Aslında bu yazının yazılma amacı yürekte duyulan büyük bir acı. O acıyı ilk defa Beylerbeyi’nde Boğaz’da hissettim şimdiye kadar. Dünyanın yakından görmek için geldiği yer olan İstanbul Boğazı neredeyse yakınına gidildiğinde görünemez oluyor. Nedeni birilerinin para verip manzarayı satın alması. Özel mülk yapıp, tüm insanlığa ait olan bir güzelliği satın aldığı iddiası. Peki bu durum ne kadar insani ya da hak dersek dünya kanununa göre hak ama içimizdeki vicdan kanununa göre bir suç diyebiliriz. Üstelik tüm dinlerin ya da tüm inanç sistemlerinin içinde de günah ya da yanlış kabul edilebilir. Çünkü Dünya hepimiz için eşit tasarlanmış, hepimiz için eşit dağıtılmıştır. Bunun yansıması da kıyıların 50 m içeri doğru olan doğal kısmı yani doldurulmamış kısmı, tüm Dünya insanların kullanımlarına sunulma zorunluğu haline gelmesi olarak yansımış çevre kanunlarına.
20 yıldır adalıyım. Her gün onu kaybedeceğim korkusuyla başlıyorum güne. Paranoyaklık mı dersek hayır değil. İnsanların açgözlülüğü bir gün buraları da parsel parsel kapacak ve dört tarafı denizlerle çevrili bir kara parçasında denize değil girmek görmek için bile bir park arayacağız. Muhteşem bir teknoloji ile yapılmış, dünya mirası bilgilerin eşsiz çeşitliliklerinde üretilmiş mimari eserler, milyonlarca dolara satılan eşsiz yalılar, bir çok iş imkanını ve maddi serveti kazandıracak birileri için. Ama dediğim gibi birilerinin yani bütünün değil.
Oysa Adalar Dünya’nın Mona Lisa’sı değil de nedir? Paris’deki Louvre Müzesi’nde sergilenemez belki ama yerinde kalarak o müzeyi ziyaret edebilen olanaktaki insanları gayet rahat yanına getirtebilir. Sadece ziyaretle bile iki milyar dolar fiyat biçtikleri bir eser adaların ekonomik olarak satışından bile çok daha değerli. Üstelik bir açık hava müzesi ya da film stüdyosu olarak bile bu ülkeye şimdiki projeden daha fazlasını kazandırabilir. Üstelik de tüm insanlığa ait olan, denizine girilmeye devam edilebilen, yozlaşmadan uzak, doğallığı ile zamana meydan okuyan bir güzellik olarak.
Bayrak Tepe’ye öğrencileri pikniğe getirdikleri bir gün çocuklara demiştim ki “ Sadece bu alana bakarak milattan öncede mi yoksa sonrada mı olduğunuzu söyleyemeyeceğiniz bir yer burası. Doğa yüzlerce yıl kendini tekrar etmiş.
Elbette ki içinde atlar da olmalı. Elbette ki içinde barınaklar, at binme çiftlikleri, tarlalar, süt mandıraları, asma bahçeleri, kayıkhaneler, balık çiftlikleri, spor tesisleri, açık hava tiyatroları, el işinin en kaliteli sanat eserlerini ürettiği satış alanları, köşkler, eski taş binalar, konser alanları.
Ulaşımın faytonla sağlandığı (bu sayede hayvanların tıpkı diğer çalışanlar gibi emeklilik imkanları ve çalışma kanunlarının işlerliğinde kendi yaşamlarını idame ettirebildikleri, alınıp satılmadan da çalışabildikleri imkanlarının olduğu bir sistemde), teleferiklerle desteklendiği, sadece bu doğal yaşam parkında yaşamaya gönlü razı olmuşların ikamet ettiği, diğer insanların da bütün insanlık için fedakarlık yaparak burada oturup buraları kendine boyu eğdirmekten vaz geçebileceği bir yer olmalı Adalar. Biz bunu bizden sonralara olduğu kadar kendimize de borçluyuz.
O nedenle hesap bilmiyoruz biz. Elimizdeki malı yok pahasına satıyoruz. Üstelik malın sahibi olduğumuzu da unutup başkasının malı gibi satıyoruz. Yazık ediyoruz bize. Yani tüm insanlığa.