım!

- Benim ben Seyide Hanım Teyze. Mehpare Hanım’la Mehmet Bey’in kızları Canan.

- .....!

- Hani Gemerek’te görev yaparken beraber çalıştığınız Mehmet Bey’le Mehpare Hanım’ların kızı Canan vardı ya!

- Mehpare Hanım! Hıııı! Mehpare Hanımın kızıııı! Ah yavruuum!

Bugün şu ülkede kaç insan kalmıştı bir sevgiyi on yıllarca bırakmadan büyük vefa ile taşıyan? Kaç insanın yüreği kalmıştı? Seyide Hanım Teyze’nin sevgi ve emek dolu yüreği gibi...

İki yanını yaşlı çınar ağaçlarının kuşattığı yolda keyifle atıyordu adımlarını. Çınar ağaçlarının arkasında yükselen duvarların koruduğu bahçelerden taşan asma güllerin kokusu akasya ve ıhlamur kokularına karışıyor, güzel kokuların birliği tanımlanamayacak başka güzellikte kokular yaratıyordu. Güneşin ışıklarının yola düşmeden evvel uğradığı çınar yapraklarının arasından (ağaçlarının geniş yapraklı dallarının gölgesinin arasından) beyaz boyalı ahşap kagir iki katlı evler görünüyordu. Sanki tarihin sayfaları epey zamandır çevrilmeden kalmıştı bu şehirde. Tek tük geçen faytonlar da olmasa yolda kedi ve köpeklerden başka trafik de neredeyse olmayacaktı.

Seyide Teyze yaşamak için ne güzel bir yerleşim seçmişti böyle. Memleketini değil de bu beldeyi seçmişti yaşlılık günleri geçirmek için! Haydi, memleketi vasatın altında bir bozkır kasabasıydı da ülkenin binleeerce beldesinden biri değil de bu ada beldesi! Neden? Sahi peki kendisi nasıl ve neden bulmak istemişti Seyide Teyze’yi, nereden aklına gelmişti on yıllar öncesindeki çocukluk dostunun peşinden iz sürmek? Geçmişin peşine düşmek dedikleri de değil başka bir sorunun cevabı olmalıydı. Teknoloji ile arasına mesafe koymayı tercih eden insanlardan biri olmuştu ama ‘geçmişin değerlerini bugüne taşımak’ dediği bir amaç uğruna bilgisayarın başına geçmiş, ‘dakikalarını hovardaca harcamış’ ve bir arama motoruna sormuştu işte: ‘Seyide Turgay nerededir?’ sorusunu. Cevabını aldığı zaman sevinci görülmeye değerdi; bir hayatın daha izini bulmuştu sanki Ay yüzeyinde...

Sahiden de ne güzel bir yere yerleşmişti, daha doğrusu yerleşebilmişti. Az sonra görecekti Seyide Hanım Teyze’yi ve yer-leş-tiği meskenin suretini. Merak ve heyecanla adımları hızlandı.

Alışıla gelmiş birbiri ardınca çıkıveren daracık sokaklarda birbiri üstüne yükselen sıkışık bunalmış evlerin değil, uzuuuun bir sokağın iki yanında yayılmış evlerin, rehavet içinde nefesleri arasından geçiyordu. Ve sanki her bir ev, bi karakteri yansıtıyordu sokağa. Ayrı bir kişilik, ayrı bir yaşanmışlıklar birikimi... Belki de asırların birikimi anılarının üzerinden sokağa seslenir gibiydiler. Belki de bu yüzden yürüdüğü anda sokaktaki sessizliğin içini dolduran bir şenlik havasında hissediyordu kendini.

Seyide Hanım Teyze, belki bu şenlik havasını solumuş da ve hep solumak istemiş olup da yerleşmişti Ada’ya...

Ada! Nefes alınacak ve hatta şen-esen kalınacak bi ada!

