Hava soğuk ve yağmurluydu. Yaşlıca bir kadın çıktı yoluma. Koyu gri paltosunun üstüne kalın bir şal dolamıştı. Başı bağlı, kösele ayakkabılarının içinden kalın yün çorapları ilişti gözüme. Kadın, kaldırımın üstünde durdu, uzun uzun bir binanın cephesine baktı, yüzünü buruşturdu, sonra hafif güldü, başını salladı. Bu arada ben de ona yaklaşmıştım. Herhalde pencereden sokağı seyreden afacan bir kedi gördü dedim. Mahallenin zengin patileri genelde ıslak havalarda camdan sokağı seyretmesini severler.
Bakıştık. Kadın yüksek sesle gözlerimin içine bakarak “Oturulmaz anam bu evlerde “ dedi. “Nerede oturmak istersiniz meselâ” demiş bulundum. Kadın ellerini açtı, başını havaya kaldırarak “Yozgat’ta” dedi. “Anladım, dağ havası istiyorsunuz” dedim ki, kadın coştukça coştu, rahat adım atabilse belki de çılgın hareketler yapacaktı ama sadece yüksek, çok yüksek sesle “Dağına, dağına/Ucuzuna, ucuzuna” diye söylene söylene ağır ağır yürüyerek uzaklaştı.
Kimdi o kadın? Hikâyesinin bir yerinde doğduğu şehrin özlemi vardı. Kolay mıydı onun için Anadolu’dan gelip de yerini yurdunu bırakıp bir metropolün göbeğinde yaşamak? Kadının ekonomik özgürlüğü olmasa gerek diye düşündüm. Sanki tek başına hayatını idame ettiremiyor, evini yakınları veya ailesi ile paylaşıyor hissine kapıldım. Hayata atılmamış hele cahil kalmış bir kadın yaşamdan uzak kalmıştır. Eşinden bir maaş bağlanmış olsa, ona bile göz diken olabilir. Yine, besleyip eğitemeyecek kadar çocuk sahibi olan, kız evlâdının ayakları üstünde durmasını sağlamayan aileleri suçladım. Köyde çaresiz kalmış kızcağızlar bile, hiç olmazsa tarlada çalışır, el işi yapıp yine hayata karşı az da olsa güven sağlarlar da şehirli olup baba eline baka baka yastık çürüten kızlara, hele o ailelerin tutumuna ben ne diyeyim?
Evlenmemek, evde kalmışlık değildir. Evde kalmış olanlar, ne topluma, ne ailelerine ve ne de kendilerine yararı olmadan büyütülmüş kızlardır. Evliliğe gelince, orada da kadın anne olunca, ben evlâdını büyütmek ve eğitmenin en ulvi görev olduğuna inanırım. Ya sonra, ya imkânsızlıklar veya tıkanan yollar, kadınların gelişimini engeller ki burada da aydın insanların hali ve tavrı farklılık yaratır.
Kimdi o kadın? Bulunduğu şehirde yaşamıyordu, nefes alıyordu ancak, İstanbul’u tanımıyordu o kadın. Şehrin en mutena muhitinde olsa, bir eli yağda, bir eli balda bile olsa, kendisini prangalara vurulmuş hisseder de kendi toprağını özler o kadın. “Bu şehrin tanımadığım ne kadar çok yüzü varmış” dediğini hissettim. İnsanın doğup büyüdüğü toprak vatanıdır. Doyup da yaşadığı toprak o gurbeti o sıla hasretini unutturmuyor.
Bizler de öyle değil miyiz? Baharda cemre toprağa düştü mü gönlümüz Prens Adalarına düşer, akın akın Kınalı Adaya, Burgaz Adasına, Heybeli Adaya, Büyük Adaya gitmez miyiz?