Yıllar önce dergimiz her ay basılmaktayken, sırf “5199” şeklinde başlık atarak bir yazı yazmıştım. İki kitabımın kapağını borçlu olduğum sevgili Bülent Çelik öyle bir resim çizmişti ki o yazıya, ilk bakışta mizah içerikli olduğu sanılsa da gönül gözüyle bakıldığında gözleri yaşartmaması mümkün değil. İlk satırları, okuyucuyu sınava çeker gibiydi o yazının -bakalım bu 5199’un ne olduğunu bilen var mı?- şeklinde. Yine öyle yapasım var aslında ama uzatmayacağım. Bu 5199; bir dolu detayı olan ve de cezalar kapsayan ‘Hayvanları Koruma Kanunu’dur. Lütfen üşenmeyin şu hepimizin akıl hocası Google amca’ya bir sorun. Bakın neleri kapsıyor. Sonra da bir araştırın bakalım ülkemizde ne kadarı uygulanıyor. Şimdi de hepten kaldırılmasıyla uğraşılıyormuş. Yazıya başladıktan sonra duydum. Pek uygulanıyordu sanki de kaldırılacakmış. Üstelik bana göre yetersizdi bile.
Geçen yıl Şubat ayında Dünya Mirası Adalar genel konulu Açık Radyo’nun konuğu olmuştum. Adaların bayram halleri, eski-yeni kıyaslaması derken söz sırası faytonların kaldırılması meselesine gelmişti. Hani ben hayvanseverim ya, hayvanlar konulu kitabım da var ya; fikrimi sorduydu sevgili Derya Tolgay. “Kaldırılmalı” dememi bekliyordu doğal olarak. Oysa ben “Kaldırılmamalı” dedim, “faytonlar kaldırılmamalı, arabacılar eğitilmeli.” Böyle bir şey mümkün olabilir miydi sizce? Nitekim olmadı. Olamadı. Oldurmadılar. Yazık, çok yazık.
Keşke böyle bitmeseydi. Keşke çocukluğumuzun fiyakalı faytonları şıkır şıkır seğirtmeye devam etselerdi ada yollarında. Keşke o güzelim, o dost, o akıllı ve sadık, dalyan gibi atlar bunca haksızlığa ve acımasızlığa katlanmak zorunda kalmasalardı. Keşke hayvanseverlerin hepsi aynı samimiyette olsalardı. Değiller. İnanın büyük bir kısmı ‘dostlar alışverişte görsün’ misali show yapmaktan öteye gidemiyor. Ha bir de biraz korkaklar sanırım. Hadi ürkek diyelim, çünkü biraz ileri gittiler mi, diğerleri onlara kaçık gözüyle bakıyor. Hatta şiddet olayları bile görülüyor. Ve böylece biz ülkecek, dünyanın en hayvansevmez insanları olduk. Zaten öyleydik de beter olduk. “İt kapıda zebun gerek” diye bir atasözü başka hangi dilde var?
Biliyor musunuz, bu yazıyı yazabilmek için bir dolu araştırma yaptım, yine de günlerce gözlerimi boş ekrana dikip oturdum. Artık adalı değilim, bilmiyorum. Ona buna sordum, yazılanları okudum, filan falan... Arabacılık mafiası (böyle bir şey var, eminim) ve vasıfsız arabacılar ve bol paralı vasıfsız turistler, o derece ipin ucunu kaçırdılar ki hepten kaldırılmasından başka çare bulunamadı. Peki, madem o kadar acı çektiriliyor atlara, buyurun kaldırıldı. Eee? Onca ucuz yoldan kaçak getirilen, sağlıksız koşullarda tutulan, aşılanmadan, her türlü hastalığa açık, eşya muamelesi gören ata ne olacaktı? Belgesellerde izlediğimiz gibi toplanıp –ki adamlar kaplumbağaları bile gözetiyorlar- veteriner kontrolünden geçirilip, eceliyle ölene kadar, sürekli denetlenen, gözetilen bol yeşillikli meralara mı salınacaklardı? Peh! Kim uğraşacak? İtlaf edersin olur biter. Zaten öncesinde artık işe yaramayanlar kesime gönderilmiyorlar mıydı çaktırmadan? Bu kadar çok olunca tabii o iş pek kolay olmayacaktı. Peki ne yapalım o zaman? Öyle bir hastalık yakıştıralım ki başka çare kalmasın. Ben o ruam salgınına inanmıyorum.