İyi de bu adaya nasıl gelip yer-leş-mişti? Bir anda kendini Seyide Teyze’nin çocuğu yerine koydu. Yani kendi ailesinin de şu Dünya’da Ada’ya yer-leş-mek gibi bi hakkı vardı da babası-annesi mi kullanmak istememişti!? Böyle bir hakkı kullanmayan baba ve annesini kınamaz mıydı? Hem de nasıl? Hatta nasıl da kızaaardı nasıııl! Hayatı boyunca bu ülkenin ikinci sınıf vatandaşı muamelesi görmüş memur çocuklarının yaşadığı kaderi kalın bi çizikle değişmiş olmaz mıydı o zaman hı!? Ah baba ah! Azıcık okul harçlığıyla alınan o simit şu deniz manzarası eşliğinde yenilen, yaz sıcağında bunalıp ter ter terleyip ekşimiş peynir gibi kokmak yerine deniz kıyılarında serinlenilen, cennet gibi koylarla, tertemiz sokaklarla ışıltılı evlerin arasında geçirilen çocukluk ve ilk gençlik çağlarını yaşamamıza bari sen hak tanısaydın... Ah baba ah!

Çocuk hayallerimizi süsleyen deniz kabuklarının kulaklarımıza salıverdiği rüzgârın uğultusu bile bizi engin denizlere yolcu ederdi. Memur ailesinin Anadolu bozkırlarından verimli tarım topraklarına uzanan yollarında geçen ömrümüz bizleri realist kılmış olabilirdi... emek-sermaye çelişkisinde tarafımızı seçip yaşantılarımızı gerçekçi adımlarla cesurca yönlendirmiş olabilirdik. Ama Allah aşkına baba; bu Ada çok da güzelmiş, burada çocukluk yaşamak harika olmaz mıydı!?..

Bu sorgulamalarla kendi kendini bunalttığının farkına vardığında Seyide Hanım Teyze’nin oturduğu sokağın önünden geçmekteydi. Sokak tabelasını görmeden geçecekti neredeyse; son anda fark etti Seyide Hanım Teyze’nin pansiyonun bulunduğu sokağı. Bazı zamanlarda bazı ortamlarda yaşanır; pek çok duygunun düşüncenin insanın beynine hücum ettiği, adeta fırtına estirir o an o mekân. Geçmişle şu an arasında köprüler kurdurur ya da kurulu köprüleri sallayıp attırır ya hani... işte öyle yoğunlaşmış duygulanmalar yaşamaktayken girebildi köşelerini incir ağaçlarının koyu gölgelerinin kapladığı sokağa. İki yanında da incir ağaçlarının koyu yeşili sıralanmış, aralarında beyaz ve koyu pembe zakkum ağaçları yer tutmuş bu sokak birden mutluluk tablosu gibi görünüverdi gözlerine. Aşağıya doğru uzanıyor sonra da hafifçe sağa doğru kıvrılıyordu bu tablo güzelliğindeki sokak. Sokağın aşağısında ötelere doğru koyu yeşil incir ağaçlarının arasından kıpkırmızı çiçeklerini açmış canlılık fışkıran yeşillikte nar ağaçları ve üzüm asmaları yükseliyor tablo güzelliğine başka renklerde ayrıntılarla zenginlik katıyorlardı.

Harikulade bir uyumluluktu bu görünen tabiat bütünlüğü, üzüm asmaları incir ağaçlarının üzerinde büyümüş, nar ağaçları kendisine kalan yerden güneşe yükselmiş... kardeşçe yaşamayı başarmışlardı. Biraz daha ilerleyince nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bu bahçelerde karayemişlerin de olduğunun farkına vardı. Yeşilin bin bir tonunu tamamlamak istercesine en koyu yeşil haliyle yükselmişlerdi onlar da üzüm asmalarının arkasından. “Ada’sın ama büyüksün be!” diye mırıldandı. Evet, burası bir ada olduğu halde ‘büyüüüüük’ bir ada idi... Dünya’nın adasıydı...

Güneşin ufukta uzanan ışıkları gözlerini almaktaydı artık. Ellerini alnına siper ederek bakıyordu çift kapı numaralarına. Aksi gibi sokağın sağ yanındaki kapılar da tam güneybatı yönündeydi. Neden sonra aklına yeni yaptırdığı güneş gözlükleri geldi, nedenini tam olarak bilmeden bu güneş gözlüklerine eli varmazdı işte. Çocukluğunda güneş gözlüğü takan kişilerin lüks hayat sürdükleri ve kendi yoksul hayatlarına yabancı oldukları algısı oluşmuştu belki de. Ve güneş gözlükleri çevreden kendini yalıtmak için kullanılır gibi bi kanı buradan beri gelmiş olabilir miydi? Oysa güneş alerjisi açığa çıktığından bu yana güneşe karşı korumalı gözlük kullanması gerektiğini doktoru söylemişti. Güneş ışınlarından koruması gerekiyordu kendisini, çevre ile mesafe ayarı yapmak şöyle dursun...

