Nihayet yeni kitabım okuyucularıyla buluşuyor dostlar. BGST Yayınları’ndan çıktı. Gerçekten; nihayet. Bu kez hiç kolay olmadı doğrusu, çok uzun sürdü ve çok uğraştırdı. Onca yaşanmışlık, rastgele tıkıldıkları bellek kutumdan sıralı sırasız fışkırdıkça hem ağlattı hem güldürdü. Zaten adı da bu şekilde kondu. E bir de ortaya çıkana kadar geçen sürede, bize keyifli kahkahalar attıracak nice sevilenin vakitsiz gidişi tuzu biberi oldu. Ah yaşasalardı ne kadar mutlu olacaklardı... Ben genelde süratli yazarım, uzun süre düşünür, kendi kendime konuşur, koyup kaldırır, her şeyi kafamda toparlar ve oturup bir nefeste yazarım.
Hiçbir kitabımın yazılışı bu kadar uzun sürmedi. Aslında biraz da sekteye uğradı demek daha doğru. Yazmaya başlamışken, eski Yeşilçam yönetmeni Aram Gülyüz’ün hayatını yazdığım kitap girdi araya ve de dört yılımı aldı. Meğer onun da nedeni varmış. O da gidecekmiş... Hiç olmazsa bir yıl sefasını sürdü, hatırlandı, imza günleri anma günleri oldu, hatta ödül aldı. İyi ki... Bu günlerde sık sık Nasreddin Hoca’nın kuyuya düşen ayı, gökyüzüne çıkarma hikâyesini tekrarlayıp duruyorum. Çok uğraştırdı ama oldu.
Sanırım biraz da konusundan söz etmeliyim. Sahneye ilk kez çıktığım günden hatta daha da geriden, sahne arkasında iç geçirerek dolaştığım yıllardan başlayarak ve elimden geldiğince kronolojiye bağlı kalarak, seyircinin bilmediği, bize özgü anıları, sahnenin mutfağı diyebileceğim yerden bakarak anlatmaya çalıştım. Hatırladıkça bizi hem güldüren hem ağlatan şeyleri... Henüz tazeyken belleğim, sonsuzluğa emanet etmek istedim unutulmayanları. Umarım siz de hem hüzünlenir hem eğlenirsiniz anılarımıza dalarken, anlarsınız bu birbirine zıt iki etkinin nedenini, paylaşırsınız bizimle her an içimizde sımsıcak durmakta olan duyguları. Kaybettiklerimize ve ‘Berberyan Kumpanyası’na armağan olsun.
Bu arada bir de Zoom söyleşisi atlattım. Atlattım diyorum çünkü benim için imza günüyle kıyaslanamaz bir kabustu adeta. Tabii öncesinde... Yani başlayana kadar. Sonrası oldukça keyifli ve de kendiliğinden yürüyor, hele de bu işlere çoktan aşina gençler sana yol gösteriyorsa. Düşünebiliyor musunuz? Evinizde otururken bir dolu insanla aynı anda konuşabiliyorsunuz. Hem de yurt dışındakilerle bile. Ay bu dijital hayata nasıl alışacağız acaba? Lanet olasıca pandemi... Hem bu kadar gecikmeye neden oldu hem de bu sonuç, kolay iletişimi sağlasa da benim gibi dokunmaya, sarılıp öpüşmeye yatkın ama acayip özlem duyan birini kesmedi doğal olarak. O gün elime geçen ilk ve tek kitabı her zamanki gibi kardeşime imzalamak üzere ayırdım ama şu anda sanki başkası yazmış gibi okuyorum valla.
Mantıken, hata var mı yok mu diye genel bir kontrol okuması olmalı bu ama ben anılara daldıkça tıpkı başlıktaki gibi gerçekten de hem ağlıyorum hem gülüyorum. Allahtan arada telefon, mesaj, ‘bip bip’leriyle, övgülerle, ekip içi paylaşımlarla, dertleşmelerle, gülüşmelerle kesiliyor da büsbütün kaptırmıyorum. Yoksa melankoliden hallice eski tasasız günlere özlem sendromu yaratacak. Ertesi gün protokol olarak ayrılanlar geldi ve ilk partisi Pangaltı Nostalji Kitapevi’nin raflarında yerini aldı. Siz bu yazıyı okurken başka nerelerde olacak ya da internetten nasıl temin edilecek bilemiyorum. Şimdilik bir tek Nostalji’ye fitim.
Bu arada itiraf etmeliyim ki teknolojiden ve bilumum sosyal paylaşım olayından nefret etsem de bu sevimsiz durum süratle duyulmasını sağladı. Birçok insanın daha önceki kitaplarımdan haberdar bile olmaması ilginçti ki onlar ilk kez bir kitap yazmışım gibi hayretle ve coşkuyla kutladılar beni. Vallahi “Yahu bu benim 6. kitabım” demekten dilimde tüy bitti. Neyse dilerim son olmaz ve dilerim çok kısa zamanda sevdiklerimle sarılıp öpüşebildiğim keyifli imza günlerim olur. Herkese sağlıklı yıllar. Umarım böyle bir yıl bir daha yaşanmaz.