Buyurun bakalım, şimdi birileri bana saldıracak, kesin. Öyle ya biiir dolu insanı ve kurumu yalancılıkla itham ediyorum. Peki, yumuşatıyorum; yalancılık demeyelim; kolaycılık diyelim. Kulağıma uzaktan uzaktan cevaplar geliyor. Yahu adaya her türlü canlı hayvanın girişi çıkışı yasaklanmış, demek ki ortada cidden tehlikeli bir durum var. İyi babam, öyle olsun. İnsanlar ne oluyor o zaman? Bu ruam denen illet insana da bulaşırmış. Büyükada tümden karantina bölgesi olmalı değil mi? Bir kere 1500 küsur arabacı ailesi varmış -ki hayvanseverler biraz da onlardan tırstıkları için seslerini fazla yükseltemiyorlarmış- onlar kesin hastalığı kapmışlardır, tecrit mi edilecekler, itlaf mı? Onlarla temas halindeki diğer ada halkı ne olacak? Ay onca turist gelip gidiyor, dünyada salgın mı başlatacağız ne? Ha bir de henüz durum bu kadar ayyuka çıkmadan önce, çaktırmadan kesime gönderilmiş olanlar var. Onların kim bilir nelere karıştırılan etlerini bilmeden kim bilir kaç kişi yedi. Aaa... bakar mısınız? Herkes ruam olacak şimdi.
Yine yıllar önce fotoğraf sanatçısı sevgili Sami Solmaz’ın ‘Sarf-ı Nazar’ adını verdiği ‘Ahırlar’ içerikli fotoğraf albümüne bir önsöz yazmak için bütün bir günümü ‘çadır ahırlar’da geçirmiştim. O yeni ahırlar yeni yapılmıştı ve arabacılar onları yetersiz ve sağlıksız buldukları için geçici olarak yerleştikleri, çöplüğe komşu ‘çadır ahırlar’dan inatla çıkmak istemiyorlardı. Henüz gazetecilik vasfımı kaybetmemişken, seslerini duyurabilirim diye beni baştacı ederek ağırlamışlardı.
Hayatım boyunca unutamayacağım bir gündü o gün. Kapıdan girdiği andan başlayarak, insanın genzine ve ciğerlerine dolan sidik ve bok kokusunun cayır cayır yakan etkisine alışılabileceği aklımdan bile geçmezdi. Etraf adeta bok dağları ve bataklıkları ve sidik nehirleriyle çevrelenmiş, gri bir ‘dünya dışı dünya’ gibiydi. Ortalıkta dolaşan çocuklar, kediler ve köpekler de vardı o gri dünyada. Çadırlarda, atlarının yanıbaşında yaşıyordu çoğu. Belki evine giden de vardı bilmiyorum. O çadırlardan birinde onlarla gazete kağıdı üzerinde öğle yemeği yedim. Anlattılar da anlattılar, yakındılar da yakındılar.
Yeni yapılan ahırların ki eğer atlar oraya konursa başlarında kimse olmayacaktı, isteklerine uygun olmadığını ve sağlıksız olduğunu söylüyorlardı. Atlarını sever görünüyordu hepsi de, ki yem yerlerinin fayans olmasının, eğilerek yiyen atın göğsünü tahriş edeceğinden endişe duyuyor ve üzülüyorlardı. Biri dedi ki “Ben atımın sabaha kadar yanıbaşımda olmasını isterim, terledi mi, öksürüyor mu, bilmeliyim” dedi. Gerçekten de sevgi dolu bir izlenim bırakmışlardı bende. İçlerinden biriyle de röportaj yapmıştım sonra. Tüm bunların bir işe yarayacağını ummuşlar, beni çok sevmişler akşam da sahildeki bir meyhaneye götürmüşlerdi.
Sonra ne oldu da bu derece çığırdan çıktı her şey? Nasıl oldu da bu kadar sevgisizleştiler? Bilmiyorum, bilemiyorum ve çoook üzülüyorum çok. O 81 at kurtarılamaz mıydı? Kurtarılsalar nereye götürülebilirlerdi? Bilemiyorum. Bakın kendilerine hayvansever diyen dostlar, ben de bir hayvanseverim demiyorum, diyemiyorum. Ben bir ‘cansever’im. Yaratılan her canlıyı severim. Bu yazı çizilerin bir şeye yarayacağını da sanmıyorum. İnsanoğlu sevgisizleşmişse bir kere dönüş umudu yok gibi. Elektrikli aletleriniz hayırlı olsun. Oldu olacak bir de trafik polisi ve trafik ışıkları koysunlar adaya. Bakın ne kazalar olacak... “Demişti” dersiniz. Ha bir de kendinizi kontrol ettirin, ruam falan kapmış olmayasınız.