Ne kolaymış meğerse güneş gözlükleri ile güneşe karşı yürümesi. Ne cehennem azabı çektirirmiş meğerse zavallı gözlerine. Güneş gözlüğünün neresi aksesuar kullanmak oluyormuş anlaşılır gibi değildi doğrusu, bal gibi dünyaya açılan pencerenin renkli cama duyduğu ihtiyaçtı işte!

Parke taşları arasından biten ayrık otları sandaletlerinin bastığı yeri halı gibi yumuşacık hissettiriyordu. Belli ki yaya yolu olarak işlek değildi bu uzuuun sokak. Eski yerleşimlerin bir özelliği gibi düşündü bu uzun sokaklılık halini; ada ada, parsel parsel bölümlenmemiş, hayatların katı kurallarla birbirinden ayrıldığı İstanbul’un beton blokları arasında rastlanmayacak bir duruş... Uzuuun sokağın birbirine kol kola girmiş ama her bahçesiyle ayrı bir benliği olan komşu evleri arasında Seyide Hanım Teyze’nin evinin hangisi olabileceği merakı çok artmıştı ama gelin görün ki yüksek bahçe duvarları, arkasında yükselen hayatların görünmesini de engelliyordu.

03 ada 280xİşte! Numarası 56 olan kapı. Döküm kapının ağırlığı görüntüsünden menkuldü. Üzerindeki tablayı kaplayan kırmızı kiremitlerin bitiminde yağmur borusu olamadığından kararmış yosunların rengine boyanmış kapı gerçekten de eski vakitlere ait bir eve açıldığı hissini uyandırıyordu. Döküm kapının üzerinde illa da işçilik dercesine demir süslemeler çivilenmiş, nakışlı bir sanat eseri ile ev sokaktan ayrılmıştı. Marmara Adası’ndan getirilme mermerden yapılmış iki basamaklı merdiven de sayılırsa sokak evden sağlamca bir yalıtılmıştı doğrusu. Evi tanımak için daracık kaldırımdan aşağı inip başını yukarı kaldırdı. Hani sevdiklerinize ait ne varsa tanımak istersiniz ya uzun bir ara verdikten sonraki ilk karşılaşmanızda; hele de yaşadıkları evi... İki katlı yüksek tavanlı bu evin mimarisi Cumhuriyet’in kurulduğuna tanıklık ettiğini anlatıyordu. Köşeleri kesme taştan, birkaç yerinden dökülen sıvaların söylediğine göre de ahşap kagir... yüksek iki kanatlı pencerelerinin kasası hala ahşap kalmış ama sıkı da verniklenmiş hani (yani hafif metallerden yapılmış pencere doğramalarıyla değiştirilmemiiiş!) heybetle yükselmeye devam eden ‘konak’ tabiri ile anılan aslında bir devrin orta halli memur ailelerinin yaşadığı bir hane demek tam da yerinde bir tanımlama olurdu ama eksik kalırdı. Müteahhitlere kat karşılığı verilmek üzere bir gece yarısından sonra aniden yanıveren ve tinercilerin mesken edindiği ‘metruk bina’ olmasın diye üzerine titrendiğini çatısından da belli ediyordu. Emanet alınmış ne varsa ertesi gelene devretmek istercesine ille de çatısı bir sağlam edilmiş, dikkat çekiyordu. Geniş çatı saçaklarının alt tarafında yeni verniklenmiş ahşap kaplama ışıldamasıyla göz alıyordu. Tarihi eser buna denir, dedi kendi kendine. Ve döküm kapının üzerindeki aslan başı minyatürü kapı tokmağını vurdu: Tı tık tı tık tık! Tı tık tı tık tık!.. Bir süre beklediği halde açılmayan kapıya tekrar vurdu aslan başı tokmağı kendine özgü ilan ettiği vuruşuyla: Aç gel aç gel gel! Aç gel aç gel gel! Ama yine açılmadı kapı. Son hamlesine hazırladı göğüs kafesini, şişirdi ve salıverdi soluğunu:

- Seyide Hanım Teyzeeee! Seyide Hanım Teyzeeeee!

Bu defa çok bekletmeden kapı açıldı. Kapı kanatları arasından uzun boylu siyah saçlı çok güzel genç bir kadın göründü:

- Buyrun!

- Seyide Hanım Teyze’yi görmek istemiştim ben.

- Kim geldi diyeyim?

- Af edersiniz, adımı söylemeyi unuttum heyecandan. Adım Canan.

Genç kadın geri döndü ve kapıyı da arkasından kapatarak içeri girdi.

04 ada 280xCanan sırt çantası ile bir süre beklediği halde kapıda bir hareketlilik olmadı. Bu durumu garip bulmasına rağmen beklemeyi sürdürdü. Kapı yine açılmayınca etrafına bakınarak oturacak bir yer arandı. Arkasına döndüğünde yüksekçe bahçe duvarının önündeki yükseltiyi fark etti. Yerden yarım metre kadar yüksekte kesme taşlardan örülmüş kireçle badanalanmış oturma yerine yerleşirken ‘Burada usul böyle demek, misafir kapıda bekletilirken ayakta kalmasın da otursun diye oturma yeri bile kurulduğuna göre...’ diye söylendi. Gerçekten böyle bir misafir karşılama usulü olabilir mi diye düşünürken döküm kapının açıldığını gördü. Kollarını iki yana açmış da allı güllü geniş yenli elbisesiyle yaşlı bir kadın.

- Canaan, yavruuum!

- Seyide Hanım Teyzeee!

Yerinden hızla doğrularak ayağa kalktı ve gülümsemesinde hüzün yüklü olan bu yaşlı kadına doğru ilerledi. Kırçıllanmış saçlarına taktığı narçiçeği kırmızısı rengi bandanayı kulaklarının arkasına bağlamıştı yine. Çocukluğundaki Seyide Teyze aklaşmış saçları ve biraz göbeklenmiş haliyle yine kucaklıyordu işte şimdi kendisini. Boynundan aldığı beyaz sabun kokusuna karışan nane kokusu elbiselerinden mi kaynaklanıyordu bilmiyordu ama ‘işte anne kokusu’ diye düşündü.*

Kucaklaşmaları uzun sürdü. Seyide Hanım’ın gözlerinden sızan gözyaşları Canan’ın yanaklarını da ıslatmıştı. Yoksa Canan’ın gözyaşları da var mıydı o ıslaklıkta! Bazı anlarda yanınızdaki insanla aynı çarpar yürekler, duygular yan yana durur, soluklar aynı solur, gözler aynı bakar; içten ve anlaşmışlık dolu... kollarını biraz gevşettiler ve Seyide Hanım ile birbirine bağlı halde bir süre böyle baktılar birbirlerine. Aradan geçen onlarca yılın hikâyesi bir yana bu anlam yüklü bakışlar bile yetiyordu sanki yaşanmışlıklarını aktarmaya... İkisi de epeyce esrikleşmişti ki önce Seyide Hanım toparladı kendisini:

- Zaten Nadina kapının önünde yeterince bekletmiş seni şu yorgun halinle bir de ben bekletmeyeyim. Hadi içeri girelim. Nadina’nın kusuruna bakma sen, kötü bir niyeti yoktur onun, kendince bir önlem almış, amacı beni korumak, ben sonra anlatırım sana.

Sırt çantasını da alan Seyide Hanım kolunu Canan’ın omzuna doladı ve eve girdiler. Bu heybetli kadının bedeni güven duygusu veriyordu insana. Emekliye ayrılmış olmasına rağmen bir öğretmenin çocuklarda bırakacağı ilk izlenim olan güven duygusunu ilk anda bile veriyordu yanındakine.


1. Bölümün sonu

Son değişiklik Cuma, 01 Nisan 2016 13:08
Yorum yapmak için oturum açın